kola bitmez, bitmiyor

0 y o r u m
neredeyse onbir aylık bir bebeğim var. ne kadar kolaymış ruhları berelemek.. çünkü bütün bebekler birbirinin aynı. demek ebeveynin hatta belki sadece annenin tutumu eğip büküyor kişiyi baştan. mükemmel insan için annenin 4 kollu ve uyumayan bir yaratık olması gerek. geçmişsiz olmalı ve sabrı sonsuz. nasıl bozulduğumuzu görebiliyorum. korku yok, önyargı yok, sadece "ben" sadece keşif. zaman hem çok yavaş hem çok hızlı. enerji uyanıklık halinde sonsuz. merak merak merak.. nasıl ayrışılıyor bakalım. sanırım iki yaşına kadar anlayamayacağım. kendi adıma ise bomboşum. zavallı küçük patates.. hiç birşeyim kalmadı. yavaşım, hafızam ölü, dayak yemiş gibi hissediyorum sürekli, neredeyse yokum ve bunun farkındayım. o kumandadan istiyorum işte, hayatı ileri sarandan..

şarlatan

0 y o r u m
Göz kapaklarım açık ve gözlerim dünyanın çok ötesinde bir yerde ve niye olmasın; sanırım, galaksinin de dışında…

İşte oralardan bir yerden bakıyorsa sanki: uzun ve çok uzun sabitlenmeler işte, bilirsin…

Dua okumalısın dedi arkamdan bir ses; yüzyılların bilgeliği cüppesinin baldır derinliğine uzanan ceplerinde ve tuhaf bir tınıdaki sesinde, sanki yan duvarlardan kopuk kopuk gelen anlaşılması güç lisanında…

Sesimi ona uzatmıyorum ve zaten mecalim yok.

Arkamda hala ve bekliyor. Beni. Beklesin.

O anda, toprağın içindeyim. Sol elim, bileğe kadar. Sol elim artık ben olmuş. Ben artık sadece kendi sol elim olmuşum ve toprağın içindeyim. Sıkıyorum. Beni bütünleyen, geride kalan her şey dışarıda; boş kabuk, amaçsız, anlamsız, önemsiz ve kıç deliğinden ve kamıştan ve buz kesmiş sırttan, ter boşalmış enseden, kemiği kaynamış bir burundan, kulak çınlamasından, kirpiğe dolanmış kurumuş çapaktan, göbek deliği kokusundan, bacaktaki bıçak yarasından, at toynağı gibi ayak tırnaklarından, yeterli!

Herkesin kendine göre acıyı kavrama ve bir şekilde üstesinden gelme yöntemi vardır. Kalkıp da burada, bu yüzden sol elim ben olmuşum açıklamalarına girmeyeceğim, girmem ve sana ne…

Uzaklaşmalıyım…

Ben ufak bir fırlamayken, daha bu kadarım –elimin yerden 50 ila 60 santim yukarıda olduğunu hayal et- yamuk ve sivri kafamla önüme geleni kovalardım. Kaçıyorlardı benden. Nedensiz. Belki onları kovaladığım için. Ben de kaçtıkları için…

Nevrotik bir fırlama kısırdöngüsü… ya da çok daha önemsiz…

Lanet şekilsiz ve tıpkı kurabiye hamuruna şekil verircesine zahmetli, eski bir tülbent parçasıyla yoğurulmuş ve boktan plastik makyaja bulanmış Boris Karloff benzeri kafamı patlattığımda ancak vazgeçebildim bu lanet olası kovalamacalardan. Lanet olası!

Sonrasında ise durgunlaştım. O deli kan, bütünüyle kafatasımdan dışarıya fışkırmıştı belki de. Yüzüme, gözüme, ellerime, günışığına ve sokağa ve kan görmemiş henüz körpe zihinlere!

O zihinler daha sonra -olur ya- kendi deliliklerinde, öngörülmeyen ve asabi sanrı krizlerine prim tanıyan solucan derisi misali kaygan beyin kıvrımlarında olgunlaşıp damıtılmış ama küf kokan cinnetlere dönüşecek emsalsiz ve korkunç ve bir bakıma naif, duru ama acı bir öfkenin ve nefretin tetik boşluğunu alan hassasiyetine kavuşacak ve neden?

Önceden planlanmamış ve tamamıyla tesadüfen, yalnızca arızalı beynimin sıska bacaklarıma verdiği dolduruşla motive edilmiş bir refleks ve neticesinde mezuniyet balosunu büyük bir hayal kırıklığı ile terk eden “Carrie” misali fecaat bir teşhirden dolayı mı?

Belki de.

Gururlanmalı mı?

BELKİ DE!

Pamuk prensesin elmadan aldığı ısırıktan bahsetmiyorum size. Aynı zehir değil!

Sümüklü böceğin sırtında taşıdığı kabuk kadar kırılgan ve onun kadar güvensiz bir sakinliğin gürültülü ve görkemli çöküşüne olanak veren ya da karıncanın ayak izi kadar belirsiz veya ancak kibrit alevi kadar sıcak o an…

Utanmış ve korkmuş ve gücenmiş ve…

HAHAHA!!

Yakıcı güneşin altında üzerinde yakamozlar çakan kan oluğunun yumuşattığı ve göreni dehşete sürükleyen, bacak kadar çocuğun ani ve peşi sıra ifade sürüklenmeleri ve elbette göz teması.

Daha anlatayım mı?

Ha şunu da belirteyim; hiçbirine acımıyorum. Üzülmüyorum ve umurumda değiller. Zerk ettiğim zehri gözleriyle yudumladılarsa; ……………………………………………..?

Görüyorsunuz, benim için koca bir BOŞLUK!

Ama zor iştir devasa BOŞLUKLARI içinde muhafaza etmek ve içinde ona yer temin edebilmek. Sadece yürek yeterli olmayabilir ve bilirsin; elde tutmak hiç kolay bir iş değildir. Marifet ve beceri gerekir. Sen de takdir edersin ki, boşluğu tutmak çok daha zor ve imkânsıza yakındır ve risklidir…

Bütünüyle onun olma yolunu seçmediysen…

Bu sana kalmış, beni ilgilendirmiyor.

Kimse tuvaletin kuburu genişliğinde sıçmaz değil mi? Evinizde bir fil beslemiyorsanız.

Neyse…

Pencereden baktım, binaların arasından bana ancak görünebilen dağa. Uzakta. Çok gri. Kalbim çökmüş ve ıstırap çeken yalnız ve aç sokak kedilerinin inisiyatifine bırakmışım. Belki böylesi daha iyi diye.

Ne şiirsel! Karın doyurmuyor ama, ne onlarınkini ne de…

Şimdi kendi kendime diyorum ki, ulan bırak artık bu gözdağı verme oyunlarını; kim ve niye sallasın ki seni! Hem herkesin -ona şüphe yok- bir zehri vardır; belki hiç zerk etmediği ya da olduğundan bile bihaber…

“teee!” derdi dedem, eğer hiçbir bokun farkında değilsen ki, bu alaycı ve “senden bir sikim olmaz” anlamı çıkarılabilecek sözcüğü de ondan en çok ben işitmişimdir. Milleti kovalamakla meşguldüm lan! Ne yapayım…

Bu arada hala, hayatla aramdaki kaygılı aşk da devam ediyor ya; hani her aşk, içerisinde gömülü bir hazine sandığı misali nefreti ve bıkkınlığı barındırır ya; öylesine soğuk ve mesafeli ve kararsız, sıkıntılı, saldırgan, timsah derisinden kalkanlarını açarak dolaşan insanların her dakika yanınızdan yürüyüp gittiği böbrek sancısı gibi ağır geçen yıllar…

(vay benim başım!)

Hiç yalan söylemeyeceğim; hazırlıklı ol: hakaret etmek istiyorum, bağırmak –hayır- haykırmak istiyorum, küfretmek ve aşağılamak istiyorum, ellerimle sertçe iteklemek –hayır, hayır ulan- tepenize sıçmak istiyorum, tüm soba borularındaki kurumları başınızdan aşağı boca etmek istiyorum ve belki buna katıla katıla gülmek istiyorum ya da sizi Büyük Sihirbaz Houdini’nin jilet gibi keskin kılıçlar sokuşturduğu o sihirli dolabın içine koymak ve onun hiç başaramadığı bir şeyi –sizi delik deşik etmeyi işte yahu- ben başarmak istiyorum ve aslında o dolabın içine ben de girmek istiyorum.

Tamam! GEL ÖYLEYSE!

Dur, ötesi var…

“…ey, fıskiyeli mabedler, ey taşak derileri, ey fıskiyeli taşak derileri, ey insanlığın sabah ayakkabısının yine görmediği taze köpek boku misali her yerdeki çirkinliği; ey ulu polis, ey ulu silahlar, ey ulu diktatörler, ey her yerdeki ulu budalalar, ey yalnız ahtapot, ey dengeli ve dengesiz ve kutsal ve kabız hepimizi tek tek güzelce sızdıran saat tiktakları, ey altın dünyanın sefil ara sokaklarında yatan berduşlar, ey çirkinleşecek çocuklar, ey daha da çirkinleşecek çirkinler, ey hüzün ve kapanan duvarlar –ne Noel Baba, ne kancık, ne Sihirli Değnek, ne Külkedisi, ne de Büyük Dehalar Asla; guguk -bok sadece ve köpeklerin ve çocukların kırbaçlanışı, bok sadece ve bokun silinişi; sadece hastasız doktorlar sadece yağmursuz bulutlar sadece günsüz günler, ey bütün bunları başımıza musallat eden Tanrı.

Uçurtmadan sarayına ve zamankartı meleklerinin huzuruna çıktığımızda bir kez olsun KENDİN, bizim ve SANA bütün yapacaklarımız için

MERHAMET
MERHAMET
MERHAMET
diye bağıran sesini duymak istiyorum.”


Aslında başından beri sizlere BUKOWSKİ okumak istiyorum!


HEPSİ BU

yok bişey

1 y o r u m
her şey bir hastalıkla başladı. önceleri hafif bir nezle gibi görünen bu hastalık, önce bedenimi halsiz düşürdü sonra da beynimi. son vuruşu ise ruhuma oldu. artık insan değildim, evet. günlerdir kimseyle konuşmamıştım. ofiste iş arkadaşlarımla yaptığım bir kaç konuşma dışında, bana ait benliğime dair bana dair tek bir cümle çıkmamıştı ağzımdan. zaten artık bir benlik de yoktu. içi boş bir yaratık, yalnız ve sonsuz bir varoluş vardı sadece. başı ve sonu olmayan, hissizlikler sinsilesi. oturduğum yerde düşünmeye devam ediyordum ama bu düşünceler de birbiriyle bağlantılı, anlamlı bir sonuca ulaşan düşünceler değildi. sadece orada duruyor ve beni yoruyorlardı. ellerimi, ayaklarımı hareket ettirebiliyor, gözlerimi kırpıyor, dışarıdan hiç göze batmayan bir profil sergileyebiliyordum. beni gören evinde sakin bir şekilde oturmuş, puantiyeli pijaması ve çıplak ayaklarıyla kendi halinde masum biri zannedebilirdi. ne de olsa içimizde olan biten dışa yansımıyordu asla, en azından tam olarak. biraz dikkatli baksalar en fazla diyecekleri "biraz solgun", "düşünceli" veya "keyifsiz" gibi hiç bir etki yaratmayacak basit tanımlamalar olurdu. basit bir insandım elbette, bunun bana faydası olduğuna, hayatın ve evrenin böyle daha güzel ve yaşamaya daha değer olduğuna inanarak büyümüştüm. şimdi ise bunun tersini bile düşünmüyor, sadece hiç ama hiç umursamıyordum. hayat iyimserlik ve sevgiyle ele alınamayacak kadar kaprisli, bencil hatta katil ruhluydu. varolmamın bir sebebi olmalıydı yine de. madem kendi irademle gelmediğim bu hayattan zevk almayı unutmuş, iyiliği parça parça kendimden söküp atmıştım istemeden, o halde bunun karşılığında bana borcu vardı yaşamın. yaşamam gereken daha milyonlarca saniye, dakika ve saat vardı belki de. bu sıkıntıya katlanacak durumda değildim. harekete geçmeliydim.

ama yapacak bir şey yoktu amına koyayım!

INFERNO

2 y o r u m

Otuz yedi mi?

Otuz yedi.

Sen otuz yedi misin?


Buna geri dönmem. Dönersem, beynim peksimet gibi ufalanır kafatasımda. Tekrarları pek sevmem. Bir de zaten konuşmak gibi bir niyetimin de, eee, olmadığını hesaba katarsak…

Genellikle olmuyor yani, her zaman değil. Ben de bilmiyorum.

Her neyse, öyleyse artık otuz yediyim. Pekâlâ…

Ben kaçayım o zaman bir an önce… son sürat köşeleri döneyim… yüksek duvarlardan, daracık sokakların içinde ki tel bariyerlerden atlayayım hiç hız kesmeden… maymun gibi bir çeviklikle… ne bileyim, belki bir hatunu rehin alırım… ne belkisi, kesin alırım… hani değiş-tokuş için lazım olur ilerde… eski yaşlarımı getirin bana ulan diye telefonda pazarlık yaparım FBI Ajanlarıyla… olur neden olmasın… FBI Ajanı bu, pazarlıkta geri kalır mı?

Tamam, biraz sonra yirmili yaşların burada olacak; yeter ki sakin ol ve rehineyi bize ver!

Nah alırsınız lan rehineyi! O daha bana âşık olacak! Oyun mu zannediyorsunuz bunu lan ibneoğluibneler! Derhal getirin eski yaşlarımı bana; özellikle yirmi sekizimi istiyorum. Onu getirin buraya!

Ben yirmi sekizken, bir Allah’ın kulu bu yaşı yaşamamış gibi davranırdım. Davranmıştım. Tabi ya. Hiç kimse yirmi sekize yeterli duyarlılığı göstermemiş, hehehe komediye bak, sanki kısacık, göt kadar bir çarşıyı dolaşmaya çıkmışlar da akılda kalıcı hiçbir iz kalmamış gibi.

Yirmi sekiz muallak yaş diyordum. Herkese! Yirmi dokuzlara bile…

Ne demek istediğim hakkında hiçbir fikrim yok; o zaman da yoktu. O yüzden muallaktı belki de ya da sanki veya o kelimeye yakışan bir yaş olduğunu düşünüyordum ya da gerçekte o yaşın ancak muallak kelimesiyle adlandırılabileceğini çünkü kelimenin anlamının anlamsızlığı ve açıklanamazlığı ifade etmesi yüzündendi… belki ya da sanki… ne bileyim ve bilememekti ve bilmek istememekti, sanki veya belki…

Siz hırçın mısınızdır?

Dur yahu, kalkma hemen; otur şöyle…

Demek istediğim: Hırçınlık bir bedeldir aslında… bilmeyi istememenin bedelidir… bilmediğini anladıkları anda, bilmeni sağlarlar… öyle öyle… ansızın ve destursuz koyarlar bilgiyi kafana… yerleştirirler bir güzel ve gereklidir kanlarınca…

Bilgi, artık zihninde bir yerlerdedir… usul usul yıpratır ve soldurur cahilliğini… o dinginliğe ve elastiki sabra ulaşmak eskisi gibi mümkün değildir. Bildiğin her şeye lanet etmeye, küfretmeye başlarsın. İlgisi olmayan her bilgiyi artık onunla ilişkilendirirsin. Eline tutturulmuş bir hançerdir o ve ziyadesiyle silahtır… altıkerepatlamaz… mermi kovanları daima hizmetindedir. Basarsın tetiğe ya da saplayıverirsin pembe dimağlara.

Bilginin ne olduğu, neyi anlattığı çok önemli değil. Değişkendir zaten. Kafa yormaya değmez. Bilgiden kaçalım istiyoruz şurada, kurcalama daha…

Yalnız şunu bil!

En yararlı bilgi ve en değerlisi haliyle, kendin hakkında öğrendiğin ya da keşfettiğin bilgidir. Çünkü direk seni sana anlatan bilgidir. O yüzden eşsizdir. Yolunu belirler, daha ne olsun; ya da bir boka yaramaz, alıklıkla meşgul dimağının onu fark edeceğin zamanı bekler durur.

Seni umursamazlar; aslında ellerinden gelse… … …

Aniden bir üşütme geldi; beraberinde tüm vücudunu sarsan şiddetli bir titreme. Bilgisayarının başından kalktı ve koltuğun üzerinde duran hırkasını geçirdi sırtına. Dışarıda güneş vardı. Çığlıklar ve motor sesleri. Bir fren sesi. Dijital bir bibleme…

Sigarası yoktu. İçmiyordu sigara ama olsaydı içerdi bir tane.

Nefret bile etmiyordu artık hiçbir şeyden. Her şeyi sevmiyordu sadece. Yalnızca, içten içe sıkılıyordu ve hep sıkılmıştı zaten, içten içe. Of, bu cümle resmen boğdu onu.

Elini ağzına götürdü ve sigarasından bir nefes çekti. Yoktu, ama yine de yaptı.

Kendini yazmaktan usanmıştı. Yorulmuş ve tabi ki sıkılmıştı. İstemiyordu, çünkü biliyordu. Kendisini biliyordu. Bilmek istemiyordu ama bilmesi sağlanmıştı. Kendi benliği bilincine konulmuş bir bilgiydi. O istememişti. Evet, yukarıda yazdıklarına -şu en yararlı ve değerli bilgi safsatasıyla ilgili paragraf bilhassa- bir tutam bile inancı yoktu. Aklının inanan ve güvenen kısmı onların kontrolündeydi. Bu yüzden direnmiş ve mücadele etmişti. Kavgaya karışmıştı. O kavgada ağzını burnunu dağıtmışlar ve zorla kendini bilmesini sağlamışlardı. Kaçmak da yararsızdı. Hem onlardan, hem kendinden kaçacak kadar saha deneyimi yoktu. Lanet olsun bunlara! Korkak değilim ben! Ama… … …

Kafasının içinde nükseden -zaman zaman oluyordu böyle- bir patlama sesiyle açtı gözlerini. Kendini toparlaması yirmi saniyesini aldı. Yerde yatıyordu. Yüksek bir tel bariyerin dibinde, atılmış karton kutular ve tenekeden çöp kutuların yanındaydı. Atlarken kafasını sert bir şeye çarpmış olmalıydı. Zonkluyor ve acıyordu. Çok fazla baygın kalmış olamazdı, hala tel bariyerin öteki tarafından koşan ayakların telaşlı patırtısı ve öfkeli bağrışmalar geliyordu kulağına. Köpek havlamaları da vardı. Sokak köpeklerinin havlamalarına karışan, istikamet belirten eğitimli köpek havlamaları, siren sesleri, uykusu bölünen çocuk zırlamaları…

Doğruldu ve koşmaya başladı. Sol bacağı aksıyordu koşarken. Ağırlığını sağına vererek devam etti. Bu arada işlek bir caddede olduğunun farkında olamayacak kadar dikkati dağılmıştı ve neredeyse bir spor araba tarafından tepeleniyordu.

Hani herkesin hayali olan kaza!

Her neyse, bu saçma sapan klişe bile onu kararlı kaçışından alıkoyamadı. Elleriyle dur işareti yaparak üzerine doğru gelen tüm spor arabaları yavaşlattı ve koşar adım caddeyi geçti. Arkasındalardı hala. Sesleri kulağına kadar geliyordu. Diğer kulağı fazla önemsemezdi böyle şeyleri. Biraz nefeslendi, çevresine bakındı. Saklanacağı bir yer arıyordu. İşte tam da o sırada gördü kızı. Görür görmez de tanıdı. En nihayet tekrar karşılaşmışlardı. Konuşacakları çok şey vardı.

Muhtemelen kız da, bu karşılaşmayı kafasında binlerce kez tasarlamıştı. Hepsi bir öncekinden daha ROMANTİK; belki daha EROTİK! Ama onu üstü başı toz toprak içinde, koşmaktan nefes nefese, terli ve bir hayli telaşlı halde hiç düşünmemişti.

Ne arıyorsun burada? Ne oldu, neyin var?

Anlatırım ama bana biraz zaman ver. Beni burada bekle.

Aceleyle caddenin soluna bakan köşede duran ve fazla dikkat çekmeyen ufak bir kitapçı dükkânına daldı ve oradan en ağır ve büyük SÖZLÜĞÜ satın aldı. Parası ucu ucuna yetmişti. Zamanı yoktu. Tekrar kızın yanına döndü ve elinde tuttuğu ağır sözlüğü hızla kafasının orta yerine geçiriverdi. Kızı bayıltacak denli şiddetli bir darbe olmuştu. Diğer kulak bile darbenin şiddetli KÜÜT! sesine duyarsız kalamamıştı. Çınlamaya başlayarak protesto etti bu nahoş usulsüzlüğü!

Başarmıştı sanki. Zafer onundu! Artık elinde bir rehinesi vardı. Her şeyi yapabilirdi onunla, her şeyi yaptırabilirdi onun sayesinde. Sonsuz bir olasılıklar zinciri halkasının iç gıcıklatan şakırtı sesleri geliyordu, kendisinden taraf olan kulağına. Diğer kulağı ise, galiba onursuzluğun zaferi olmaz der gibi seğiriyordu; tıpkı bir balıkçı yelkeni gibi.

Elbette AŞK da vardı. Üstelik…

zaten vardı!

Dört yapraklı yonca benzeri bir şeydi onların Aşk’ı. Zor elde edilmiş ama çok kolay ve bencil bir zalimlikle yitirilmiş…

Biri omzumdan tuttu ve sertçe kendine çevirdi! Korkuyla sıçradım yerimde.

Ne yapıyorsun!

Ben? Bilmem, ne yapayım?

Saçma sapan güzellemeler yapıyorsun… yeterli bilgiye sahip değilken üstelik ve klişe bir romantizm sevdasına bel bağlıyorsun.

Kimsin lan sen? Sen de Mr. Spock’a benziyorsun; klişeden bahsedene bak!

Benim kim olduğum ya da kime benzediğimi boş ver sen…

Anında yüzü kurabiye hamuru gibi yumuşayıp başka bir şekle büründü. Şimdi de aynı Falconetti’ye benziyordu. Yani o karaktere can veren aktöre. Tanımıyorsunuz değil mi?

Evladım, ona buna benzetmeyi bıraksana yüzümü. Ne dediğimi anladın mı sen?

Yine değişmeye başlamıştı yüzü…

Evladım deme lan bana!

Sakin ol. Ben tarafsızım. Sadece seni uyarmak istiyorum. Lüzumsuz ironik çağrışımlara yöneliyorsun. Bilgiden kaçayım derken, yine ondan faydalanıyorsun; yani kızın kafasına ansiklopediyle vurmak neden?

Sözlük…

Her neyse; boş benzetmeler, ucuz edebiyat! Yapma çocuğum böyle…

Doğru konuş lan! Çocuğummuş… sana mı soracam ne yazacaamı…

Yüzü birden Gargamel’e dönüştü karşımda… sonra da Bonanza da ki Hoss Cartwright oldu.

İyi be, iyi! Yardım edelim dedik, işitmediğimiz hakaret kalmadı! Rahat bıraksana yüzümü yahu; muhteviden kalma dizi oyuncularına yoğurup duruyorsun.

Ne demek lan, muhteviden kalma! Hem, kim senden yardım istedi hırt! Senin kim olduğunu bilmiyorum sanki… sen, beynimin kontrol altında olan lobundan fırladın geldin değil mi? Kimi kandırıyorsunuz lan siz, dürzü ib…-a… lan siktir git!

Öyle olsa ne olur ha, öyle olsa ne olur? Seni doğruya ve mantığa yönlendiriyoruz işte. Aşkı bile anlatmayı beceremiyorsun daha. Hehe…

Sırıtma lan karşımda, ukala yavşak! Mantığa çağırıyormuş. Sizin mantığınızı biliyorum ben. Geleceğe dönük planlarınızdan da haberim var. Asıl niyetiniz belli sizin!

Öyle mi… neymiş ki bizim niyetimiz?

Yüzü eğildi, büküldü; sonunda Dallas’ın riyakar ve ikiyüzlü J.R.’ına dönüştüğünü anladığım anda, okkalı bir tükürüğü yapıştırıverdim suratının ortasına!

Aaa… seninle de hiç konuşulmuyor ki birader! Bu ne ya!

Senin yaptığın muhabbet mi lan… karşıma geçmiş, götünle çekirdek çitliyorsun…

Kim demiş? Yalan, vallahi de yalan… biz yapmayız öyle şey… İtikadımız yüksektir bizim.

Öyle tabi… herkes öyle biliyor.

Çıkardım fotoğrafları trençkotumun yan cebinden. Attım suratına. Dünyanın hemen her yerinde götünle çekirdek çitlemişti bu herif. Fotoğraflar yalan mı söyleyecek?

Üzerimde bir trençkot olduğunu bilmiyordum. Ona da şaşırdım. Gri böyle… kırışık…

Baktı resimlere. Şaşırmış görünmüyordu, aksine eski günleri yad edermiş gibi bir gülümseme oturmuştu Yakari’ye benzemiş Kızılderili suratında.

Sen mi anlatacaksın bana aşkın failün-failatün çekimini… anlatabilsen bile benim AŞKIMIN o kalıba oturacağını nereden çıkartıyorsun, KEPAZE!

Hafif içerlemiş bayan Topesto gözleriyle baktı biraz. Sonra fotoğraflardan birini seçip bana gösterdi. Almak istiyordu. Başımı hafif yana yatırarak onayı çaktım. Acayip afiliydim.

Yüksek umutlar mı besledik beraber? Sanki veya belki…

Ama her şeyin sonunda elimde kalan ve suratımda patlayan gerçek, maalesef; kadınların ilk tutkusunda aşığını, sonrakilerde ise sevdiğinin sadece, hep aşk olduğu aforizmasıydı ki lanet olası kehanet, evet benim adıma sanki bir kehanet gibi, Byron imzasını taşır. Her ne boksa işte!

Yeter hadi, tamam! Kaybol, gözüm görmesin seni…

Fena bozulmuştu. Döndü sırtını bana yavaşça, elini cebine attı ve bir avuç günebakan çıkardı. Ağır ağır uzaklaşırken, bir yandan da pantolonun düğmelerini açmaya çalışıyordu.

Ona söylemedim ama o da az afili değildi hani. Tabi ya, bir düşünsenize. Kim gösterişli bir gondolla Grande Canal üzerinde gezinti yaparken, Dante’nin İlahi Komedyasında bile adı geçen Venedik Tersanesine nazır götünü açıp da çekirdek çitlemiştir.

Yok!

İşte bu, beynimin kontrol edilen lobundan çıkıp gelen adamın, ilk kez giydiğim trençkotumun cebinden çıkarttığım ve sonunda kendisi için seçtiği fotoğrafın hikâyesidir. O hikâye de hiç utanıp sıkılanmadan elbet bir gün yazılacaktır.

Gerçi Dante “Inferno” da birazını çıtlatmıştı…


HEPSİ BU