ÖLÜ VEYA DİRİ

0 y o r u m
Günün birinde zar zor düşerek başladığım boktan hayatıma, herkese ait olan bu yaşama yani, o da sıra dışı bir tazyikle fışkırarak, lanet bir ekşimiş ve çürümüşlük kokusuyla birlikte uyandı. Sadece ağzımı açık tutmam yeterli olmuştu. İçimden, benden kaçarcasına dökülüyordu; inanamazsınız, tuvaletin o Hilton lavabosu anında dolmuş ve kenarlarından taşıp yer fayanslarına akmaya başlamıştı.

Bir ismi ya da dili yoktu ama şimdiden bu hayata benden daha fazla adapte olmuş gibi görünüyordu gözüme. Üstelik benden çıkmış, pardon yok, kaçmıştı.

Aynada ki adama baktım. Bir kısmı sakallarıma bulaşmıştı. Kesmiyordum sakallarımı; hiç olmazsa onlar benden kaçmıyorlardı. Sadık ve müşfiktiler bana.

Masama dönmem gerekiyordu. Diğer masaların arasında bir yerdeydi. Benim diğer insanların arasında olduğum gibi.

Oturup bir sigara yaktım hemen. Masamdaydım. Aşınmış, üzeri çizik çizik eski ağaç masaları kaldırıp yerlerine bu yeni plastik alaşımlı masaları koymuşlardı. Yeniydiler ama insanı sahiplenmiyorlardı. Soğuk ve mesafelilerdi. Nefret etmiştim bu yeni masalardan. O eski ve dost canlısı ağaç masaları özlüyordum. Her daim dirseklerimin derilerini sıyıran koyu kahverengi, koca cüsseli, babacan tavırlı masaları.

Benim bir sorunum yoktu o masalarla, anlaşılan benim dışımda herkesin varmış. İnsanoğlunun talepleri bitmez; doyumsuz bir küstahlıkta, aç bir yamyamın karın gurultusu gibi yükselir her şafakta…

Yoksa adına medeniyet kültürü dediğimiz şey, yalnızca açık yaraya bastırılan tentürdiyotlu bir pamuktan mı ibaret?

Biramdan ufak bir yudum alır almaz zihnimi kuşkulu bir düşünce meşgul etmeye başladı. Belki de yazamayacağım bir öykünün konusuydu. Diyordu ki; madem bu dünya evrenin yalnızca tek bir odası; öyleyse insan, bir odanın içinde nereye ve ne kadar uzağa kaçabilir ki…

Aniden sol omuzuma bir elin ağırlığı çöktü ve bastırdı.

“ Lan oğlum Mükerrem! ”

İsmim bu değildi.

“ Efendim.”

“ Geçen hafta bir oğlum oldu. Bilmiyorsun tabi. Hadi diple şu biranı, yenisini getirecem sana. Oğlumun şerefine. Müesseseden lan.”

Henüz yalnızca küçük bir yudum almıştım biramdan. Bardak doluydu ve benden diplememi istiyordu. Oğlu olmuştu geçen hafta. Geçen yılda bir kızı. Adam yaşamın içinde kalan son birkaç boşluğu, dehşet veren bir ereksiyonla dolduruyordu. İlk birkaç eli kazanan kumarbazlar gibi heyecanlı ve hevesliydi. Ağzımın sol köşesiyle sırıttım ve zaten o kısım görünmüyordu bile…

Tek dikişte, dibini buldum bardağın. Nefes almadan, gırtlağımdan aşağıya bıraktım hepsini. Midemden korkunç bir gurultu boğazıma doğru yükseldi. Onu da yuttum. Külçe gibi indi aşağıya, küfürler savurarak. Şafağa daha çok vardı.

“Geğirebilirsin.” Dedi sevgilim.

Bana karşı anlayışlı olmaya çalışıyordu. Kafamı iki yana salladım, gerek olmadığını anlatmaya çalışıyordum. Hangisini kastettiğim konusunda kafası karışmış olmalıydı.

“ Lavabo… ”

Kalktım masadan. Yolum çok uzaktı sanki. Beynim, gitme otur; en kötüsü şu köşeye sıçarsın işte, diyordu ama onu hiçbir zaman dinlemedim ben. Kontrollü bir yavaşlıkta süzüldüm alık insanların ve onların sahte, manasız masalarının arasından. İçkimi tazelediğini işaret etti bana uzaktan, muhtemelen gelecek yıl da çocuğu olacak adam. Aynı köşeyle sırıtmaya çabaladım.

Çok kalabalıktık. İnsanoğluna galaktik bir müdahale gerekiyordu belki de. Haksız mıyım? Ya da aralarından sadece beni alsalar da olurdu. Bu da bir nevi müdahale sayılırdı. Narsisim mi bu?

Şimdi tekrar aynı lavabonun önünde duruyordum. İçimden hararetli bir telaşla kaçan şeyin huzurundaydım yine. Bir yere gitmemiş, hala ilk çıktığı yerde hareketsiz fakat daha koyu ve yoğun bir görünümde, sinir bozucu bir yavaşlıkta yer fayanslarına damlamaya devam ederek gözümün içine bakıyordu. Karakterinde ki korkunç huzuru hissettim o bakışlarda, içten içe. Bu kadar kısa bir zamanda, huzuru kavrayabilecek bilgeliğe sahip olması beni şaşırtmış ve doğrusu panikletmişti. Merkezine doğru değişen, kararan renginde bana anlatmak istediği şeyler olduğunu hissettim. Hafifçe eğildim üzerine.

Seni yargılamıyorum, sen olduğun gibi kalmalısın diyordu bana. Fakat senin de anladığın üzere ben senden farklıyım. Yaşam beni içine çekti.

Bu şey, benden daha akıllı olduğunu düşünüyordu. Öyle mi? Belki de haklıydı.

“ Cismen bir bedene sahipsin ve tüm varlığın yaşama ait ama sen bütünüyle yabancılaşma taraftarısın. Yaşam sana değil, sen yaşama yabancılaşırsın ancak. Ben bu gerçeğin kanıtıyım. O beni kabul etti. ”

Faşist bir özgüvenle aşağılıyordu bu şey beni. Bu, minaresinin tepesine sıçtığım, benden kurtulduğu için kendini çok şanslı sayıyor olmalıydı.

Gecenin o saatinde ki anlayışıma göre, bu şey az önce bana kesinlikle düşmanlığını ilan etmişti. Beynimin sapından sırtıma doğru kor bir sıcaklık hissi yayıldı ve haksızlığa tahammülsüz birinin öfkesiyle gözlerim yuvalarında döndü. Hissiyatta öfkeyle birlikte utanç duygusu da kaplamıştı bedenimi. Anlamını çözemediğim bir utanç, bulanık ve karıncalı…

İhanet vardı. Evet, ihaneti hissediyor ama vurgulamayı yapamıyordum. Bu kadar kısa sürede alçakça ve aleni bir motivasyonla gelen adaptasyon resmen ihanetti. Evet… evet… evet…

Bunun adına bir başkası ne der bilemem; açıkçası, umurumda da değil, çünkü bu benim farkındalığım ve hiç kimsenin leş kokulu farkındalığına burnumu sokmadım ben şimdiye kadar.

Aynada ki adamla aynı şeyi düşünüyor olmalıyız ki, birdenbire ikimizde içgüdüsel bir çabuklukla lavabonun içinde ki o şeye ellerimizle dalıverdik. Bileklerimizin üç-dört parmak üzerine kadar sarmaladı kollarımızı. O anda iğrenç koyuluğunun içinde hafif bir sararma sezdim. Bu hareketi beklemediği açıktı. Varlığının dengeli yoğunluğu kendini daha akışkan bir kıvama bırakıyordu. Korkmuştu. Lavabonun kenarlarından şiddetli taşmalar oluyordu. Kaçmaya çalışıyordu benden ama onu hayatın içinden çekip almaya kararlıydım. Derinde ve merkezine yakın bir yerde ellerimi yumruk yaparak, avuçlarımın arasına sıkıştırdığım pütürlü, safra ve salyaya bulanmış yapışkan sıvıyı son gücümle ve sağlam bir kararlılıkla sıkmaya başladım. Aynada ki adamda aynısını yaptı. Gırtlağına çökmüştük orospu çocuğunun ve bizden kurtulması imkânsızdı.

Manasızca çırpınıyordu ama yanıltıcı olmasın, çırpınması manasız demiyorum. Demek istediğim, aşağı yukarı kırk beş-elli dakikadır yaşamla haşırneşir olmuştu ve yine de ondan kopmamak adına, çırpınacak kadar yoğun bu kavrayış şaşırtıcı, samimiyetsiz ve gerçekdışı görünüyordu. Yani böyle bir şey mümkün mü? İmkânsız! Çırpınışları sadece küstahlıkla açıklanabilirdi.

İçine çektiği tüm yaşamı çekip çıkarana kadar ya da onu içine çeken yaşamdan çekip alana değin, var gücümle sıktım!

Sıktık! Yüzeyinde hava kabarcıkları patlıyordu, her biri yaklaşan ölümünün kanıtı gibiydi.

Sıkmaya devam ettim! Olağanüstü çabalıyordu. Alnımdan düşen ter damlaları yavaşça çekilmeye başlayan şekilsiz varlığının içine karışıyordu. Terimin her damlası onun olağandışı varlığına sıçrayan birer ölüm zehriydi.

Dişlerimi gıcırdatarak, giderek kabaran bir öfkeyle sıktım! Belki de varlığı bir mucizeydi. Önemsemiyordum. Sikmişim mucizesini!

Benim atığımdı sadece. Mucizeyse eğer, benden çıkmış bir mucizeydi.

Nihayet rengi soluklaştı ve kokusu dayanılmaz bir hal almaya başladı. Lavabonun içine doğru ağır ağır çekilmeye başladı. Ardında sarımtırak lekeler bırakarak, deliğin içine yavaşça akıp gitti. Bu hayata tutunmayı, son kalan damlası da vazgeçinceye kadar ellerimle sıktım onu. Aynada ki adam bana bakarak sırıttı.

“ Başardık, öldürdük onu! ”

Heyecanlı ve mutlu görünüyordu.

Evet, öldürdük… Dedim. Ben onun kadar mutlu hissetmiyordum. Utanç daha baskındı. Nedenini bilmiyorum.

Musluğu açtım ve suyun lavaboda, o şeyin ardında kalan son pislikleri de alıp götürüşünü izledim bir süre. Ellerimi ve kollarımı yıkadım. Üzerimde parçaları vardı. Suyla birlikte akıp gitti hepsi. Serin suyu çarptım yüzüme üç-dört kez. Nefesim düzene girene kadar bekledim. Sonra suç mahallini soğukkanlılıkla terk ettim.

Bir sigara çektim paketten ve dibini masaya vurmaya başladım.

“ İyi misin? ” dedi sevgilim.

“ Evet, iyiyim. ”

Uzanıp avucumla yüzünü okşadım. Bir katilin elleriyle…

Ne!

Yoksa siz, masumiyeti ve saflığı korunmuş vicdanı elinden alınmış tek insanın, Michael Corleone’ mu olduğunu düşünüyordunuz.

HEPSİ BU

çok sıkıcı çok

0 y o r u m
buz mavisi diye bir renk var mıydı, soğuk değil, hiç değil ama sanki dört bir yan, uçsuz bucaksız derler ya, her bir yöne doğru kar ve buz ile kaplı, rüzgar da var, bir yandan aldığını diğer yana taşıyor, taşıdığı yerden alıp başka bir tarafa atıyor, sersemletici.
çok uzak diyemeyeceğim ama asla sesimin ulaşmadığı bir mesafede yürüyor bir karaltı, ben durunca duruyor, oturuyorum oturuyor, arkasını dönüp de bana bakmıyor. yine de hep benimle ilgili olan biten diye düşünüyorum: sanki yetmiş metre öteme bir ayna koymuşlar ve o aynayı eşekler çekiyor, ben oturunca, eşekler de oturuyor.
günlerce yürüyüp de onu gördüğümde çok sevinmiştim, kim olursa olsun, arkasından bağırmıştım, günlerdir devam eden yıllar sona erecek gibiydi sanki, bir iki kelime edebileceğim biri, benden başka biri vardı demek ki bu cehennemde; işte o yüzden peşine düştüm onun ama bir türlü arayı kapatamıyordum. artık delirdim ve hayal görmeye başladım, diye düşündüm; of siktirsin gitsin, hayatım onu takip etmekle mi geçecek, diye düşündüm; belki bir iki şey daha düşündüm. yok ama, o rüzgarlı beyazlık budalası çölde aramızdaki mesafeyi kapatamadım bir türlü.
bir kere baktı bana doğru ya da bir kere dönüp de arkasına baktı. kollarımı salladım, evet ulan, dur bekle gelmemi, diye haykırdım. inatla mesafeyi korudu, anlaşılır şey değil, gerisin geriye koştu, benden tarafa bakarak ama durmadı, inanılmaz, durmadı!
sonunda pes ettim ve dakikalarca birbirimize baktık, ya da dediğim gibi, birbirimize doğru...
kendimi gereksiz hissedene kadar bakmaya devam ettim ona, kendimi gereksiz hissetttiğimde, yoksa bana bakmıyor mu diye düşündüğümde yani, arkama, "sorsalar rüzgarlı bir beyazlık", diyebileceğim boşluğa, korku ve umutla "başka da bir şey olabilir orada" diyebileceğim boşluğa döndüm...

sıkıcı, geç!

günlük hayatındaki tüm problemlere düşlerinde çözüm bulan; arkasından konuşulanları, kimin ne için ne dediğini düşlerinde tamı tamamına gören; bir kutu varsa o kutuyu düşlerinde açan adamın, tüm bu yeteneğine karşın tek kusuru vardı: düşlerini hatırlamıyordu. uyandığında yatağından çıkması zor oluyordu, işte, tüm bildiği buydu.
günün birinde deprem oldu, düşünün tam ortasında uyandı. ne yapacağını bilemedi, yatağından fırladı, pantolonunu kaptı ve kendini sokağa attı. yer gök titremeye devam ederken mahallenin parkında çimlere uzanmış, şu cümlenin nasıl biteceğini düşünüyordu: "kalbini çıkarıp, ağzım yüzüm kan, büyük bir keyifle yalayacağım çünkü sözlerin beni cehenneme gönderdi; bana söyleyebileceğin en üzücü şeyi söyledin, beni..." işte, gerisini hatırlamıyordu. onu? ne? çok az şarjı kalmış telefonunu çıkardı cebinden, arayıp konuşmak istedi onunla, hem deprem olmuştu, içip içip arama beni, diyemezdi.
telefonun turuncu ışığına bakıp cesaret toplamaya çalışırken, üç hafta önce ne söylediği aklına geldi.

çok sıkıcı! geç!

"fakat, şah genç kıza sahip olmak isteyince kız ağlamaya başlamış. şah ona, 'neyin var?' diye sorunca; kız da 'şahım! bir kız kardeşim var. ona veda etmek isterdim.' demiş. şahın arattığı kız kardeşi gelince, şehrazad'ın boynuna sarılmış; ve yatağın ayak ucuna sokulup kalmış.
o zaman, şah ayağa kalkmış ve bakire şehrazad'a sahip olarak kızlığını gidermiş. sonra konuşmalar başlamış.
dünyazad, şehrazad'a demiş ki: 'allah seninle olsun! ablacığım, geceyi hoşça geçirmemiz için bize bir masal anlatsana!' şehrazad, 'bütün kalbimle ve yerine getirilmesini görev bilerek! ancak yüce ve soylu şahımız izin verirlerse' diye yanıt vermiş. şah bu sözleri duyunca, zaten uykusu da kaçtığından, şehrazad'ın masalını dinlemekten tedirginlik duymamış.
ve şehrazad, bu ilk gece, aşağıdaki masalı anlatmış:"

of, çok sıkıcı, gerçekten, çok sıkıcı!

her şey sustu

2 y o r u m
evet efendim, bir anda, işte o dakikada, her bir sik sustu. lan ne çok ses varmış; ne büyük bir gürültü! şu cızırdayan şey vardır ya, cızırdaması birden durur ve tam da o anda fark edersin onun kim bilir ne zamandan beri cızırdadığını; ne boktan bir uyum sağlama nanesiyse, sustuğunda ancak konuşmaya başlarsın: "bu nasıl bir ses yahu? kafamızı sikiyormuş!"
işte; herşey sustuğunda, o muhteşem bir iki saniye boyunca, huzur vardır: öylece bakarsın çevreye, ne bok yiyeceğini bilemezsin.
ama sonra , armut kafalı bir boka yaramaz sik suratlı amcık ağızlı götlek bir yaratık olduğumuzdan konuşmaya başlarız: "her şey sustu!" deriz.
ve bir milyar tastik gelir: "evet, ne acayip bir sessizlik oldu, abi, huzur sessizlikte!". biz de, buna benzer şeylerin milyon kere tekrarlandığı, sergilendiği bir hıyarlık müzesinde gezindik, "işte budur!" diyerek. o müze, "şimdiki zaman bu!" restorasyonundan kısa süre sonra kapılarını açtı hırtlığa!
sonrası ses, gürültü tabii, kafa kaldırmaz!
özgürlük, adalet, şans, aşk, hikaye oldu, of, ne gürültü, tekrar başa döndük, daha önce de başa dönmüştük, yıllar sonra utanmadan yine başa döneceğimiz kesin!
armut kafalı bir boka yaramaz sik suratlı amcık ağızlı götlek bir yaratık olduğumuzdan, o gün (yine) geldiğinde sustuk; bir süre tavşanları ve yosunları düşündük ki bu süre içinde tüm tavşanlar ve yosunlar, öylece durdular.
en amcık ağızlılarımız tavşanlar ve yosunlar hakkında hikayeler uydurdu.

gece güzel; uyurken bile.

3 y o r u m
coşkuyla uyandım. sanki çok başka bir dünyaya aittim biraz önce, tüm o kutlama, heyecan, şatafat üzerimde etkili olmaya devam ediyordu ancak karanlıkta kısılmış gözlerim sessizliğin içinde şaşkın kalmış beynime bir ışık parçası, bir pırıltı noktası bile gönderemiyordu.
tuvalete koşturdum; işemeye başladım, sağ elimi fayansa dayayıp. kendime gelsem mi gelmesem mi bilemiyordum. çiş kanalizasyona karışırken, bana verilen "nişanı" hatırladım, "böyle de muhteşem, şöyle de şahane bir insansın; ha gayret, aç gözlerini!" diye haykırmışlardı bana, kaşla göz arasında madalyayı şak diye takmışlar, alkış kıyamet koparken çığlıklar atmışlardı.
neredeyse bir iki dakika önce...
oooonca insan sırf ben yatağa işemeyim diye mi bir araya gelmişlerdi? kendimi -manyak gibi- muzaffer hissediyordum, evet, işte, bunu da hallettik onca biraya rağmen! oh yüce tatlım, bunu da hallettik!
oysa çiş hani?
yani, ne bileyim, çiş!
aman efendim, öyle de bir duygu hali ki, sanki dünyayı kurtardık! şamata bile yaratıyor aklı ikna etmek için bilmem neredeki organlar, et parçaları; hiçbirini tanımam etmem!

İÇERİDE GERÇEK BİR İHTİŞAMI SAKLAR DUVARLAR

3 y o r u m
Onu bulduğumuzda kocaman cüssesi ve olanca ağırlığı ile tam önümüzde, kıpırtısız bir durağanlıkla havada asılı duruyordu ve ilk bakışta insanı şoka uğratan bir ihtişamı vardı. Yalan yok.
Bunu yapacağını biliyordum aslında; çünkü yapabileceğini söylemişti bana. İnanmadım ona. Neden inanayım ki; daha bir hafta önce, duvarların içinden geçebileceğine emin olduğunu söyleyen biriyle konuşmuştum burada. Tek bir yolu var demişti. Parmağını sivriltmişti böyle. Sadece zayıflaması gerekiyordu. Tığ kadar inceldiğinde kaçabilecekti bu delikten. Kulağa daha inandırıcı geliyor.
Ama bu… Bu götoğlugöt, gerçekten yapmıştı, dediği şekilde hem de. Tavandaki ısıtma borularının arasındaki şu örümcek ağının aşağıya kadar sarkan ipliğini görüyor musun, demişti; işte onunla asacağım kendimi. Söylediklerine kayıtsız, boş ve donuk bakışlarla karşılık verdim. Tüm ifadesizliğime rağmen göz pınarlarıma kadar yükselen şüphe tomurcuklarını fark etti. İstemeden de olsa onu cesaretlendirmiştim. Kurumuş dudaklarını yaladı, mantığının daracık rihalesine zorlukla sığdırdığı götünü, bilimin yağlı kaydırmacından hevesle aşağıya bırakmak niyetindeydi. Hem sen biliyor musun; örümceğin ipliği bir çelik telden iki kat daha güçlüdür, dedi haklılığını benim tarafımdan onaylatmak istercesine. Orospunun evladı. Haklıydı.
Olduğum yerde durdum ve onu seyrettim. Uzaktan, yanaşmadan. Şimdiden meraklı gözler sarmıştı etrafını, bir sürü deli. Örümcek ipliği ile asmıştı kendini hayasız dürzü. İnanılmaz değil mi? Biliyorum. Ama benim de gözlerim kör değil ve karşımda olanca gerçekliğiyle havada asılı duruyor herif işte ve tuhaf; Sanki yükselmiş ve öylece, sabit, havada durmuş gibi, sanki: kalmış gibi! Tabiİ ki öyle değil aslında, sadece öyle görünüyor. Dikkatli bakmadıkça arada gerili olan saydam ipliği göremiyorsunuz, boktan bir göz yanılsaması işte. O yüzden tuhaf.
Lanet olasıca örümceğin ipliği, boğazına o kadar sıkı oturmuştu ki, gırtlağını dolayan ipliğin bir kısmı etin içine gömülmüş ve dışarıya doğru kabaran morarmış et boğumları pörtlemişti. Biliyorum, iştah açıcı…
Sonra bir şey oldu. Ani bir değişim sanki. Yabancı ve yalın bir duyguya kapıldık. Vahşi ve yukarıda. Balık ağına dolanmış ıstakozlar gibi çırpındık. Yetersizdi çabamız ve gereksizdi aslında. Bunu anladık çok geçmeden. O duygu, bu domuz ağılında, içine bulandığımız ne kadar bok varsa-somurdu. Emdi bizi. Kendimizi iyi hissettirdi. İyi hissediyorduk.
Kutsal görkem!
Uyanış aynı anda öfkeyi ve katıksız nefreti beraberinde getirdi. Yeni değildi. Bilirdik hepimiz nefreti. Tanıdıktı ve aldık içeri. Değiştik. Zafer köpük köpük doldu ciğerlerimize. Güçlendirdi bizi. Korkularımız sinmiş cesaretimizle yer değiştirdi kokuşmuş karanlığımızda. Çürümüş ereksiyonumuz özgürlüğün mavi kanıyla tazelendi. Hazırdık hepimiz diklenmeye. Balonun içindeki nefese üflemeye…
İçimizde yeşeren gücün azametini tanımlamak beceridir; sarkık lambaların ışığına yakın olmak ve gözkapaklarının ardındaki parlaklığa alışmak gibi. Değil mi?
Yanılmıyorsam bizimkisi dürtülenmiş coşkuydu; e deliyiz arkadaş, ne olacaktı ki başka. Bir bakıma sanki coşku da denemez buna, ne bileyim; siz düşünün, herife hayranlık duymaya başlamıştık ama nefret de ediyorduk bir yandan, nefretimizle yetinmiyorduk, gıpta da ediyor ve şişmiş, morarmış suratına bakmaya doyamıyorduk.
Kibirli ve yanıltıcı bir yüze…
Zaten burada asla doymuyoruz ki; hep bir şeyler ve bir yerler aç kalıyor, daima böyle. Ruhumuz aç, karnımız aç, gözlerimiz aç, kulaklarımız, burunlar, eller… Köpek sürüsü gibi “AÇIZ” ulan!
Her neyse…
Bir alkış tufanı koparttık ki sormayın, tüm tımarhane duvarları sarsıldı. Deliler gibi alkışlıyorduk… Bırak takılma şimdi benzetmeye.
Ellerimizi birbirine çarpıyorduk… Avuç içlerini duvarlara vuranlar da vardı… Alkışın daha tok bir sesle yükselmesini istiyordu onlar… Çözümler bitmez ve hepsi bizde var… Sonra, avuçlarını yanındakinin avuçlarına vurarak alkışlayanlar vardı… Dur bak, daha bitmedi… Enseye vuran, yanaklara çarpan hatta ışık hızıyla alkışladığı için hiç alkışlamıyormuş gibi görünen süper-şakşakçılar vardı. Alkışın hasını onlar yapıyorlardı. İstekle ve azimle.
Ortalık curcunaya dönmüştü. NE YAPIYORDUK Kİ BÖYLE!
Sonra, içimizden biri heyecanlı bir koşturmacayla bahçeden binaya dalıp, aynı hızla karnavalımıza katılıverdi. Nefesi soluk borusunda mola vermiş, gırtlağı içeriye çökmüştü.
“Dışarıda yağmur damlaları düşmüyor… Havada asılı duruyorlar!”
Saldığı nefesi ıslık gibi ötüyordu ve sonra parmaklarını kütürdetmeye başladı.
Anlayabilmek için fizik profesörü olmaya lüzum yoktu. Zamanı kendi tekeline almıştı; bizim iplikçiden bahsediyorum, onun orospusu olmuştu zaman ve duruyordu. Hepimiz muhteşem güzellikte bir duvar saatine bakmaktaydık ve bu saatin kıpırtısız sarkacıydı o. O kıpırdamadığı sürece zaman akmayacaktı ve akmayan zaman hızla katılaşacak, yoğunlaşacak –Aman Tanrım!- kütleşecek, bir süre sonra fark edilir gerçekliği zihnimizin tüm inkâr filtrelerini tıkayarak bu hayatta nefes almamızı imkânsız hale getirecekti.
Bize kastı vardı puştun, düşmanıydık onun…
Allah belasını versin: harikulade görünüyor!
Aramızdan biri, bir fikir attı ortaya… Kuracaktık onu… Saatler kurulur, öyle değil mi… Belki hepsi değil ama bu soysuz fırlama kurulmaya müstahaktı… Bir şeyler yapılmalıydı… Denemeye değer diye düşündük ve fazla seçeneğimiz de yoktu aslında, yani mantığa en yatkın olasılık gibi duruyordu.
Zamanı eski akışkan ve sürükleyici etkisine döndürmek gerekiyordu bir şekilde ve hepimiz kabul ettik, nöbetleşe olarak ve hiç aksatmadan kurduk onu… İşe yaradı… Lanet olası kurulabiliyordu… Tamam, ayağına dokunuveriyorduk sadece, hafifçe iterek… Ne merak bu böyle!
Fırtınalı bir çölde bezgin ve ağır aksak ilerleyen bir deve kervanı gibi bıçak sırtında geçti yıllar. Olur, inanmayın siz; delilerin zaman kavramı çok muğlâktır ama güvenilmez de değildir.
Yıllar ve ardından yine yıllar ve tekrar yıllar ya da…
Hiç ayrılmadık oradan. Baktık. Sadece. Kurduk birde…
Ondan bize yansıyan her şey anlamlıydı. Anlamı özümsediğimizde bizlere hissettirdiği her şeyse tiksindirici ve özel; biliyorsunuz - bilin öyleyse – bir çay kaşığı dolusu gerçek bile bazen tiksindirici fakat değerlidir ve onu kanıksama zorundalığıdır, o gerçeği bir piramit meşalesi kadar değerli kılan.
Sırtımızda tonlarca ağırlık vardı ve dayanılmaz olmuştu artık anlam aramak ve anlamda mantık aramak. Bana kalırsa anlam, sadece bir şeydi. Demek istediğim: yalnızca basit ve alelade bir nitelendirmeydi anlam, yani “Şey” gibi…
Anlatamadım mı?
Siz anlamadınız…
Yahu siktiğimin huzuru anlamdır, eşsiz… Kısa… Sessiz.
Kusmuk anlamlıdır; gerçek… Yoğun… Nedenli…
“Ayakkabında çamur lekesi zannettiğin şeyin aslında kusmuk olduğunu fark ettiğinde derinleşir anlam; kendi kusmuğundur, kunduranın tümüne sıvanmıştır ve ancak hatırladığında o geceyi, anlarsın bir nedeni olduğunu kusmuğun.”
Kendime söylemiştim bunu zamanında. Tam zamanında söylemiştim manasında şey ediyorum. Ya da yıllar önce, eskiden anlamında da kullanılabilir. İki manada da kullandığımı farz edelim. Edin siz.
Gecikmeyin ama…
Bu soyunu sopunu siktiğim, duvar saati sarkacı kılıklı amcık da, geçmiş terapilerden birinde gözünü kapatıp şöyle demişti:
“Ağlayan gözlerinden, siyah tülden perdeler indi yanaklarına…”
Romantik ve şiirsel… Dokunaklı, sırala istediğini…
Hâlbuki değil; değil ulan, yeminle!
Yahu edebiyat profesörü olmaya lüzum yok! Okumasını bileceksin, o kadar. Gözlerden inen siyah tül perdeler, içine sıçtığım makyajı işte… Zırlayınca akıp gitmiş, boyalı eşeğe döndürmüş hatunu!
Bu!
Bizim Doktor Kürşat sever böyle edebiyat parçalamalarını… Etkilendi tabi garibim… Gözü doldu, erken bitirdi o günkü terapiyi… Kaçtı yanımızdan… Yumuşak mizaçlı biri zaten, ibnelik de var biraz!
Neden anlatıyorum bunları?
Hiç…
Zaten bir “Nedeni” neden olmalı, anlamıyorum… İllaki sözün bittiği bir yer mi olmalı? Mantıklı ve anlamlı olmalı değil mi? Olmalı mı gerçekten?
Kimsiniz, nesiniz siz? Ne yaparsınız? Neden dışarıda hep sizden var?
Anlatın bana o zaman bunları…
Söyleyin hadi, kabuğunuz ne kadar kalın… Veya var mı öyle bir şey?
Siz de kendinizi içeriden sanıyorsunuz değil mi? Aralarında dolaşıyor, birlikte yiyor, birlikte sıçıyor ve ben “içeridenim” mi diyorsunuz?
Değilsiniz. Ben içerdeyim. Yok başkası burada.
Sizin beklentileriniz var. Israrcı talepleriniz…
Bir öykü ancak, zihninizin haz etme tellerine sürtündüğü ölçüde ezberletilmiş kalıplarla kuşatılmış aklınızca değerlendirilir. Sonu olmayan ya da beklentileriniz doğrultusunda sonlanmayan tüm öyküler o çok değerli zamanınızdan pırlanta değerindeki dakikaların sizden koparılıp alınması anlamına gelir. Sıvazlamak, ovalamak, ele patlatmak varken…
“Sonunda…” diye başlayan bir son yaratılmalı(mı) gelecek paragrafta!
Siktir!
Alınmak, gücenmek yok; deliyim ben, bir delinin kusuruna bakılmaz ve buna da inandıysanız eğer: bir aptal olmaktansa, ben deliliği tercih ediyorum.
Size diyecek başka bir şeyim yok. Hayat her yerde istisnasız, doğal ve sıradan. Değişmeyen, sıkıcı bir rutin. Mahkûmuz yaşamaya. Burada niye farklı olsun; olmaz kardeşim olmaz…
Kimdi hatırlamıyorum, gerek de yok… Çıktı kalorifer ızgaralarına. Bir kaşık balla yumuşattığı dilini, bizim mendebur sarkacın kafasıyla borular arasında gerili duran örümceğin ipliğine doladı… Dudaklarıyla emer gibi somurduktan sonra, çekti kopardı ipliği. Çok kolay olmuştu.
Dalından düşen yaprak gibi süzülerek yığıldı yere namussuz. Yıllar kilosundan epeyce kaybettirmiş, bir deri bir kemiğe döndürmüştü zavallı orospu çocuğunu. Saçlarına ve uzayan sakallarına beyazlar düşmüş, kirden ve yağdan keçeleşmişlerdi. Hırpani görünüyordu. Üzerindeki pijama sararmış, solmuş ve paçalarına doğru yırtıklardan sarkıtlar oluşmuştu.
Bekledik bir süre. Başında. Bekledik…
Doğruldu! Yavaşça ama…
Dik durmakta zorlanıyordu pezevengin dölü, kendini zar zor tireye bildi. Titrek birkaç adım attı bize doğru.
Tükenmişti… Tüketmişti.
“Ne oldu?” dedim.
“Örümceği gördüm…” dedi hışırtılı ve kısık sesiyle.
Biraz daha yürüdü sallanarak.
“Bana, kaderin bulanıklığını kavramaktan yoksunsunuz, dedi.”
Yanımıza kadar gelmişti artık ve ellerine bakıyordu merakla, parmaklarına, bileklerine…
“Kaderin bulantısı onu kavranmaktan alıkoyuyor, dedim ona.”
Geçti gitti yanımızdan…
Yalınayak, şap şap betona basıyordu; ruhunu siktiğim yavşağı.


HEPSİ BU

''Kalp Düşünebilseydi,atmaktan vazgeçerdi.''

1 y o r u m
''Gençlerin çoğunun Tanrı inancını yitirdiği ve bunu vaktiyle atalarının Tanrı'ya inandığı gibi, yani niye olduğunu bilmeden yaptığı bir zamanda doğdum. Ve insan ruhu düşünmek yerine hissettiğinden, bundan dolayı da doğal olarak eleştiriye yöneldiğinden, bu gençlerin çoğu Tanrı' nın yerine insanlığı koydu. ben ne olursa olsun ait olduğu ortamın hep kıyısında duran ve yalnız bir parçası olduğu kalabalığı değil, aynı zamanda yanı başındaki boşlukları da görebilenlerdenim. İşte bu nedenle Tanrı'yı onlar gibi büsbütün terk etmedim, ama insanlık düşüncesini de kabullenmiş değildim kesinlikle. Düşük bir ihtimal de olsa Tanrı varolabilirdi, bu durumda ona tapmak gerekebilirdi; insanlık ise, adına insan denen bir hayvan türünü ifade eden basit biyolojik bir kavram olmaktan öteye gitmiyor, bu nedenle herhangi bir hayvan soyundan daha fazla hak etmiyordu tapınılmayı. insanlık kültü, özgürlük eşitlik gibi kutsal kavramlarıyla hayvanların tanrı sayıldığı, tanrıların da hayvan kafalı olduğu antik dinlerin dirilmiş hali gibi gelmiştir bana hep. Tanrı' ya inanmadığımı biliyordum, fakat düpedüz bir hayvan sürüsüne de inanamazdım; böylece ben de bazı insanlar gibi kalabalıkların sınırında, yani halk arasında Çöküş diye tabir edilen o her şeye uzak noktada kaldım. Çöküş bilinçaltının tamamen yitirilmesi demektir, çünkü bilinçaltı yaşamın temelidir.Kalp Düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi.''

Tırnağın sahibi Fernando Pessoa

günde 30 dakika

1 y o r u m
"kocaman bir kafan olduğu için mi ağlıyorsun ne saçma" dedim ve kafasına dokundum, parmağımın ucuyla. hayatımda ilk defa gördüğüm bir şeye dokunur gibi hissettim ama tüm içtenliğimle kaç tane olduğu sayılabilir saç tellerinin üzerinden kafasını okşuyormuş gibi bir hava yaratmaya çalıştım. bu çalışma aynen şöyle oldu: avucumun içini kafasının üzerine koydum ve gerçekten de kaç tane olduğu sayılabilir saç telleri üzerinden aşağıya, ensesine doğru kaydırdım elimi.
"ya bi' siktir git! seninle teselli bulacak değilim!" dedi.
"ne tesellisi aşkım" dedim, niye "aşkım" dedim ki, daşşak mı geçiyorum açıktan, eroin mi satıyorum, her türlü pislik bende mi? yarın öbür gün tüm kutsal değerlere beyaz puanlı kırmızı etekler giydirir, onları her yanı çatırdayan tahta sahnelere meme açmaya yollar mıyım? ben, yani ben, o derecede bir göt müyüm?
"daşşak geçme!" dedi.
"kocaman bir kafan olduğu için mi ağlıyorsun?" diye sordum tekrar, bu sefer ellerime hakim oldum, bir sigara yaktım, tüm ellerimle.
"yumurtaya kaş göz çizmişler gibi..." dedi, toprağa elindeki dal parçasıyla çarpı işareti çizdi.
"billur" dedim, pöff diye üfürerek sigaranın dumanını. bir yandan da sararmış dişlerimi göstererek sırıttım.
"lümpen lavuk" dedi bana.
"neyse," dedim.

çok garip

0 y o r u m
*baktığında insana benziyorum.
*"onu oraya koyma dedim"leri toplasan huzursuzluğun ışık yılını hesaplarsın. bok var!
*dolapta beş bira var, daha doğrusu beş bira daha var, salak olmayın için, hep için, içmek güzelleştirir. boka varacaksa hızlandırır. en azından neyse o olur. ya da olmaz, öyle de güzeldir.
*unutma bunu da yaz.
*elbette ilk dediğim ile son dediğim çok ilgili, gördüğün her şeyin iskeleti vardır.
*iskeleti olan her şeyin göbek deliği vardır.
*göbek deliği olan her şeyin anüsü vardır, maydonozun bile anüsü vardır, bukowski'nin bile!
*sen o kadar susmasan ben bu kadar konuşmam, dedim, lafın arasına girip.
*yani lafı böldüm. yoksa herkes konuşur, öyle susuyor göründüğüne bakma, sen ses duydukça, tabak bardak bile konuşur, manyak mısın nesin!
*tabak bardak sıkıcıdır, hep gördüklerini anlatırlar. eğlenceli olan, görmediklerini anlatanların öyküleridir.
*dün gece camdan içeri jackie chan girdi. ben önce tanrı zannettim. yani, evet, dedim, o gün geldi, oysa ki gelmemiş, gelen jackie chan'miş. merhaba, dedim, merhaba, dedi. öyle baktık birbirimizin yüzüne. neyse camı kırmamış, diye düşünüp uyudum ben. ışık hızıyla girdim o'lum diye düşündü jackie. sabah masanın üzerine bir not bırakmış:
-ışık hızıyla girdim o'lum, korkma! çok aşık oldum ben, sorma! bir türlü iletişim kuramıyorum, o orada ölecek ben burada, sen kendini yorma!
*yürü git jackie dedim sabah tabii...
*çok garip, kolumu uzattığımda parmağım uzuyor.
*neyse asıl konuya geleyim,
0 y o r u m

UZUN BOYLU CEYLAN

0 y o r u m
Gözlerim kapanıyor..uykuluyum...bi yandan da sabah işe gelirken gördüğüm bi kız var ..o aklımda..sabah da uykuluydum..kız uykumu açtı o an..durakta duruyordu..galiba durakta yapılacak en doğru işi yapıyordu..(fazla etkilenmişim abartı bi övünç yaptım kıza basit bir durumu) gittim durakta ben de durdum..benden uzun bi kızdı..çok seviyorum benden uzun olan kızları..hemen fantezilerim depreşiyor aklımda..oldukça sarı saçları vardı..etek falan filan..değişikti...ama hala aklımda...iş çıkışı görür müyüm ki?yok görmek istemiyorum..yorgunum ve eve gidince tv karşısında uyumak istiyorum! evde de onu düşünmek ağır gelir..

o gün seksen kişiydik:

0 y o r u m
- çok iyi bildiğim yerler var, sokağını yolunu, çayırını çimenini biliyorum. wasteland örneğin, sonra, liberty city, san andreas... hahaha, kim kovalar lan beni?

- durmam gerekiyor ama duramıyorum, merak ediyorum, ne olacak diye, yani ne olabilir, evet, bana da o an saçma geliyor ama dayanamıyorum, devam ediyorum, hayat sikerken izliyorum öylece, sonra, hayat işte diyorum.

- en mutlu olduğum zamandır dördüncü biradan sonrası, ya da altıncı ya da ilk biradan sonrası, hep değişiyor, ama bir şekilde, o siktiğimin en mutlu zamanı illa ki geliyor ve ben hiç bir zaman yaklaşamayacağım bir yerden, hemen dibimdeki sonsuzluğun saçlarını okşuyorum. şiirsel söylemem sinir ettiyse şöyle de diyebilirim: ileri ile geriyi karıştırıyorum.

- yine bir arkadaş vardı, müezzin bu, hani cami minaresine çıkıp namaz vakti geldi diyen adamlar olur ya, onlardan işte, yine çıkmış işte, hava da yarrak gibi, yağmur, fırtına, rüzgar, uçan ve duvarlara çarpan saniyeler... neyse, tam başlamış, ey fellahlar (arapça işçi demek fellah) diye, çat şimşek, elektrik gitmiş. bu kalmış yarrak gibi orda. bir an ne yapacağını bilememiş. ve aynı anda şöyle bir ses işitmiş, ses dediğim laf: "lafımı kesme evlat!" işte o an harbiden dine bağlanmış, kelimeleri bir kenara bırakıp sadece "o" dediğine biraz olsun yakınlaşabilmek için herkesi ve herşeyi bir görmeye başlamış.

- içip içip saçmalıyorsun, dedi, önde yürüyor, yetişmeye çalışıyorum ona ama çok zor bir yol çıkardılar karşıma, bir dolu adım, yok lan, dedim, saçmalasam bi' kere haberim olur değil mi, duvara tutundum, duvar itti beni yola savruldum, öyle değil, yavaş, dedim, öyle olsa söylerim! duvar, ama başka bir duvar omuz attı bana, umursamadım, bilmiyor musun, dedim, hemen sonra, "bilmiyor musun!" diye bağırdım, yanıma geldi, yürü dedi.

- siz, dedi, teyze, orhan veli'yi biliyorsunuz, ne güzel, hassiktir dedim, "haaapffssstkkktir" dedim. sandılar ki koltuğa yerleşemedim, hayır efendim, sana hassiktir, orhan veli'ye hassiktir, varsa lcd televizyonun ona da hassiktir! yoksa koltuk en kolayı, derhal yerleşirim.

- bak bu bomba, o gün, kim! dur bir, neyse, o gün eve gidiyoruz,arkadaşın evine, dikmen'de ev, bir de hacı bektaş veli kültür merkezi midir nedir öyle bir bina yapıyorlar, yapıyorlarmış, bilmiyorum, inşaat alanı, yaklaşıyoruz, yanından geçece'z. binanın tepesine bir yazı yazmışlar, hay sikeyim okuyamıyorum bir türlü, hani kafam güzel ya, tüm evren benimle beraber, durdum, gözlerimi kıstım, yok, okuyamıyorum, abuk sabuk bir şey, belli, dangalaklar, artizlik yapmışlar! "sokayım, sırf ilginçlik olsun diye, sıralamışlar abuk sabuk sembolleri, yarrak kafalılar!" dedim, güldüm, arkadaşım da güldü, zaten uzun bir süredir sürekli gülüyorduk. "sik kafalılar ya!" gibi bir şeyler diye ekledim, gülüşerek yürümeye devam ettik. artık iyice yaklaşmıştık inşaat alanına. "sikeyim, okuyacam, ne sikim şey yazdılarsa" dedim ve gözlerimi kıstım. tersten yazılmış: "ne ararsan kendinde ara" siktir! dedim, ama çok bozuldum, çok koydu, hala çıkaramadım...işte bu. daha bin kere anlatırım.