İÇERİDE GERÇEK BİR İHTİŞAMI SAKLAR DUVARLAR

3 y o r u m
Onu bulduğumuzda kocaman cüssesi ve olanca ağırlığı ile tam önümüzde, kıpırtısız bir durağanlıkla havada asılı duruyordu ve ilk bakışta insanı şoka uğratan bir ihtişamı vardı. Yalan yok.
Bunu yapacağını biliyordum aslında; çünkü yapabileceğini söylemişti bana. İnanmadım ona. Neden inanayım ki; daha bir hafta önce, duvarların içinden geçebileceğine emin olduğunu söyleyen biriyle konuşmuştum burada. Tek bir yolu var demişti. Parmağını sivriltmişti böyle. Sadece zayıflaması gerekiyordu. Tığ kadar inceldiğinde kaçabilecekti bu delikten. Kulağa daha inandırıcı geliyor.
Ama bu… Bu götoğlugöt, gerçekten yapmıştı, dediği şekilde hem de. Tavandaki ısıtma borularının arasındaki şu örümcek ağının aşağıya kadar sarkan ipliğini görüyor musun, demişti; işte onunla asacağım kendimi. Söylediklerine kayıtsız, boş ve donuk bakışlarla karşılık verdim. Tüm ifadesizliğime rağmen göz pınarlarıma kadar yükselen şüphe tomurcuklarını fark etti. İstemeden de olsa onu cesaretlendirmiştim. Kurumuş dudaklarını yaladı, mantığının daracık rihalesine zorlukla sığdırdığı götünü, bilimin yağlı kaydırmacından hevesle aşağıya bırakmak niyetindeydi. Hem sen biliyor musun; örümceğin ipliği bir çelik telden iki kat daha güçlüdür, dedi haklılığını benim tarafımdan onaylatmak istercesine. Orospunun evladı. Haklıydı.
Olduğum yerde durdum ve onu seyrettim. Uzaktan, yanaşmadan. Şimdiden meraklı gözler sarmıştı etrafını, bir sürü deli. Örümcek ipliği ile asmıştı kendini hayasız dürzü. İnanılmaz değil mi? Biliyorum. Ama benim de gözlerim kör değil ve karşımda olanca gerçekliğiyle havada asılı duruyor herif işte ve tuhaf; Sanki yükselmiş ve öylece, sabit, havada durmuş gibi, sanki: kalmış gibi! Tabiİ ki öyle değil aslında, sadece öyle görünüyor. Dikkatli bakmadıkça arada gerili olan saydam ipliği göremiyorsunuz, boktan bir göz yanılsaması işte. O yüzden tuhaf.
Lanet olasıca örümceğin ipliği, boğazına o kadar sıkı oturmuştu ki, gırtlağını dolayan ipliğin bir kısmı etin içine gömülmüş ve dışarıya doğru kabaran morarmış et boğumları pörtlemişti. Biliyorum, iştah açıcı…
Sonra bir şey oldu. Ani bir değişim sanki. Yabancı ve yalın bir duyguya kapıldık. Vahşi ve yukarıda. Balık ağına dolanmış ıstakozlar gibi çırpındık. Yetersizdi çabamız ve gereksizdi aslında. Bunu anladık çok geçmeden. O duygu, bu domuz ağılında, içine bulandığımız ne kadar bok varsa-somurdu. Emdi bizi. Kendimizi iyi hissettirdi. İyi hissediyorduk.
Kutsal görkem!
Uyanış aynı anda öfkeyi ve katıksız nefreti beraberinde getirdi. Yeni değildi. Bilirdik hepimiz nefreti. Tanıdıktı ve aldık içeri. Değiştik. Zafer köpük köpük doldu ciğerlerimize. Güçlendirdi bizi. Korkularımız sinmiş cesaretimizle yer değiştirdi kokuşmuş karanlığımızda. Çürümüş ereksiyonumuz özgürlüğün mavi kanıyla tazelendi. Hazırdık hepimiz diklenmeye. Balonun içindeki nefese üflemeye…
İçimizde yeşeren gücün azametini tanımlamak beceridir; sarkık lambaların ışığına yakın olmak ve gözkapaklarının ardındaki parlaklığa alışmak gibi. Değil mi?
Yanılmıyorsam bizimkisi dürtülenmiş coşkuydu; e deliyiz arkadaş, ne olacaktı ki başka. Bir bakıma sanki coşku da denemez buna, ne bileyim; siz düşünün, herife hayranlık duymaya başlamıştık ama nefret de ediyorduk bir yandan, nefretimizle yetinmiyorduk, gıpta da ediyor ve şişmiş, morarmış suratına bakmaya doyamıyorduk.
Kibirli ve yanıltıcı bir yüze…
Zaten burada asla doymuyoruz ki; hep bir şeyler ve bir yerler aç kalıyor, daima böyle. Ruhumuz aç, karnımız aç, gözlerimiz aç, kulaklarımız, burunlar, eller… Köpek sürüsü gibi “AÇIZ” ulan!
Her neyse…
Bir alkış tufanı koparttık ki sormayın, tüm tımarhane duvarları sarsıldı. Deliler gibi alkışlıyorduk… Bırak takılma şimdi benzetmeye.
Ellerimizi birbirine çarpıyorduk… Avuç içlerini duvarlara vuranlar da vardı… Alkışın daha tok bir sesle yükselmesini istiyordu onlar… Çözümler bitmez ve hepsi bizde var… Sonra, avuçlarını yanındakinin avuçlarına vurarak alkışlayanlar vardı… Dur bak, daha bitmedi… Enseye vuran, yanaklara çarpan hatta ışık hızıyla alkışladığı için hiç alkışlamıyormuş gibi görünen süper-şakşakçılar vardı. Alkışın hasını onlar yapıyorlardı. İstekle ve azimle.
Ortalık curcunaya dönmüştü. NE YAPIYORDUK Kİ BÖYLE!
Sonra, içimizden biri heyecanlı bir koşturmacayla bahçeden binaya dalıp, aynı hızla karnavalımıza katılıverdi. Nefesi soluk borusunda mola vermiş, gırtlağı içeriye çökmüştü.
“Dışarıda yağmur damlaları düşmüyor… Havada asılı duruyorlar!”
Saldığı nefesi ıslık gibi ötüyordu ve sonra parmaklarını kütürdetmeye başladı.
Anlayabilmek için fizik profesörü olmaya lüzum yoktu. Zamanı kendi tekeline almıştı; bizim iplikçiden bahsediyorum, onun orospusu olmuştu zaman ve duruyordu. Hepimiz muhteşem güzellikte bir duvar saatine bakmaktaydık ve bu saatin kıpırtısız sarkacıydı o. O kıpırdamadığı sürece zaman akmayacaktı ve akmayan zaman hızla katılaşacak, yoğunlaşacak –Aman Tanrım!- kütleşecek, bir süre sonra fark edilir gerçekliği zihnimizin tüm inkâr filtrelerini tıkayarak bu hayatta nefes almamızı imkânsız hale getirecekti.
Bize kastı vardı puştun, düşmanıydık onun…
Allah belasını versin: harikulade görünüyor!
Aramızdan biri, bir fikir attı ortaya… Kuracaktık onu… Saatler kurulur, öyle değil mi… Belki hepsi değil ama bu soysuz fırlama kurulmaya müstahaktı… Bir şeyler yapılmalıydı… Denemeye değer diye düşündük ve fazla seçeneğimiz de yoktu aslında, yani mantığa en yatkın olasılık gibi duruyordu.
Zamanı eski akışkan ve sürükleyici etkisine döndürmek gerekiyordu bir şekilde ve hepimiz kabul ettik, nöbetleşe olarak ve hiç aksatmadan kurduk onu… İşe yaradı… Lanet olası kurulabiliyordu… Tamam, ayağına dokunuveriyorduk sadece, hafifçe iterek… Ne merak bu böyle!
Fırtınalı bir çölde bezgin ve ağır aksak ilerleyen bir deve kervanı gibi bıçak sırtında geçti yıllar. Olur, inanmayın siz; delilerin zaman kavramı çok muğlâktır ama güvenilmez de değildir.
Yıllar ve ardından yine yıllar ve tekrar yıllar ya da…
Hiç ayrılmadık oradan. Baktık. Sadece. Kurduk birde…
Ondan bize yansıyan her şey anlamlıydı. Anlamı özümsediğimizde bizlere hissettirdiği her şeyse tiksindirici ve özel; biliyorsunuz - bilin öyleyse – bir çay kaşığı dolusu gerçek bile bazen tiksindirici fakat değerlidir ve onu kanıksama zorundalığıdır, o gerçeği bir piramit meşalesi kadar değerli kılan.
Sırtımızda tonlarca ağırlık vardı ve dayanılmaz olmuştu artık anlam aramak ve anlamda mantık aramak. Bana kalırsa anlam, sadece bir şeydi. Demek istediğim: yalnızca basit ve alelade bir nitelendirmeydi anlam, yani “Şey” gibi…
Anlatamadım mı?
Siz anlamadınız…
Yahu siktiğimin huzuru anlamdır, eşsiz… Kısa… Sessiz.
Kusmuk anlamlıdır; gerçek… Yoğun… Nedenli…
“Ayakkabında çamur lekesi zannettiğin şeyin aslında kusmuk olduğunu fark ettiğinde derinleşir anlam; kendi kusmuğundur, kunduranın tümüne sıvanmıştır ve ancak hatırladığında o geceyi, anlarsın bir nedeni olduğunu kusmuğun.”
Kendime söylemiştim bunu zamanında. Tam zamanında söylemiştim manasında şey ediyorum. Ya da yıllar önce, eskiden anlamında da kullanılabilir. İki manada da kullandığımı farz edelim. Edin siz.
Gecikmeyin ama…
Bu soyunu sopunu siktiğim, duvar saati sarkacı kılıklı amcık da, geçmiş terapilerden birinde gözünü kapatıp şöyle demişti:
“Ağlayan gözlerinden, siyah tülden perdeler indi yanaklarına…”
Romantik ve şiirsel… Dokunaklı, sırala istediğini…
Hâlbuki değil; değil ulan, yeminle!
Yahu edebiyat profesörü olmaya lüzum yok! Okumasını bileceksin, o kadar. Gözlerden inen siyah tül perdeler, içine sıçtığım makyajı işte… Zırlayınca akıp gitmiş, boyalı eşeğe döndürmüş hatunu!
Bu!
Bizim Doktor Kürşat sever böyle edebiyat parçalamalarını… Etkilendi tabi garibim… Gözü doldu, erken bitirdi o günkü terapiyi… Kaçtı yanımızdan… Yumuşak mizaçlı biri zaten, ibnelik de var biraz!
Neden anlatıyorum bunları?
Hiç…
Zaten bir “Nedeni” neden olmalı, anlamıyorum… İllaki sözün bittiği bir yer mi olmalı? Mantıklı ve anlamlı olmalı değil mi? Olmalı mı gerçekten?
Kimsiniz, nesiniz siz? Ne yaparsınız? Neden dışarıda hep sizden var?
Anlatın bana o zaman bunları…
Söyleyin hadi, kabuğunuz ne kadar kalın… Veya var mı öyle bir şey?
Siz de kendinizi içeriden sanıyorsunuz değil mi? Aralarında dolaşıyor, birlikte yiyor, birlikte sıçıyor ve ben “içeridenim” mi diyorsunuz?
Değilsiniz. Ben içerdeyim. Yok başkası burada.
Sizin beklentileriniz var. Israrcı talepleriniz…
Bir öykü ancak, zihninizin haz etme tellerine sürtündüğü ölçüde ezberletilmiş kalıplarla kuşatılmış aklınızca değerlendirilir. Sonu olmayan ya da beklentileriniz doğrultusunda sonlanmayan tüm öyküler o çok değerli zamanınızdan pırlanta değerindeki dakikaların sizden koparılıp alınması anlamına gelir. Sıvazlamak, ovalamak, ele patlatmak varken…
“Sonunda…” diye başlayan bir son yaratılmalı(mı) gelecek paragrafta!
Siktir!
Alınmak, gücenmek yok; deliyim ben, bir delinin kusuruna bakılmaz ve buna da inandıysanız eğer: bir aptal olmaktansa, ben deliliği tercih ediyorum.
Size diyecek başka bir şeyim yok. Hayat her yerde istisnasız, doğal ve sıradan. Değişmeyen, sıkıcı bir rutin. Mahkûmuz yaşamaya. Burada niye farklı olsun; olmaz kardeşim olmaz…
Kimdi hatırlamıyorum, gerek de yok… Çıktı kalorifer ızgaralarına. Bir kaşık balla yumuşattığı dilini, bizim mendebur sarkacın kafasıyla borular arasında gerili duran örümceğin ipliğine doladı… Dudaklarıyla emer gibi somurduktan sonra, çekti kopardı ipliği. Çok kolay olmuştu.
Dalından düşen yaprak gibi süzülerek yığıldı yere namussuz. Yıllar kilosundan epeyce kaybettirmiş, bir deri bir kemiğe döndürmüştü zavallı orospu çocuğunu. Saçlarına ve uzayan sakallarına beyazlar düşmüş, kirden ve yağdan keçeleşmişlerdi. Hırpani görünüyordu. Üzerindeki pijama sararmış, solmuş ve paçalarına doğru yırtıklardan sarkıtlar oluşmuştu.
Bekledik bir süre. Başında. Bekledik…
Doğruldu! Yavaşça ama…
Dik durmakta zorlanıyordu pezevengin dölü, kendini zar zor tireye bildi. Titrek birkaç adım attı bize doğru.
Tükenmişti… Tüketmişti.
“Ne oldu?” dedim.
“Örümceği gördüm…” dedi hışırtılı ve kısık sesiyle.
Biraz daha yürüdü sallanarak.
“Bana, kaderin bulanıklığını kavramaktan yoksunsunuz, dedi.”
Yanımıza kadar gelmişti artık ve ellerine bakıyordu merakla, parmaklarına, bileklerine…
“Kaderin bulantısı onu kavranmaktan alıkoyuyor, dedim ona.”
Geçti gitti yanımızdan…
Yalınayak, şap şap betona basıyordu; ruhunu siktiğim yavşağı.


HEPSİ BU

''Kalp Düşünebilseydi,atmaktan vazgeçerdi.''

1 y o r u m
''Gençlerin çoğunun Tanrı inancını yitirdiği ve bunu vaktiyle atalarının Tanrı'ya inandığı gibi, yani niye olduğunu bilmeden yaptığı bir zamanda doğdum. Ve insan ruhu düşünmek yerine hissettiğinden, bundan dolayı da doğal olarak eleştiriye yöneldiğinden, bu gençlerin çoğu Tanrı' nın yerine insanlığı koydu. ben ne olursa olsun ait olduğu ortamın hep kıyısında duran ve yalnız bir parçası olduğu kalabalığı değil, aynı zamanda yanı başındaki boşlukları da görebilenlerdenim. İşte bu nedenle Tanrı'yı onlar gibi büsbütün terk etmedim, ama insanlık düşüncesini de kabullenmiş değildim kesinlikle. Düşük bir ihtimal de olsa Tanrı varolabilirdi, bu durumda ona tapmak gerekebilirdi; insanlık ise, adına insan denen bir hayvan türünü ifade eden basit biyolojik bir kavram olmaktan öteye gitmiyor, bu nedenle herhangi bir hayvan soyundan daha fazla hak etmiyordu tapınılmayı. insanlık kültü, özgürlük eşitlik gibi kutsal kavramlarıyla hayvanların tanrı sayıldığı, tanrıların da hayvan kafalı olduğu antik dinlerin dirilmiş hali gibi gelmiştir bana hep. Tanrı' ya inanmadığımı biliyordum, fakat düpedüz bir hayvan sürüsüne de inanamazdım; böylece ben de bazı insanlar gibi kalabalıkların sınırında, yani halk arasında Çöküş diye tabir edilen o her şeye uzak noktada kaldım. Çöküş bilinçaltının tamamen yitirilmesi demektir, çünkü bilinçaltı yaşamın temelidir.Kalp Düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi.''

Tırnağın sahibi Fernando Pessoa