(burada başladı, burada da bir önceki bölüm var)
yaşadıklarımı ya da yaşadığımı sandığım şeyleri ya da olan biten her şeyi ya da olup bittiğini sandığım her şeyi... ne haltsa, aklımdaki her şeyi bir daha bir daha anlattım... o sırada polis minibüsündeydik... polis minibüsünün orta koltuğunda... yahu minibüse ne gerek vardı? hayır bu konuda konuşmadım. dedim ki, olabildiğince sıradan gelişiyor her şey... aslında evet olabildiğince sıradan biriyim. daha da sıradan olmak istiyorum. bir kişi ne kadar sıradan olmak isteyebilirse ben ondan iki kat daha sıradan olmak istiyorum... iki kat sıradan olmanın enteresan bir yanı yok... bunu tartışmak istemiyorum; zaten kimse de istiyor görünmüyor... bunu anlıyorum ve bu konuda düşünmüyorum... beni ilgilendirmiyor. beni hiçbir şey ilgilendirmiyor. bakın ne diyorum, değer yargılarını koşulsuz kabul edebilirim, asla kamuoyuna ters düşmek istemem... hatta ligleri takip etmeye bile başladım, uygun bulduğum bir takımın renklerinde akıtacağım kanımı gerekirse! konuşulanları anlamak, insanlara bir şeyler anlatmak istiyorum. tehlike yaratacak bir politik görüşüm bile yok benim düşünebiliyor musunuz!... birazcık varsa bile, şuncacık politik görüşüm, sadece sabun gibi; birazcık ıslanmayla hemen değişebilir, kayıp gidebilir... sabuna saplanmış toplu iğne gibi bile değildir hem, tamamen kaygandır... toplu iğneler tehlikelidir... sabuna bastım düştüm demek var sabunun içindeki iğne topuğumdan girdi şimdi kalbime doğru ilerliyor demek var. bu gibi sebeplerden yüzeysel bir insan olmaya karar verdim. hayır karar vermedim; bu benim seçimim değildi; yüzeysel bir insan olduğumu fark ettim ve bunu olgunlukla karşılayıp, kendimi değiştirme çabasına girmedim... hiçbir şey hakkında fazla bir şey bilmek istemiyorum; günü kurtarabilecek kadar bir bilgi birikimi bence yeterli. keşke sizinle açık açık konuşabilsem bekçi efendi, polis bey, baş komiser hazretleri... yoksa devlet, tabiat ve tanrı hatta aşk konusunda mevcut idari politikalarımıza ters düşebilecek, değil tehlikeli ve yıpratıcı bulabileceğiniz, aksine en fazla salak sepet bulabileceğiniz fikirlere sahip olabilirim... bana öyle geliyor... örneğin şu anda nezarethanede bulunmam konusunda çok sivri eleştirilerde bulunabilirim ve bu fikirlerim toplumun ve milli beraberliğimizin neredeyse duvar kadar sağlam yapısına tekme atmak gibi olabilir... evet biliyorum bizim toplumumuzun duvar örmedeki yeteneğini... on beş kere falan duvar örmedik mi dedemlerle onun dedeleriyle falan... aslında birbirimize düşman değiliz sadece kendimize düşmanız ama ben neler saçmalıyorum! allahın cezası doki beni ziyarete gelirken somun ekmeğin içinde kocaman bir törpü getir... sen, esaretin bedeli diye bir film vardı, işte onu izlemiş miydin? ben izlemiştim... bir de kelebek diye bir film vardı... yumurta yiyordu orada steve mcquin miydi neydi araba kazası yapıp ölen biri vardı bir dolu yumurta yiyordu yutuyordu yılan gibi, yarışma gibi bir şeydi galiba... ama ben ne diyorum! ... bok yiyorum... yutuyorum!
bana ülkenin en iyi avukatını bul doki... jürinin önüne hazırlıklı çıkmak istiyorum! ama ülkemizde jüri olmaz ki mahkemelerde... hatta şöyle uzun uzun savcı avukat tartışmaları bile yaşanmaz ki... işte dosyalar işte belgeler işte ifadeler işte sonuç: bir sonraki hafta buluşmak üzere! sadece kağıt üzerinde var olmak ne kadar anlamsız; yaşam belirtisi yok; sadece kelimeler! oysa ben anlatmak istiyorum, evet kendi savunmamı yapabilirim, sayın yargıç sevgili jüri üyeleri, dinleyin beni! müesser hanım, soyadı yok mu bu kadının, vardır, müesser gömüt, müesser göçmüş, müesser titanik! durun sevgili jüri üyeleri; bu kadının benimle iletişimi var! bunu kanıtlayabilirim! nasıl kanıtlayabilirim? elimde bulanık fotoğraflar, titreyip duran video görüntüleri bile yok... kanıtlayamam! büroma geldi, bir iki kere de telefonla görüştük... peki onunla olan ilişkimi herkesten saklamaktaki amacım neydi? durun! onunla ilişkimi herkesten saklıyor değilim ben! itiraz ediyorum! itirazım kabul edildi mi? ah teşekkür ederim... ilk defa bir itirazım kabul ediliyor... tamam konuyu dağıtmayacağıma yüce mahkeme önünde and içerim... kuran’a el basmak istiyorum; hatta incil’e ve tevrata’a bile... bana eski ahiti getirin, on emirin saklandığı sandığı ve buda’nın kafatasını... hepsinin üzerine el basarım ki sizlere doğruyu ama sadece doğruyu söyleyeceğim... sayın hakim; bu kadın ölmüşse, asıl ona dava açmak gerekir çünkü ölü birinin insanlarla iletişim kurabilmesi fizik yasalarına aykırıdır! fizik yasaları ve bilimsel anlayış hunharca katledilmiştir bu kadın tarafından... yok eğer hala pembe nüfus cüzdanı sahibiyse, homoseksüel sapık yalancı inatçı pislik torunu ve inatçı meraklı şaibeli gelini suçludur!
...yoksa bunlar yaşlı kadını öldürdüler mi? öldürmüşlerse bu gün yapmış olmalılar bunu... çocuk demek o yüzden eve gelmemi istemiyordu çünkü anneannesini öldürmüştü... sonra annesine telefon açıp, anneannesini yanlışlıkla (!) öldürdüğünü, bu davranışını saygıyla karşılamaları gerektiğini, özgür bir insan olduğunu falan söylemiştir... annesi de derhal eve gelip cesedi yok etmekten başka bir çözüm üretememiştir... tam bu arada devreye ben girdim büyük bir talihsizlik sonucu! kapı önünde neredeyse saçma sapan bir nedenle bulunmam karşısında polis, hele bir de şikayete geldiklerinden, büyük bir yanlışlıkla beni gözaltına aldı... şu anda ana oğul zavallı kadını kim bilir hangi kuyuya atıyorlar, hangi inşaat sahasına gömüyorlar, hangi tencerede lime lime olmuş etlerini kaynatıyorlar!
yok onlar haklı ise... ama olamaz ki onlar haklı olamaz ki! onlar haklıysa onlar da dahil her türlü gerçeklik sallantı geçirir... di mi ama; eğer ben yaşlı geveze ihtiyarı uyduruyorsam pekala onları da uyduruyor olabilirim... ama bu nezarethaneyi neden uyduruyorum? manyak mıyım ben? diyelim manyağım, tamam manyağım, ama olayları uydurmakla mekanları uydurmak arasında fark vardır... uydurmak ne demektir; uydurmak gerçekte olmayan bir şeyi hayal etmek, öyleymiş gibi düşünmektir... oysa bu nezarethane hiç de uyduruk değil! demek ki bazı şeyleri uyduruyorum ama farkında değilim ve kendimi boktan bir nezarethanede bulacak kadar kaybediyorum... o zaman evet ben akıl hastasıyım... neyim? şizofrenik miyim? bilimsel bir açıklama bir teşhis gerekli... hayır efendim ben kalkıp da o ihtiyarın bir hortlak hayalet zombi ecinni her ne haltsa, olamayacak bir şey olabileceğini düşünmektense akıl hastası olduğumu düşünmeyi tercih ederim... akıl hastaları akıl hastası olduklarını kabul ederler mi? guguk kuşu’ndaki birkaç hasta, hasta olduklarını kabul ediyorlardı... o bir film! film ama güzel bir film, çok gerçekçi ve etkileyici! hayır, ben manyak olamam! yani bu kadar da manyak olamam! bin dokuz yüzlü yılların başından beri dünyadaki her olay ve olgunun, pozitif bilimlerce açıklanabileceği kabul edilmedi mi? bu kabul ediş genlerimize kadar işlemedi mi? ben ve babam ve onun babası her zaman için bilimsel açıklamalara güvenip de köprülerden geçmedik mi? nereden biliyorduk geçtiğimiz köprülerin bize anlamsız oyunlar oynamayacağını; fizik bilimine güveniyorduk! hala da güveniyoruz; daha doğrusu ben güveniyorum; ölüler güvenemez... ölüler aktivitelerini kaybetmiş maddelerdir ve ölüler işte binlerce yıldır öyledir ve ölüler yaşarlarken ne kadar geveze olurlarsa olsunlar konuşabilme yeteneklerini hatta tüm yeteneklerini örneğin cep telefonlarına şarj aleti aratma yeteneklerini, bunun için iletişim kurabilme yeteneklerini yahu her türlü her şeylerini kaybederler ve işte eskiden kalan mezarlardan çıkan ölüye ait olduğuna inanılan eşyalar bu yüzden kullanılmamış olarak binlerce yıl sonra bulunur ve buradan da bir kere daha anlarız ki ölüler sadece durur ve çürür! yok olur! bu kocaman hakikatten şüphelenmem bile aslında biraz manyak olduğumu gösterse de beni manyaklaştıranlar utansın diyorum başka da bir şey demiyorum... hayır durun! daha savunmamı bitirmedim! ben masumum! evet yahu ben hakikaten masumum... en azından bir suçum yok... baksana kalkıp loş ışık altında sorguya bile çekmediler beni... ne soracaklar ki hem? ben olsam bana şöyle bir bakar ve bu adam, kendine güveni tam, aklı başında üstelik sevimli biridir, onu yalancılıkla ya da toplum huzurunu bozmakla suçlamak saçmadır, daha neler, nereye gidiyor bu çılgın dünya, bırakın bu adamı ve ona saygı duyun, diye haykırırdım! aptalca şeylerle ilgilenmeyen bir dedektif olurdum heralde... illa ki bir sorgulama olacaksa bana işe yarar şeyler sorardım; bildiğim her şeyi söküp alırdım, sigaramın dumanını yüzüme üfler ve konuş derdim, konuş! bana tüm bildiklerini anlat kahrolası! gözlerimdeki kararlılığı görünce korkuyla titrer ve ötmeye başlardım... sandalyenin bacağına bir tekme!
en baştan başlayalım kahrolası!
minnet minnet’e karşı:
“kimsin sen?”
“ben minnet...”
“aferin... kendini bilen insanları severim... suçlu musun?”
“hayır; ben masumum, ben hiçbir şey yapmadım!”
“aferin... ne yapmadığını bilen insanlardan hoşlanırım... en sevdiğin film hangisi?”
“ee... aslında...”
“lafı geveleme! bana gerçeklerden bahset! eninde sonunda konuşacaksın!”
“büyük lebowski! en sevdiğim filmdir...”
“aferin... filmlerden anlayanları hep gözüm tutmuştur... peki bir fil dört vosvosa nasıl biner?”
“binemez?”
“çok güzel! dikkatli ve mantıklı insanlarla zaman geçirmeye bayılırım! o halde seni neden bu delikten çıkarmıyorlar? yoksa benden sakladığın bir şeyler mi var? hayatın anlamını falan mı biliyorsun yoksa? sakın biliyorum deme yoksa seni pataklarım! sana biri hayatın anlamını biliyor musun diye sorarsa, kimin hayatının anlamı, diye cevap ver... biraz akıllıysa susacaktır... bunu da teşkilattan bir öğüt olarak aklına kazı... biz her şeyi biliriz ama çoğunlukla bilmezden geliriz... böylece şey olur... işte, en azından gizemli olur... seni buraya gömecekler mi niye çıkarmıyorlar bir saattir? belki senin akıl almaz düzeyde, kapalı yerde kalma korkun var? bunu neden hesaplayamıyorlar? ya da özgürlük tutkun? tıpkı bir kuş gibi... saçmalık! kuşlarda akıl yoktur! kuş beyinli bir varlık için özgürlükten bahsetmek bile saçmalık! tarihsel bir hatadır kuşları özgürlükle özdeşleştirmek... sen kuş değilsin! ama özgür de değilsin... çünkü seni burada unuttular!”
beni unutmuş olamazlar ama neden çıkarmıyorlar? ah evet baş komiserin gelmesini bekliyorlar ama burada baş komiserden başka aklı başında adam yok mu? elimde bir kutu dinamitle bulunmadım ya ben! umarım bu saatlerde huzurlu şehrimizde kanlı bir cinayet falan işlenmiyordur... işleniyorsa bile suçlu, ben buradan çıkmadan yakalanmamalı... hiç uğraşamam şimdi, allah kurtarsın, suçun neydi, koğuş ağası kim olacak gibi dertlerle... eli kanlı bir adamla ne konuşabilirim ki ben? hayatında doğru dürüst film bile izlememiştir... galiba sadece filmlerden konuşabiliyorum? olur mu canım; ben her şeyden konuşabilirim... at yarışlarından futboldan politikadan ama yüzeysel politikadan o zaman politikacılardan demek gerek; konuşamam... sıkılırım... bana ne derim ama o zaman adam kıllanır... ne ayaksın sen der bana; ben ayak değilim, sen ne ayaksın asıl! al başına belayı... katil edecekler beni en sonunda!
(devamı var...)
yaşadıklarımı ya da yaşadığımı sandığım şeyleri ya da olan biten her şeyi ya da olup bittiğini sandığım her şeyi... ne haltsa, aklımdaki her şeyi bir daha bir daha anlattım... o sırada polis minibüsündeydik... polis minibüsünün orta koltuğunda... yahu minibüse ne gerek vardı? hayır bu konuda konuşmadım. dedim ki, olabildiğince sıradan gelişiyor her şey... aslında evet olabildiğince sıradan biriyim. daha da sıradan olmak istiyorum. bir kişi ne kadar sıradan olmak isteyebilirse ben ondan iki kat daha sıradan olmak istiyorum... iki kat sıradan olmanın enteresan bir yanı yok... bunu tartışmak istemiyorum; zaten kimse de istiyor görünmüyor... bunu anlıyorum ve bu konuda düşünmüyorum... beni ilgilendirmiyor. beni hiçbir şey ilgilendirmiyor. bakın ne diyorum, değer yargılarını koşulsuz kabul edebilirim, asla kamuoyuna ters düşmek istemem... hatta ligleri takip etmeye bile başladım, uygun bulduğum bir takımın renklerinde akıtacağım kanımı gerekirse! konuşulanları anlamak, insanlara bir şeyler anlatmak istiyorum. tehlike yaratacak bir politik görüşüm bile yok benim düşünebiliyor musunuz!... birazcık varsa bile, şuncacık politik görüşüm, sadece sabun gibi; birazcık ıslanmayla hemen değişebilir, kayıp gidebilir... sabuna saplanmış toplu iğne gibi bile değildir hem, tamamen kaygandır... toplu iğneler tehlikelidir... sabuna bastım düştüm demek var sabunun içindeki iğne topuğumdan girdi şimdi kalbime doğru ilerliyor demek var. bu gibi sebeplerden yüzeysel bir insan olmaya karar verdim. hayır karar vermedim; bu benim seçimim değildi; yüzeysel bir insan olduğumu fark ettim ve bunu olgunlukla karşılayıp, kendimi değiştirme çabasına girmedim... hiçbir şey hakkında fazla bir şey bilmek istemiyorum; günü kurtarabilecek kadar bir bilgi birikimi bence yeterli. keşke sizinle açık açık konuşabilsem bekçi efendi, polis bey, baş komiser hazretleri... yoksa devlet, tabiat ve tanrı hatta aşk konusunda mevcut idari politikalarımıza ters düşebilecek, değil tehlikeli ve yıpratıcı bulabileceğiniz, aksine en fazla salak sepet bulabileceğiniz fikirlere sahip olabilirim... bana öyle geliyor... örneğin şu anda nezarethanede bulunmam konusunda çok sivri eleştirilerde bulunabilirim ve bu fikirlerim toplumun ve milli beraberliğimizin neredeyse duvar kadar sağlam yapısına tekme atmak gibi olabilir... evet biliyorum bizim toplumumuzun duvar örmedeki yeteneğini... on beş kere falan duvar örmedik mi dedemlerle onun dedeleriyle falan... aslında birbirimize düşman değiliz sadece kendimize düşmanız ama ben neler saçmalıyorum! allahın cezası doki beni ziyarete gelirken somun ekmeğin içinde kocaman bir törpü getir... sen, esaretin bedeli diye bir film vardı, işte onu izlemiş miydin? ben izlemiştim... bir de kelebek diye bir film vardı... yumurta yiyordu orada steve mcquin miydi neydi araba kazası yapıp ölen biri vardı bir dolu yumurta yiyordu yutuyordu yılan gibi, yarışma gibi bir şeydi galiba... ama ben ne diyorum! ... bok yiyorum... yutuyorum!
bana ülkenin en iyi avukatını bul doki... jürinin önüne hazırlıklı çıkmak istiyorum! ama ülkemizde jüri olmaz ki mahkemelerde... hatta şöyle uzun uzun savcı avukat tartışmaları bile yaşanmaz ki... işte dosyalar işte belgeler işte ifadeler işte sonuç: bir sonraki hafta buluşmak üzere! sadece kağıt üzerinde var olmak ne kadar anlamsız; yaşam belirtisi yok; sadece kelimeler! oysa ben anlatmak istiyorum, evet kendi savunmamı yapabilirim, sayın yargıç sevgili jüri üyeleri, dinleyin beni! müesser hanım, soyadı yok mu bu kadının, vardır, müesser gömüt, müesser göçmüş, müesser titanik! durun sevgili jüri üyeleri; bu kadının benimle iletişimi var! bunu kanıtlayabilirim! nasıl kanıtlayabilirim? elimde bulanık fotoğraflar, titreyip duran video görüntüleri bile yok... kanıtlayamam! büroma geldi, bir iki kere de telefonla görüştük... peki onunla olan ilişkimi herkesten saklamaktaki amacım neydi? durun! onunla ilişkimi herkesten saklıyor değilim ben! itiraz ediyorum! itirazım kabul edildi mi? ah teşekkür ederim... ilk defa bir itirazım kabul ediliyor... tamam konuyu dağıtmayacağıma yüce mahkeme önünde and içerim... kuran’a el basmak istiyorum; hatta incil’e ve tevrata’a bile... bana eski ahiti getirin, on emirin saklandığı sandığı ve buda’nın kafatasını... hepsinin üzerine el basarım ki sizlere doğruyu ama sadece doğruyu söyleyeceğim... sayın hakim; bu kadın ölmüşse, asıl ona dava açmak gerekir çünkü ölü birinin insanlarla iletişim kurabilmesi fizik yasalarına aykırıdır! fizik yasaları ve bilimsel anlayış hunharca katledilmiştir bu kadın tarafından... yok eğer hala pembe nüfus cüzdanı sahibiyse, homoseksüel sapık yalancı inatçı pislik torunu ve inatçı meraklı şaibeli gelini suçludur!
...yoksa bunlar yaşlı kadını öldürdüler mi? öldürmüşlerse bu gün yapmış olmalılar bunu... çocuk demek o yüzden eve gelmemi istemiyordu çünkü anneannesini öldürmüştü... sonra annesine telefon açıp, anneannesini yanlışlıkla (!) öldürdüğünü, bu davranışını saygıyla karşılamaları gerektiğini, özgür bir insan olduğunu falan söylemiştir... annesi de derhal eve gelip cesedi yok etmekten başka bir çözüm üretememiştir... tam bu arada devreye ben girdim büyük bir talihsizlik sonucu! kapı önünde neredeyse saçma sapan bir nedenle bulunmam karşısında polis, hele bir de şikayete geldiklerinden, büyük bir yanlışlıkla beni gözaltına aldı... şu anda ana oğul zavallı kadını kim bilir hangi kuyuya atıyorlar, hangi inşaat sahasına gömüyorlar, hangi tencerede lime lime olmuş etlerini kaynatıyorlar!
yok onlar haklı ise... ama olamaz ki onlar haklı olamaz ki! onlar haklıysa onlar da dahil her türlü gerçeklik sallantı geçirir... di mi ama; eğer ben yaşlı geveze ihtiyarı uyduruyorsam pekala onları da uyduruyor olabilirim... ama bu nezarethaneyi neden uyduruyorum? manyak mıyım ben? diyelim manyağım, tamam manyağım, ama olayları uydurmakla mekanları uydurmak arasında fark vardır... uydurmak ne demektir; uydurmak gerçekte olmayan bir şeyi hayal etmek, öyleymiş gibi düşünmektir... oysa bu nezarethane hiç de uyduruk değil! demek ki bazı şeyleri uyduruyorum ama farkında değilim ve kendimi boktan bir nezarethanede bulacak kadar kaybediyorum... o zaman evet ben akıl hastasıyım... neyim? şizofrenik miyim? bilimsel bir açıklama bir teşhis gerekli... hayır efendim ben kalkıp da o ihtiyarın bir hortlak hayalet zombi ecinni her ne haltsa, olamayacak bir şey olabileceğini düşünmektense akıl hastası olduğumu düşünmeyi tercih ederim... akıl hastaları akıl hastası olduklarını kabul ederler mi? guguk kuşu’ndaki birkaç hasta, hasta olduklarını kabul ediyorlardı... o bir film! film ama güzel bir film, çok gerçekçi ve etkileyici! hayır, ben manyak olamam! yani bu kadar da manyak olamam! bin dokuz yüzlü yılların başından beri dünyadaki her olay ve olgunun, pozitif bilimlerce açıklanabileceği kabul edilmedi mi? bu kabul ediş genlerimize kadar işlemedi mi? ben ve babam ve onun babası her zaman için bilimsel açıklamalara güvenip de köprülerden geçmedik mi? nereden biliyorduk geçtiğimiz köprülerin bize anlamsız oyunlar oynamayacağını; fizik bilimine güveniyorduk! hala da güveniyoruz; daha doğrusu ben güveniyorum; ölüler güvenemez... ölüler aktivitelerini kaybetmiş maddelerdir ve ölüler işte binlerce yıldır öyledir ve ölüler yaşarlarken ne kadar geveze olurlarsa olsunlar konuşabilme yeteneklerini hatta tüm yeteneklerini örneğin cep telefonlarına şarj aleti aratma yeteneklerini, bunun için iletişim kurabilme yeteneklerini yahu her türlü her şeylerini kaybederler ve işte eskiden kalan mezarlardan çıkan ölüye ait olduğuna inanılan eşyalar bu yüzden kullanılmamış olarak binlerce yıl sonra bulunur ve buradan da bir kere daha anlarız ki ölüler sadece durur ve çürür! yok olur! bu kocaman hakikatten şüphelenmem bile aslında biraz manyak olduğumu gösterse de beni manyaklaştıranlar utansın diyorum başka da bir şey demiyorum... hayır durun! daha savunmamı bitirmedim! ben masumum! evet yahu ben hakikaten masumum... en azından bir suçum yok... baksana kalkıp loş ışık altında sorguya bile çekmediler beni... ne soracaklar ki hem? ben olsam bana şöyle bir bakar ve bu adam, kendine güveni tam, aklı başında üstelik sevimli biridir, onu yalancılıkla ya da toplum huzurunu bozmakla suçlamak saçmadır, daha neler, nereye gidiyor bu çılgın dünya, bırakın bu adamı ve ona saygı duyun, diye haykırırdım! aptalca şeylerle ilgilenmeyen bir dedektif olurdum heralde... illa ki bir sorgulama olacaksa bana işe yarar şeyler sorardım; bildiğim her şeyi söküp alırdım, sigaramın dumanını yüzüme üfler ve konuş derdim, konuş! bana tüm bildiklerini anlat kahrolası! gözlerimdeki kararlılığı görünce korkuyla titrer ve ötmeye başlardım... sandalyenin bacağına bir tekme!
en baştan başlayalım kahrolası!
minnet minnet’e karşı:
“kimsin sen?”
“ben minnet...”
“aferin... kendini bilen insanları severim... suçlu musun?”
“hayır; ben masumum, ben hiçbir şey yapmadım!”
“aferin... ne yapmadığını bilen insanlardan hoşlanırım... en sevdiğin film hangisi?”
“ee... aslında...”
“lafı geveleme! bana gerçeklerden bahset! eninde sonunda konuşacaksın!”
“büyük lebowski! en sevdiğim filmdir...”
“aferin... filmlerden anlayanları hep gözüm tutmuştur... peki bir fil dört vosvosa nasıl biner?”
“binemez?”
“çok güzel! dikkatli ve mantıklı insanlarla zaman geçirmeye bayılırım! o halde seni neden bu delikten çıkarmıyorlar? yoksa benden sakladığın bir şeyler mi var? hayatın anlamını falan mı biliyorsun yoksa? sakın biliyorum deme yoksa seni pataklarım! sana biri hayatın anlamını biliyor musun diye sorarsa, kimin hayatının anlamı, diye cevap ver... biraz akıllıysa susacaktır... bunu da teşkilattan bir öğüt olarak aklına kazı... biz her şeyi biliriz ama çoğunlukla bilmezden geliriz... böylece şey olur... işte, en azından gizemli olur... seni buraya gömecekler mi niye çıkarmıyorlar bir saattir? belki senin akıl almaz düzeyde, kapalı yerde kalma korkun var? bunu neden hesaplayamıyorlar? ya da özgürlük tutkun? tıpkı bir kuş gibi... saçmalık! kuşlarda akıl yoktur! kuş beyinli bir varlık için özgürlükten bahsetmek bile saçmalık! tarihsel bir hatadır kuşları özgürlükle özdeşleştirmek... sen kuş değilsin! ama özgür de değilsin... çünkü seni burada unuttular!”
beni unutmuş olamazlar ama neden çıkarmıyorlar? ah evet baş komiserin gelmesini bekliyorlar ama burada baş komiserden başka aklı başında adam yok mu? elimde bir kutu dinamitle bulunmadım ya ben! umarım bu saatlerde huzurlu şehrimizde kanlı bir cinayet falan işlenmiyordur... işleniyorsa bile suçlu, ben buradan çıkmadan yakalanmamalı... hiç uğraşamam şimdi, allah kurtarsın, suçun neydi, koğuş ağası kim olacak gibi dertlerle... eli kanlı bir adamla ne konuşabilirim ki ben? hayatında doğru dürüst film bile izlememiştir... galiba sadece filmlerden konuşabiliyorum? olur mu canım; ben her şeyden konuşabilirim... at yarışlarından futboldan politikadan ama yüzeysel politikadan o zaman politikacılardan demek gerek; konuşamam... sıkılırım... bana ne derim ama o zaman adam kıllanır... ne ayaksın sen der bana; ben ayak değilim, sen ne ayaksın asıl! al başına belayı... katil edecekler beni en sonunda!
(devamı var...)