yirmi : aklımdaki her şeyi sildim

0 y o r u m
(başlangıç ve önceki bölüm )

emlak işiyle uğraşmak benim için daha iyi olacak galiba? evine hayalet dadanan beni arar! masamda bir zarf var. ihtiyardan başka kimse bırakmış olamaz. zarfa pul yapıştırıp birine mi göndersem? babama? tubitak’a? minnet’e!

geveze ihtiyar! kocaman kocaman yazmış bir de!

minnet bey;
olan bitenler için üzgünüm ve bana ne kadar kızsanız haklısınız. size anlattığım her şey doğrudur ancak onlarla iletişime girmeniz sizin için hiç de iyi olmayacak diye düşündüm. oldukça gençsiniz ve hayat sizin hayatınız. gerçekten isterseniz onlarla bağlantı kurabilirsiniz ancak ben bunda aracı olmak istemedim… umarım anlayışla karşılarsınız.
sizin için mutlu bir yaşantı diliyorum.

not: mutfakta bulduğum kağıdı da sadece çok meraklı kişiliğinizi hesaba kattığım için zarfa koydum.

asla gözüme giremezsin!
…çok meraklı kişiliğimi hesaba katmış! bak sen!
kağıdı elime aldım ve aklımdaki her şeyi sildim. iki kelime:

“bu kadar.”

eh, sadece güldüm.

Hafif

1 y o r u m
  • uçuyoruuuuum!
  • nasıl yani?
  • vuuuuuuuuuuiiii
  • ...
  • sen de gelsene buraya!
  • nasıl gelebilirim çok yüksektesin
  • ahahhaha,hadi ama
  • ne yapmam gerekiyor bilmiyorum burası çok ağır,bastığım zemin bile bir yük üstümde
  • bastığını sandığın yer sadece!
  • sandığım mı? basıyorum işte bu bir gerçeklik değil midir?
  • gerçek nedir?
  • ne demek gerçek nedir? bilmiyor musun sanki ne olduğunu?
  • hayir,ilk defa senden duydum.
  • gerçeklik,o anda içinde bulunduğun ve senden bağımsız olan,seni etkileyen duruma denir.
  • neyden bahsediyorsun sen ?
  • gerçekliği sordun ya bana
  • hatirlamıyorum..buraya gelsene hava çok güzel!
  • nasıl oluyor anlamıyorum.önce soruyor sonra unutuyor.hem o orada ne yapıyor ki zaten...görünüşe göre uçuyor,ben ne yapıyorum peki? hiçbirşey..Hey bana baksana sen!
  • efendim?
  • oraya nasıl gelebilirim?
  • çoktan buradasın ki!
  • nasıl?
  • nasıl dediğini duydum he he he..gördün mü,hemen yanı başımdasın işte!
  • anlamıyorum..
  • anlaman gerekmiyor ki
  • YA NE YAPMALIYIM O ZAMAN SÖYLE!
  • birşeyler yapmayı bırakmalısın,senin için iyi değil...
  • tamam,tamam...oturuyorum işte buraya,bak,hiçbirşey yapmıyorum,sana bakmayı da kestim.ya şimdi?
  • hâlâ düşünüyorsuuuun!
  • düşünme..düşünme..resmen aklını kaçırmış,ne demek düşünme!düşünmezsem varolamam ki bu dünyada..dünya?işte bu!düşünme ki varolduğun yer dünya olmasın!
  • baya uzun sürdü buraya gelmen...nasıl hissediyorsun?
  • hissetmiyorum artık.burası ne kadar yüksekmiş! nereye kayboldun birden?hey neredesin?gerçekten güzelmiş böyle hafif olmak yahu,biraz turlayayım bari...uçuyoruuuuuuuuuuuuuuuum!
  • HEY SEN! SÖYLESENE NASIL ÇIKTIN ORAYA?


(bırak gitsin hepsi kalsın dünyada yapışmışlar bir dikiş gibi toprağa.)

on dokuz : bana yalan söylendiğinde anlarım

(başlangıç ve önceki bölüm )

o iğrenç döşenmiş odada beni fazla bekletmedikleri için memnunum. sehpaya bir dolu dergi atıştırmışlar; aylar öncesinin sayıları… gerçekten bir psikolojik sorunla gelmiş olsam buna fazlasıyla takardım… belki de bilinçli olarak koymuşlardır eski sayıları: zaman nedir ki onlar için!
doktorun karşısında oldukça rahat davranmaya çalıştım. komik bir gözlük düzeltme alışkanlığı var… söyleyeceklerimi not alacak galiba, oturur oturmaz o kocaman defteri açtı… önemli bir şey söylemeyeceğim, en azından onun bilmediği bir şey söyleyemem…

“gergin görünüyorsunuz?”

daha ilk cümlesiyle beni test etmeye başladı…

“hayır gergin değilim… sadece… bilirsiniz…”
“siz anlatacaksınız… benim bir şeyler bildiğimi varsaymayın…”
“anlıyorum… güzel…”
“evet; sizi dinliyorum…”
“aslında açık konuşsak daha iyi olur…”
“tabii ki… çok güzel; aklınızdan geçen her şeyi bana çekinmeden anlatabilirsiniz…”

galiba bir süre konuşmam gerekecek… beni uygun bulmazsa kesinlikle her şeyi inkar edecektir… o halde içtenlikle davranmalı ve rahat olmalıyım…

“rahat ve eğlenceli biriyimdir…”
“evet…”
“yani, dostlarım beni hayatlarının bir parçası olarak görürler ve işte, hayata bakışım her zaman olumlu yöndendir… genellikle yani…”
“ne işle uğraşıyorsunuz?”
“ah evet… çok akıllıca… size çok uygun geleceğinden eminim… ben insanların bulmak istedikleri şeyleri onlar adına bulurum…”
“daha önce duymamıştım böyle bir meslek… memnun musunuz?”
“gayet tabii… eğlenceli bir iş ve insanlara yardımcı olmak da çok hoş!”
“anlıyorum… pekala… işinizden memnun olduğunuz kadar… örneğin, sosyal ilişkileriniz…”
“evet?”
“yani… sosyal ilişkileriniz ne alemde sizce?”
“iyi? bence, yani işte, bu aralar bir duygusal ilişkim yok… ama ailemle falan iyi… seviyorlar beni ve… bir sorun yok sayılır…”
“sayılır derken?”
“bana düzgün görünüyor demek istiyorum… olması gereken nedir pek kestiremiyorum… memnunuz…”
“benimle konuşmaya neden ihtiyaç duydunuz; bundan bahsedin…”
“sizinle? aslında… bakın benim psikolojik bir sorunum falan yok…”
“olması gerekmiyor?”
“tabii… haklısınız… herkes kadar stres falan… benim buraya gelme amacım…”
“evet?”
“açık konuşalım..”
“lütfen.”
“sisteminize dahil olmak istiyorum.”

dananın kuyruğunu saklamak ister misiniz? benimle ilgili sayfalarını daha rahat bulmak için, bence not aldığınız defterin içinde saklayın…
ama sanki kendi kuyruğu onu rahatsız etmiş gibi oturuşunu tamamen değiştirdi… evet, işte ben böyle biriyim… açık konuşun benimle!

“sistem?”
“anladınız…”

gülümsüyorum… güven ve sıcaklık yaymaya çalışıyorum… acaba oluyor mu?

“açıklar mısınız?”
“size her şeyi anlatayım… böylece samimiyetim hakkında da fikir sahibi olursunuz…”
“buyrun, sizi dinliyorum…”

bürom evet bürom; gelsin geveze bir ihtiyar, evet geveze, telefon ve onun şarj aleti, yaa, ne kadar saçma değil mi, mesaj diyor ama bakamaz, buna rağmen kabul ettim neden çünkü mayın tarlası üzerine ip germişler, mecburiyet bilirsiniz, hayat şartları, bir de eski sevgilim kısadalga, evet arkadaşız, ama uzun süre hiç görüşmedik çünkü, çünkü bilmiyorum ama onunla ilgisinde bir sürü dert varmış başımda sonra fark ettim, iyi oldu rahatladım, konuşmak bazen rahatlatıyor, evet teşekkür ederim, sonra götlek, torunu sinan, eşcinsel, size görünsün, tanırsınız mutlaka, televizyonla ve dizilerle aranız nasıl, benim hiç iyi değildir, işte ölü dediler aman tanrım olur mu dedim, benim müşterim fakat aldılar karakola götürdüler, hayır sadece bir iki saat kaldım ama yine de hoş değildi, evet, ardından bir sürü garip olay, mesajdı telefondu, istasyondu derken hanımefendi çıktı geldi anlattı her şeyi, işte her şeyi, zaman makinesini, sizi, yaptıklarınızı, adresinizi verdi çünkü ben de istedim, eh şudur budur… tamam mı? işte hepsi!

“anlattıklarınız çok ilginç..”
“değil mi! ama hepsi doğru; bana yalan söylendiğinde anlarım!”
“madem açık konuşmaktan yanasınız, ben de sizinle açık konuşayım…”
“teşekkürler…”
“sanırım o hanımefendi size bir iyilik yapmak istemiş…”
“evet , onu ikna edene kadar canım çıktı…”
“demek istiyorum ki yoğun şeyler yaşamışsınız ve kafanız oldukça karışmış…”
“evet, haklısınız, ama kendini bilen biriyimdir ve komplekslerimle yüzleşmekten çekinmem…”
“şunu hemen belirteyim ki ben sadece bir psikoloğum ve kendi alanımla alakalı birkaç dernekten başka hiçbir organizasyonla bir ilgim yok…”

direniyor!

“belki beni biraz heyecanlı buldunuz ama aslında oldukça makul ve soğukkanlıyımdır…”
“elbette… fakat açık konuşmamı istediniz… sizinle tekrar görüşelim… seanslar olumlu sonuçlar verecektir… bu arada biraz çevrenizden ve işlerinizden uzaklaşabilirsiniz; örneğin sakin bir tatil size iyi gelecektir…”
“bakın ben ruh hastası falan değilim!”
“elbette değilsiniz… sadece konuşmaya ihtiyacınız var…”
“müesser hanımı tanıyor musunuz?”
“lütfen… sakin olun… ismini ilk defa sizden duydum…”
“aşağılık geveze!”
“sinirlenmeyin lütfen, tam bir hafta sonra bu saatte…”
“gerçekten hiçbir ilginiz yok mu?”
“bir ilgim olmadığını beraber konuşarak ortaya çıkarabiliriz…”

kapıyı çarpıp çıkmadan hemen önce adama öfkeli bir bakış attım ama tam o sırada kalemini yere düşürdüğü için bunu göremedi… kapıyı çarpmamla defterini de düşürmesinden korktum ve olanca gücümle oradan uzaklaşmak istedim. sekreteri plastik gülümsemesiyle beni karşıladı ve hatırımı sordu. somurtarak gülümsediysem de onun ifadesinde bir değişiklik olmadı ve soğukkanlılıkla benden muayene ücretini talep etti…

(devamı: son bölüm!)

Uygulamalı Yanıtı Bir Ömür Süren Soru

0 y o r u m
Felsefe sınavı vesilesiyle 1 haftada ve yarım solukta okuduğum, hayatın anlamı üzerine yazılmış 3 kitabın ardından, kendi hayatımdan ziyade başkalarının hayatları üzerinde düşündüm.
-İvan İlyiç ölüm döşeğine geldiğinde 'ben ne yaptım?' diye sormuş kendine, daha doğrusu ben neler yapmamışım neler! demiş olsa gerek..
-Ama hocam İvan İlyiç gibi yaşamıyor muyuz hepimiz, neresi kötü ki düzenli bir hayatın?

Bu konusmaya şahit olduktan sonra, insanlığın kurtulacağına olan inancımı yitirmediysem de, son zamanlarda 'oldukça iyimser' davrandığımı farkettim. Birisi bu kitabı okuyor, adamın koca bir hayatı 'uygun düşen' işler yapmakla harcadığını görüyor, hâlâ da gelip, hepimiz böyle değil miyiz, bunun neresi kötü diye sorabiliyor! Bazıları 'soruyor' gibi görünseler de, aslında sormuyorlar, hayır. Kafasında yarattığı o yapışık ve içinden çıkılmaz, kokuşmuş şartlanmaları, sonuna bir soru işareti koyarak başkalarna bulaştırmaya çalışıyor sadece..

İnsanların kendilerine ne kadar eziyet ettiğini gördükçe içim acıyor.' Bana ne' diyip işin içinden çıkamıyorum da, çünkü ben 'bana ne' diyerek ben olmadım. Kendime ihanet etmemek için bütün günümü birlikte geçirdiğim (istemsiz de olsa), aynı havayı soluduğum bu insanlara sırtımı dönemiyorum. Sanki donmuş bir denizin üzerinde kürek çekip, havada uçan kar tanelerini seyrederken 'işte ilerliyorum' diyorlar. Halbuki bir yere gittikleri yok..

Hayatın anlamı nedir sorusu defalarca geçmiştir önünüzden, bazen de arkanızdan bir yerden. Fazla düşünmeyiz bunu, ölünce anlayacağımıza inanırız nedense. İşin trajik tarafı şudur, hayatın anlamını bulmuşuzdur zaten, elimizde duruyordur ama bir zahmet gözlerimizi ona çevirip bakmayız, nedir ki bu diye, ölürken anladığımızı sandığımız şey, aslında 'uygun düşen daha iyi bir şey kalmadığından ötürü' onu okuyup, demek buymuş demektir! İşte bu yüzden, hayatın anlamını bilmek, bir problemin çözümünü bilmeye benzemez, hayatı anlamlı yaşamaktır, problemi çözmüş bulunmaktır. Eğer ki diyebiliyorsanız; hayatın anlamını biliyorum ben, ve dürüstseniz, yaşdığınız zaten sizin hayatınızdır. Kendininkini çoktan bulup sizi de ona katmak isteyen bir başkasının değil..

bağu

0 y o r u m
"...Papalagi'nin bütün bilgeliği, bu kağıtlara dökülmüştür. Her sabah ve her akşam kafasını bunun arasına sokmak zorundadır. Yeniden doldurmak, doyurmak için. Böylece daha iyi düşünebilsin, kafasının içinde daha çok şey olsun diye. Tıpkı muzları yiyip, bedenini adamakıllı dolduran atın daha iyi koştuğu gibi... ...Ne denli budalaca olursa olsun yine de hepsi kağıtta yazılıdır.."

Tuiavii


- Japon modern fotograf sanatı hakkında konuşan adamlardan birinin batının bireyselciliği, doğunun toplumculuğu sindirmesi ile ilgili teoriyi destekleyici tavrı üzerine yine kendisinin ya da yanındaki -ne farkeder- Fritjof Capra'nın Fiziğin Taosu'nu okumamızı şiddetle tavsiye etmesi. Poff poff pofff
Üzerine ben de ahkam keseyim iyice kafalar muğlaklaşsın, batı, doğu, aradakalmışlar düşünce, söylem( söylem çözümlemesi lafı da pek saçma geliverdi şimdi), davranış, tutum, mesaj, o felsefe, bu kanun birbirine girsin, insanlığımızdan sıyrılalım, ilahi varlığımızla ortalıkta salınalım, bilgeliğimizin başını okşayalım istiyorum.

Ne güzel, aslında ne ihtişamlı demeliyim ama bir taraftan naif hem de agresif, bir taraftan ciddiyetten gebermek üzere bir taraftan umursamazın teki.

Hepsinin başını okşarım ben.
Kendininkinin başını okşayanınkini de okşarım.

Yaşasın bilgeliiiiiikkkkkk !!!

on sekiz : icadından önce kullanılabilecek istisnasız tek alet

(başlangıç ve önceki bölüm )

“sizleri korkutmak ya da üzmek istemezdim doğrusu…”

korkmadım ki korkmadım ki!
pekala bir ara korktum ama daha çok kendimden korktum…

“nereden başlayacağımı bilemiyorum…”
“en başından başlayın?”
“başını sonunu ben de karıştırmaya başladım.”
“benim büroma geldiniz…”
“hayır o sonu sayılır…”
“evet… o zaman kazadan bahsedelim?”
“saçma sapan bir kazaydı… en iyisi ben en başından anlatayım…”
“bence de…”

sanki aynı şeyleri söyleyip duruyoruz?

“yıllar önce gazetenin birinde ilginç bir haber okumuştum… habere göre, birileri, insanları zaman makinesi icat edildiğinde sizi kendi zamanınızdan alacağız, diye kandırıyormuş…”
“bir çeşit dolandırıcılık yani? aslında güzel fikir…”
“hayır dolandırıcılık sayılmaz çünkü bunu para karşılığı yapmıyorlar…”
“ne istiyorlar?”
“sadece eğlenmek? biraz da insanlara yardım etmek…”
“eğlenmek mi?”
“anlatacağım…”
“lütfen…”

şenay hanım bize bakıyor… konuştuklarımızdan bir şey anlamadığını ama soru da sormaya cesaret edemediğini sanıyorum…

“ben bu insanlarla bağlantı kurdum…”
“nasıl?”
“sizin bunu sormanız saçma değil mi? buldum işte…”
“anlıyorum… mümkün tabii…”
“ne kadar ciddi olduklarını araştırdım ve yalan söylemediklerini anlayınca beni de aralarına almalarını istedim…”
“klüp gibi bir şey mi bu?”
“aslında sayılmaz… üç beş kişi bunlar; benim gibilere yardım ediyorlar ya da işlerine dahil ediyorlar…”
“sizin nasıl bir yardıma ihtiyacınız vardı?”

kendimi polisiye romanların son bölümlerinde katili sorgulayan dedektifler gibi hissediyorum…

“ben sadece çok sıkılıyordum… işim gücüm yoktu…”
“merak da ettiniz tabii…”
“elbette! siz olsanız merak etmez misiniz?”
“bilmiyorum, doğrusu bana pek sağlammış gibi gelmedi…”
“ilk başta bana da gerçekçi gelmemişti…her neyse, beni uygun buldular ve normal yaşantıma devam ettim…”
“zaman makinesi midir nedir o zamazingoyla dolaştırdılar mı sizi?”
“bana inanmıyorsunuz…”
“hayır… zaman makinesi gibi bir şeyin var olabileceğine inanmıyorum… yani aslında evet geleceğe gidilebilir ya da zaten her an geleceğe doğru ilerliyoruz… ama geçmiş dediğimiz şey sadece bizim bir şeyleri anlamamızı kolaylaştırmak için uydurduğumuz bir kavram… öyle değil mi?”
“zaman makinesi olanaklı… geçmişe dönmek de… zaman makinesi, icadından önce kullanılabilecek istisnasız tek alettir.”
“ne yani zaman makinesiyle geçmişe gittiniz mi?”
“hayır… dediğim gibi zaman makinesini kullananlar üç beş kişi… beni kaza geçirmeden bir iki saniye önce aldılar ve yerime üstün bir teknolojiyle yapılmış cansız kopyamı yerleştirdiler…”

bak şimdi!

“kimse görmedi mi bunu yani?”
“bir saniyeden çok daha az bir zaman diliminde oldu …”
“yani araba aslında size değil bir şeye… ee… mankene çarptı?”
“evet…”
“yani siz hiç ölmediniz?”
“söylemiştim!”

söylemez olaydın!

“peki bunu neden yaptılar?”
“beni dinlemiyor musunuz siz?”
“dinliyorum… dinliyorum ama…”
“onlarla bağlantı kurdum ve beni de sistemlerine dahil etmelerini sağladım…”
“onlar sizin hayatınızı kurtardıktan sonra neden ailenize ulaşmadınız peki?”

yaa… şenay hanım da bakıyor işte… açıklayın bakalım!

“evet anne; neredesin dört yıldır?”
“bunu yapamazdım… bir anlaşmam vardı… benim normal şartlarda o kazada ölmem gerekiyordu ve kalan her şeyin de buna göre devam etmesi gerekiyordu…”
“nasıl bir anlaşmaydı o müesser hanım?”
“bana oldukça kapsamlı bir şey, oyun diyeyim, evet oldukça kapsamlı bir oyun hazırladılar… daha önce de söylediğim gibi tek dertleri zamanı eğlenceli geçirmek… kendi kuralları olan bir tür bilmeceler bulmacalar yığınıydı bu ve gerçekten de oldukça heyecanlıydı…”
“o zaman… evet, anladım… bulmacalardan biri de eski telefonunuza gönderilen bir mesajı bulmanızdı öyle değil mi?”
“bravo size!”
“peki neden kendiniz aramadınız şarj aletini? çünkü bulunması hiç de zor bir şey değilmiş?”
“kurallar gereği o anda birisinden yardım almam gerekiyordu… tamamen tesadüf eseri sizin bu işi yaptığınızı öğrendim… bana fazla sorun çıkarmadan istediğimi sadece siz bulabilirdiniz ama pek de düşündüğüm gibi olmadı doğrusu….”

neden? çünkü ben kolay lokma değilim…. bende anlama bilme güdüleri oldukça gelişmiştir… hatta merak duygum ara vermeden her zaman işler:

“çok merak ediyorum, kartlı telefondan nasıl olup da mesaj göndermişler?”
“kartlı telefondan mı?”
“evet… telefonunuzdaki mesaj bir kartlı telefondan gönderilmiş…”
“bilmiyordum bunu…”
“nasıl olmuştur bu sizce?”
“bilemiyorum? ben anlamam o tür şeylerden….”
“bu kadar şeyi yapmış olan onu da yapar!”

şenay hanıma hak veriyorum… ama içim rahatlamış değil….

“mutfakta üste rafta… ne vardı?”
“bir kağıt…”
“o kağıdı bulunca mı bitti oyun?”
“evet…”
“ne vardı kağıtta?”
“bir yazı…”
“elbette… ama ne?”
“bunu söylemek istemiyorum…”
“öyle olsun… yani dört yıldır bu oyunla mı uğraşıyorsunuz?”
“öyle de denilebilir ama asıl önemlisi yaşamaya devam ediyorum ve hayatımın hiçbir döneminde bu son dört yılda olduğu kadar mutlu olmamıştım… belki de o kazadan sonra hayata bakışım da değişti…”
“nerede kaldınız, nasıl şartlarda yaşadınız? parayı nereden buldunuz?”
“kızım, bunların gerçekten de önemi yok… detayları, aslında sadece araç olan bu şeyleri amaçmış gibi görmemek gerek… mutlaka bir yolunu buluyorsun… sadece ne istediğin önemli…”

babam gibi konuşuyor… babam da onlardan biri mi acaba? yok canım daha neler; onun gibi birini asla aralarına almak istemezler… o zaman makinesiyle en fazla şimdiye gitmek ister… sinir bozar… adamlara makinelerini kırdırtır!

“bir şey daha soracağım… sistemlerine dahil olabilmek için ne yapmak ya da nasıl biri olmak gerekiyor? yani neye bakıyorlar?”
“bu konuda konuşmasam daha iyi olur…”
“sadece merak ediyorum…”
“gerçekten de çok meraklısınız…”
“teşekkür mü etmem gerek bilemiyorum?”
“birkaç test yapıyorlar ve asıl önemlisi ölümcül bir kaza geçirip geçirmeyeceğinize göre karar veriyorlar…”
“ölümcül bir kaza?”
“evet…”
“kazanın gerçekleşmesini neden önlemiyorlar?”
“tarihsel olayları değiştirmekten çekiniyorlar…”
“ama sizi kazadan kurtarmakla da tarihsel gidişatı değiştirmiş oluyorlar?”
“bu konuda dikkatli olmak gerek… kişilik testlerini bu yüzden yapıyorlar zaten… ayrıca sürekli gözetim altında bulunuyor insan…”
“ama bize bir sürü şey anlattınız? bizi de mi gözetim altına alacaklar?”
“tarihte önemli bir değişikliğe ya da karmaşaya neden olmayacak konuşmamız…”
“nereden biliyorsunuz?”
“şu anda konuşabildiğimizden dolayı biliyorum… bir sakıncası olsaydı engellemekten çekinmezlerdi…”

kendimi çok zararsız hatta işe yaramaz hissettim… yani benim tüm gazeteleri falan aramam, bu konuda bir kitap yazmam ya da bir film çekmem olmadı bir karşı dernek kurmam olanaksız ha? tarihi değiştirebilecek bir kişiliğimin olmadığı bu kadar alçaltıcı söylenebilir! çok kızsam hadi, inat etsem? işte şimdi aklıma kötülük tohumları düştü, diye düşünsem? ne olacak bu ihtiyar geveze ortadan kaybolacak öyle mi? ama ortadan kaybolmaz ki; sanki hiç var olmamış gibi olur ve ben hiçbir şey anlamam… böyle olması gerekir… şimdi alacağım çok kesin çizgili, çelik gibi bir karar bu kadının benimle olan tüm ilgisini yok edebilir… tek yapmam gereken bütün bunları herkese anlatmakla ilgili ya da işte tarihi değiştirmekle ilgili bir karar vermek o zaman… verebilirim böyle bir karar! dernek kuracağım, örgüt kuracağım köklerini kazıyacağım, üstlerine soğuk su dökeceğim!

“olmadı?”
“anlamadım?”
“buradasınız hala…”
“evet?”

daha ikna edici olayım!

“olan biten her şeyi dünyaya duyuracağım!”
“bunu yapmayacaksınız ya da yapsanız bile ciddiye alınmayacaksınız…”

pes!

“peki beni aranıza alır mısınız?”
“nasıl?”
“yani işte, testler falan… sizin gibi…”
“ah… ama ben size yardımcı olamam…”
“neden? sadece beni onlarla tanıştırın…”
“onları kendi çabalarınızla bulun.”
“size yardımcı oldum…”
“ben de karşılığını fazlasıyla ödedim?”
“evet… haklısınız… pekala… onlarla bağlantı kurabilmem için sizin yardımınızı istiyorum…”
“bakın…”
“lütfen… gerçekten zararlı ya da sakıncalı biri olsam benimle iletişim kurmanızı engellemezler miydi?”
“olabilir ama…”
“üstelik bir sürü şey biliyorum bu konuda…”
“pekala… elimden geleni yaparım sizin için. ama hayatınızı bütün bunlara göre düzenlemeyin!”

neden istiyorum bilmiyorum… hayır biliyorum… ben eğlenmeyi seven eğlenceli biriyim ve evet, galiba biraz daha fazla yaşamak istiyorum!

(devamı: on dokuzuncu bölüm)

on yedi : içimizden biriymiş gibi davranmayı seviyor

(başlangıç ve önceki bölüm )

dolmuşta babamın minimal ansiklopedisini yayınlayan dergiyi okumaya çalışıyordum ama dikkatimi toplayamıyordum. dikkatim benden önce büroya varmış, kahve suyu kaynatıyordu. beni bekliyor. büromda telefon melefon olmasın istedim... ama hayır, hiçbir gereksiz güç ya da kişi telefona dokunmamış! aslında sadece bir çekice ihtiyacım var, gerçekliğin çıkmış çivisi gibi duran bu boktan telefonu maddenin en sabit kafalı hali olan beton zemine çakmak için... elimde son model çekicimle, bir sabit telefondan gönderil(ebil)miş mesaja tekrar bakıyorum. çekiçli süper kahraman kimdir? şimşek thor mu? hayır; şaşkın minnet olacaktı doğru cevap!
internette her şeyi bulabilirsin yanlış kanısına rağmen telefon şirketinin web servisinden numaranın kime ait olduğuna bakıyorum ve “bir kullanıcı bulunamadı” yazısıyla karşılaşıyorum. bir çekiç darbesi de monitöre! elçiye dokunma ayıp!
numarayı tuşlamaktan başka bir seçenek yok. yine ne diyeceğimi bilmiyorum... oysa telefonu açacak kişi, kesin hazırlıklıdır... beni delirtmeyi amaçlayan gizli örgüt ayarlamıştır her şeyi... sırf gerginliğimi artırmak için hemen açmıyorlar telefonu....

“alo!”
“alo?”

sesim mi yankılandı? hayır benim sesim değil... hem vurgu da farklı sanki....

“ee... merabalar... ben müesser hanım için...”
“yanlış numara heralde....”

tabii... yanlış numara... ben de onu söylemek için aramıştım; o numaradan bir cep telefonuna mesaj gönderemezsiniz, bir yanlışlık var demek istiyordum ama neden çat diye kapatıyorsun, bekle biraz! çekicime sarılırsam hepiniz pişman olacaksınız; bunun farkında değilsiniz.
bu defa daha kesin ve mantıklı konuşmaya çalışacağıma yemin edip tekrar tuşluyorum.... daha uzun süre bekliyorum... ama telefonu bir kasaya kilitlemişler... kasayı da denize atmışlar... oradan geçen eski bir banka hırsızı olan meraklı dalgıç kasanın şifresini çözmeye çalışıyor... hava tüpü de bitmek üzere....

suyun altında nasıl duydun da açtın ha!

“iyi günler... neresi orası acaba?”
“siz nereyi aramıştınız?”

ben de böyle karşılık verirdim heralde... şimdi anlıyorum ne denli bir ukalalıktır bu! kendi kafamı kıracak değilim ama bir daha asla gereksiz sorular sormayacağım!

“aa... bende bir numara var da... ee... bu numara nereye ait diye...”
“buranın numarası ne?”

bana sormadı? hayır bana sormadı, yanında birileri var... hem bu başka biri; ilk konuştuğum kişi değil. sanki?

“ee..”
“nerede yazıyor? ha?”

kimle konuşuyor, ne diyor bu adam yahu?

“pardon?”
“bu, numara mı? alo?”
“ee... evet buradayım... neresi orası acaba?”
“istasyon burası da... galiba buranın numarası altı beş dört dokuz ee.. sekiz...”
“pardon beyefendi ben numarayı biliyorum... sadece nereye ait olduğunu...”
“istasyon... demir yolu...”
“istasyon mu? hangi istasyon?”
“büyük istasyon? buranın adı ne?”

yine başka birileriyle konuşuyor... uğultu var anlamıyorum....

“hangi semt beyefendi? alo?”
“alo! büyük, ne, ha, tamam, merkez istasyonmuş burası....”
“siz kimsiniz acaba?”
“ben? ben sırrı ateş? siz kimsiniz?”
“telefon size ait değil galiba?”
“heh hee...”

manyak! adresine bir çekiç göndereceğim, kafana indirirsin!

“alo?”
“yok bu şeyli telefon... ne diyorlardı?”

bu sakat adamın danışmanları mı var acaba?

“bu kartlı telefon.... devlete ait bu...”

ben tek bir söz bile söyleyemeyince küfredip kapattı gerzek... savunma sistemi küfürle çalışan bu adam, halka açık telefonun civarında boş boş dikilen biriydi büyük olasılıkla... çalan telefona uzun bir süre salak salak baktığından ve çevresindekilere ne yapması gerektiğini bilemeyen bakışlar gönderdiğinden eminim... sadece arama yapılabildiğini sandığı kartlı telefonun çalması onu şoke etmiştir her halde... cahil işte; o boktan aletlerle mesaj bile gönderebilen birileri olduğunu duysa heralde ağzı bir süre açık kalır... benim kadar soğukkanlı olabilse bu süre azalır tabii... ağzımı kapadım ve kapıyı açmaya yollandım ve hiç şaşırmadım. meraba şenay hanım! ben sizi arayacaktım ama şenay hanım? ne amaçla buraya kadar geldiniz ki! ben de, normal bir müşteri, beni maddi manevi her bakımdan kurtaracak biri geldi sonunda diye heyecanlanıvermiştim oysa...

“ee... hoş geldiniz, buyrun... ben sizi arayacaktım?”
“aslında evet ama yüz yüze konuşmamız daha iyi olur diye düşündüm...”
“anlıyorum...”

aslında güzel bir kadın... bana ne; çatlak işte!

“konuya hemen gireyim... ama önce, bir şeyler içer misiniz?”
“hayır teşekkür ederim.”
“mesajı gönderenin kim olduğu belli değil hanımefendi... bu arada mesaj bir kartlı telefondan gönderilmiş.”
“nasıl olur?”
“bilemiyorum... aslını soracak olursanız pek de merak etmiyorum...”
“neredeymiş bu kartlı telefon?”
“anladığım kadarıyla büyük tren garındaki telefonlardan biri...”
“peki ne zaman gönderilmiş?”

çok güzel... bu kadın çok zeki ya da ben doğru şeyleri merak edecek kadar akıllı değilim...

“ee... bakalım... bu telefonun müesser hanımın telefonuna çok benzediğini ama onun telefonu olmadığını söylemiştiniz değil mi?...”
“bilmiyorum aslında...”
“işte; sıfır altı elli, sıfır dokuz şubat... yani şubatın dokuzu... sabahın körü....”
“...”
“acaba akşam altı mı?”
“...”
“bu aletlere de güvenemiyor ki insan... 29 şubat olsaydı belki yılı tahmin edebilirdik ama...”
“sabah yediye on kala... bundan tam dört yıl önce...”
“nasıl anladınız?”
“müesser hanımın ölüm tarihi bu...”

ha, oradan anladınız! iğrenç! kadına biri arabasıyla olanca hızıyla bindirirken o sıralarda bir trenden inen ya da bir trene binmek üzere olan bir kişi, bir yabancı, bir yaratık her ne haltsa, ihtiyarın cep telefonuna, uygun olmayan bir aletten mesaj gönderebilmeyi başarır... bu mesajın kadın için çok önemi vardır... kadın belki de bu mesajı beklemiştir? ama mesajı okuyamaz çünkü ölmüştür... ölmüştür ama merak da etmektedir... belki de ihtiyacı vardır? ya da bir ölüyü diriltebilecek kadar önemli bir mesajdır? kadın bir yolunu bulur -mirveddin bey, merhabalar efendim- ve mesajı aramaya koyulur... mesajı bulur bulmaz da harekete geçer... minnet şüphelenmektedir...

“dört yıldır mutfak raflarında bir değişiklik olmadı mı yani? bu kadın birkaç tabak ya da içi geniş bir tencerenin peşinde değildi heralde? yani amacı ne; yemek mi yapmak?”
“dört yıl önce biz başka bir apartmanda oturuyorduk...”

minnet -kendimden hoşlanmamaya başladım- evli kadına şüpheyle bakar... pekala hanımefendi, isterseniz bu konuyu burada kapatalım... en azından benimle ilgili bölümünü kapatalım... ama siz kapatmak istemiyorsunuz ki!

“mesajı kimin gönderdiğini bilmemiz mümkün değil galiba?”
“bana pek olanaklı gelmiyor... yani dört yıl önce hayatına bir cep telefonu numarası olarak başlayıp, başına gelen çeşitli olaylardan sonra bir tren garında kartlı telefon numarasına dönüşen bir telefon hattından bahsetmek istemiyorum...”
“pardon?”
“anlamsız yani hanımefendi... tek bir avuntum var, o da buraya kadar zaten hemen her şeyin fazlasıyla anlamsız olması... ama anlam aramayı bir kenara bıraksak bile, yani birinin bu telefondan mesaj gönderebildiğini kabul etsek bile, aradan dört yıl geçmiş... kim öle kim kala... affedersiniz... saçmalıyorum...”
“dört yıl önce gönderilmemiştir belki?”
“belki de hiç gönderilmemiştir?”
“nasıl?”
“bilemiyorum kelimesini hayatımın hiçbir döneminde bu kadar yoğunlukta kullanmamıştım her halde... küçük bir ilkokul öğrencisiyken bile genellikle daha emindim olan bitenlerden...”
“size de sıkıntı veriyordur bunlar ancak müesser hanımın iletişim kurduğu tek insan sizsiniz...”
“tren garına gidip o telefonu bulsak bile elimize bir şey geçeceğini zannetmiyorum...”

istasyonun delisini arayan istasyonun yeni delisi olmak istemem... siyah takım elbiseli ya da üstü başı dökülen saçı sakalına karışmış bir adam, kartlı telefonun özel tuşlarına basarak mesaj gönderirken arkasında ben belireceğim öyle mi? dur bakalım! rafta ne vardı? bana yalan söyleme, başka kimlere mesaj gönderiyorsun buradan? sonra polisler alsınlar beni götürsünler: telefon kullanan birine saldıran bir deli yakaladık amirim... kim bu? minnet işte tanımadınız mı? geçenlerde de bir apartmanın önünde huzursuzluk çıkarmıştı... ha, evet... atın bunu kuyuya... ne kuyusu! biz senin gibi çatlakları kuyuya atıyoruz... kırk akıllı doktor çıkarmaya çalışıyor sonra... kuyuda minnet var yandan geç; olmaz öyle şey!

“sizce müesser hanıma ulaşmamız olanaklı değil mi?”
“hanımefendi, olanaksız olmasından daha doğal bir şey olmamalı diye düşünüyorum... hatta ulaşmaya çalışmamalıyız diye düşünüyorum... onun beni aradığı telefonun numarası aynı zamanda sizin telefonunuzun numarası... ben ne zaman arasam karşıma siz çıktınız... aslında bu durum da beni rahatsız ediyor...”
“...belki...”

kurcalamayın hanımefendi telefonunuzu... tamam benden daha zekisiniz gibi hissediyorum ama başıma iş açmanızı istemiyorum....

“başka bir numara daha mı var?”
“hayır ama...”

ne yaptığını tahmin edebiliyorum... tuşladığı numarayı biliyorum... elindeki telefondan mahalli baz istasyonuna, oradan ana merkeze ve uzaydaki uyduya hareket eden bir beklenti... uzaydaki zavallı teknoloji harikası uyduda biraz çatırdama, hafif titreme ve ne yapacağını bilememe ve ana merkeze doğru baştan atma... gözümün önüne geliyor bütün bu dalga yolculuğu... normal olarak merkezden baz istasyonuna oradan da karşımdaki telefona bir “saçmalamayın!” uyarısı gelmesi gerek... ama belki uyduyla merkez arasında, belki merkezle baz istasyonu arasında belki de hemen benim kapımın önünde, gizli güçlere sahip bir varlık müdahalede bulunuyor ve işleri karıştırıyor... son yirmi yılını telefon teknolojilerine adamış, bu işlerin kurdu olmuş biri gelse, hoş yirmi yıl boyunca telefonlarla alakadar olmaya bile gerek yok aslında, bir telefonla kendi numaranızı arayamazsınız, aptal mısınız siz, der ve gülerek uzaklaşır herhalde? ama bu kadının gözü dönmüş... benim gözüm haddinden fazla döndüğü için eski yerine geldi bile; sadece normal görünüyor... bekliyoruz... ama hanımefendi heyecanlanıyor... abuk sabuk bir şeyle yüz yüze gelmek istemiyor ve telefonu bana veriyor hayır neredeyse fırlatıyor!

“çalıyor!”

telefonu alıyorum ve ben sakinim işte hanımefendi siz de sakin olsanız ya, der gibi, demeye çalışır gibi bakıyorum yüzüne...

“aa..alo?”
“bir dakika...”

bu onun sesi!

“müesser hanım?”
“...kapatın siz, ben sizi ararım...”

içimizden biriymiş gibi davranmayı seviyor... numarayı kontrol edip aleti pis bir şeymiş gibi masamdaki gazetenin üstüne bırakıyorum... elim çekmecemde titreyen, şiddete susamış çekicime doğru gitmek istiyor.

“konuştu mu? ne dedi?”
“kapatın ben arayacağım, dedi... isterseniz siz konuşun...”

telefonu ona bir çiçekmiş gibi uzatıyorum... bir çiçekmiş gibi uzattığımı sadece ben biliyorum; bir şeyi çiçekmiş gibi nasıl uzatabilirim? ben bunu yapamam ama nazik ve görgüsü yüksek bir adam bunu yapabilir sanırım...

“hayır! ben konuşamam!”

telefonda ölülerle konuşabilmek için hızlandırılmış kursun ilk dersi: ahizeden ıslak bir dil çıkana kadar soğukkanlılığınızı kaybetmeyin...

“ama siz onu tanıyorsunuz ve anlaşmanız bu bakımdan daha kolay olacaktır...”
“ben konuşamam...”

konuşabilirsiniz, konuşamam, konuşabilirsiniz, konuşamam diye daha ne kadar konuşabiliriz? telefon çalana kadar. sonra ben telefonu üzerinize atar ve kaçarım... siz de çalan bir telefonun önünde diz çöker, salyalar çıkararak “alo...alo... hhıhhıhhııı....” diyerekten delirirsiniz... uzun sürmesi için çaba sarf edeceğim bir şehir turundan sonra, sizi büromdan almaları için hastaneyi ararım ve birileri gelip sizi akıl hastanesinin telekomünikasyon bozuklukları servisine kapatır... şu çekici de, telefon çalmadan çıkarsam çok iyi olacak yoksa şenay hanımla aramızdaki gerilim onun kocasını aldatmasıyla ve benim bir yasak ilişkiye girmemle sonuçlanacak diye korkmaya başladım. filmlerdeki gibi; telefon çalar ama çiftler buna aldırış etmek istemez, erkeğin aklı çalan telefondadır ama kadın onu engeller, bırak çalsın birazdan susar, der fısıltıyla... ama genellikle o telefon açılır ve adamın bir yerlere gitmesi gerektiğini söyleyen biriyle gönülsüzce bir konuşma gerçekleşir... hayır şenay hanım sizinle aramızda bir şey olmayacak, yani öyle bir şey...

evet bir telefon bağlantımız var galiba... müeşşer hanım, cehennemin dibinden arıyor... “merhabalar müeşşer hanım...”
“müesser olacaktı...yanlış yazılmış...”
“öyle mi... peki müesser hanım, nasıl, cehennemin dibi sıcak mı? bakın yanımızda gelininiz var... canlı yayında onunla yüzleşmek ister misiniz?”
“zaten ben de bu yüzden aramıştım... merhaba şenay... beni affet kızım!”
“bir dakika müesser hanım, önce şenay hanımdan bir şarkı alalım, lütfen hatta kalın...”

çalan telefona ve gözleri kocaman açılmış şenay hanıma bakıyorum. o gözlerini benden önce kocamanlaştırdığı için, sakin olmak zorunda hissediyorum kendimi...

“bence kendi telefonunuzu açmanız daha doğru...”
“lütfen! hemen cevap verin”

buna centilmenlik diyemeyiz...

“aa..alo?”
“anne? sen de kimsin!”

buna kara talih diyebiliriz... bu kadar klişe bir şey neden benim başıma geliyor? ben çekiyorum, mıknatısım ben, nerede çatlak varsa çekiyorum... telefonu kadına doğru neredeyse fırlatır gibi atmam da kabalık olarak değerlendirilebilir ama bu bazen de itmek istediğimdendir... gidin be!

“ee..oğlunuz..galiba...”
“alo? efendim çocuğum... ha, yok, ben iyiyim, hiç kimse değil, sen neredesin, tamam, ben seni almaya geleceğim, çekimler uzadı mı, tamam sorun değil, hayır hayır yok bir şey, tamam uzatma, hadi... iyi...”
“pardon...ama aslında...”
“önemli değil... sizin bir kusurunuz yok...”

‘iki yetişkinin bir ölüden telefon beklemesi’ isimli yağlıboya tabloya bakıyorum. merkezindeki telefonun tüm tabloya yaydığı gerginlik hissi fırça darbelerinden okunabiliyor... bu aptalca resmi kimin yaptığını bilmek istiyorum, bir imza arıyorum... bu sırada kapım çalınıyor. resmi bilinçaltımın çelik kasasına koymaya fırsat bulamıyorum ve kapıyı açmaya yollanıyorum. karşımda müesser hanım; bööö deyip kapıyı suratına çarpmak istiyor, çizgi film karakteri minnet... çizgi filmler için oldukça yaşlı hissettiğim için olsa gerek, alnımdan soğuk terler akıtarak titrediğim bir gerilim filmine zıplıyorum. ben oradan oraya duygu zıplamaları yaşarken kadın bana gülümsüyor. kelimelerin hiç birini ziyan etmek istemeyen biri gibi elimi kolumu sallayarak içeri davet ediyorum kadını... hem ne söyleyebilirim ki? dünya tarihinin en garip gelin kaynana karşılaşması büromda gerçekleşmek üzere; patlamış mısırımı kapıp uygun bir yere oturmam gerek belki ama benim de bu oyunda bir rolüm olabileceği aklıma geliyor ve şövalye zırhımı kuşanıp kadının ardından odaya giriyorum. şenay hanım, aman bana ne kim geldiyse geldi ama merak da ettim yahu, ifadesini, başını çevirip de müesser hanımı fark eder etmez kaybediyor ve yerine daha önce hiç görmediğim için tanımlayamayacağım bir ifade takınıp, çığlık atma ile şaşkınlıktan dilini yutma opsiyonlarının ikisini birden tercih ederek, en kibar şekliyle anlatmak gerekirse, böğürüyor... ben zırhımın üzerinden kıçımı kaşıyarak geviş getiriyormuş gibi yapıyorum, çünkü tek derdim soğukkanlı ve umursamaz biriymiş gibi görünmek; bununla beraber büyük olasılıkla hödük gibi göründüğümden eminim! müesser hanım ortamdaki en yaşlı ve en ölü kişi olduğundan önce ona konuşma hakkı veriyoruz... bizim her kelimemizin sonunda kocaman bir soru işareti bulunduğunu bildiğinden belki, müesser hanım bu hakkını zaman geçirmeden kullanıyor…

(devam edecek..az kaldı)

...

0 y o r u m
insanları nedamet getirmiş bir günahkardan daha iyi kim bilebilir ya da tanıyabilir gibi bir şey söylemişti bir filozof bir psikolog ya da benzeri birileri ...

Aman Diyeyim Aman

0 y o r u m
Hayatınıza aşağıdaki mail'i yazabilecek birilerini almaktan sakınmanız şiddetle tavsiye olunur

"Merhaba X,

Mesajını aldım. Ancak bu mesaj beni daha da üzdü. Evet haklısın o bilgiler için google dan bakabilirdim. Eğer o an imkanım olsaydı yinede bakmazdım. Çünkü sen bana yardıma ihtiyacım olduğunda seni arayabileceğimi söylemiştin. Bende bunun samimi olduğunu düşünerek seni arayıp istedim. Ama bunda samimi olmadığını kısa zamanda anlamam benim için iyi oldu. Ben senin işteki durumunu bilemem. Yani auditmiş falan ben bunu takip etmiyorum. Bunu farklı bir dille söyleyebilirsin. Ama sen yine her zaman olduğu gibi insanların kırılıp kırılmayacağını düşünmeden tepki verdin. Senin için farklı olduğumu düşünmüştüm ama İnsanlara ve de bana önem vermediğini bu şekilde anlamam gerekiyormuş. Yinede zamanını aldığım için kusura bakma. Bundan sonrası için ben senin zamanından almayacağımdan emin olabilirsin."

on altı : ciddiye almıyorsun beni

(başlangıç ve önceki bölüm )

bana en normal gelen yere gidiyorum...
kapıyı açan ablam beni görünce yüzümü buruşturmama neden olan bir sevinç çığlığı atıp boynuma sarılıyor. kendimi iyi hisseder gibiyim... annem ama daha çok anneannem, surat yapıyorlar bir süre... aramıyorum sormuyorum ya... haklı olabilirler... önemsemiyorum ve gönüllerini almaya yönelik yalakalıklar yapıyorum... babam çalışma odasında televizyon izliyormuş, canım hiç onunla karşılaşmak istemediğinden oturma odasına geçiyorum.
“anlat bakalım...” diyor ablam ve onun hayatına ne gibi heyecanlar katabileceğimi düşünüyorum...
“ne anlatayım ya... bildiğiniz gibi...”
“ne oldu o kızla?” diye soruyor annem... pis pis bakıyorum suratına.
“hangi kızla?”
“hangi kız? ne kızı?” diye soruyor anneannem...
abla gülüyor... salak!
“vardı ya... sevgilisi!” diye patlatıyor sonra...
“ya hep aynı şey... ayrıldık biz onunla, yıl oluyor...”
“gördüğümüz mü var!” diye sertleniyor anne...
“arıyorum ya işte arada...”
“hiç arama oğlum ne yapaca’n... işin gücün nasıl?” diyor anneanne... biraz sonra aynı soruyu bir daha soracak....
“işler iyi sayılır... babam nasıl?” diye soruyorum ablaya...
“dellenmezse iyi... geçen gün balkondan yengeç sarkıttı!”
“ne?”
“kocaman bir yengeç bulmuş nereden bulduysa, iple sarkıttı balkondan...”
“hadi ya! niye ki?”
“ne bileyim; birşeylere takmış yine... polis çağıracaklardı neredeyse... görsen; yoldan öylece yürüyen bir adamın kafasına çarptırdı... çok komikti...”
“hiç de komik değildi... sapıttı herif!” diyor annem... dilimi çıkarıyorum...
“sen nasılsın anneanne?”
“allaha şükür yavrum... dizlerim...”
“ara sıra yürüyün annemle... iyi gelir...”
“ne yürüyecekler...” diyor abla...
“sen de yürü; şişkolaşmışsın...”
“kes bee...”
“ne yapıyorsun? iş güç?” diye soruyor anneanne... anlat dur... yazayım vereyim ben sana... soracağın topu topu beş soru var zaten...
“iyi işte idare ediyoruz...” ben ve ortaklarım... ben ve tüm insanlık! öff... anneanne ya!
“aç mısın?” diye soruyor annem..
“yok aslında... anne ya, ben bu gece sizde kalacam...”
“salak mısın sen!” diyor ablam... salak mıyım; evet salak gibi hissediyorum kendimi... bu evden, babam hariç her şey sıradan diye kaçmıştım ama şimdi en çok ihtiyacım olan şey, sıradan bir ya da birkaç gün...
“niye ayrıldınız?” diye soruyor abla... annem de ilgileniyor bu soruyla... anneanne oturduğu yerde kımıldanıyor; sanki daha rahat bir şekilde oturayım artık, film başladı der gibi... ama yok size film falan...
“öyle gerekti...”
“bırak şimdi de anlat... pek iyiydiniz sanki?”
“sizin dizi film ihtiyacınızı karşılayacak değilim! ayrıldık işte...”
“ama niye?”
“sevmiyormuşuz birbirimizi...”
“bak sen şu işe!” diyor annem...
“yok mu sizin işiniz gücünüz... ben babamla konuşayım bir...” diyor ve ayrılıyorum yanlarından... arkamdan nasıl baktıklarını biliyorum... kafalarındaki bir aşk öyküsü şablonuna beni oturtmaya çalışıyorlar...
babam geldiğimi biliyor... sesimi duymamasına olanak yok... ama yanına oturduğumda yüzüme bakmıyor bile...
“dangalak bu adam...” diyor, izlediği programda konuşup duran birini elindeki kumandayla göstererek... laf olsun diye, ne diyor ki, diyecekken telefonum çalıyor. cebimden aleti çıkarırken babam her hareketimi dikkatle izliyor... elimdeki telefona sonra babamın yüzüne bakıyorum. gördüğü en iğrenç şey, elimdeki bu telefon... dikmiş gözlerini... gıcık ve tizden bir melodi, gözümden onun gözüne, onun gözünden telefona, telefonun ekranından burnuma çizilen doğrulardan oluşturulan şeytan üçgenine müzik oluyor... bu şekli kaç yıl koruyabiliriz acaba? bizi görmek için yurt dışından bilim adamları ve meraklı turistler eve akın eder mi? ablam kapı girişinde bilet keser...
şeytan üçgeninden yüzerek uzaklaşıyorum... dalgalar çalışma odasının dışına atıyor beni... ama şimdi alacakaranlık kuşağındayım... arayan tabii ki “geveze ihtiyar” ...ya da onun çatlak gelini?
“efendim?”
“sizinle konuşmam gerek...”
“ee? kim arıyordu?”
müesser hanımın gelini, ismi neydi, işte o arıyor... ama ağırdan almam gerek... alabiliyor muyum? ...ağırdan?
“ismim şenay... müesser hanımın geliniyim...”
“buyrun; nasıl yardımcı olabilirim size?”
kaç ton çekiyor?
“kaynanam bu gün eve geldi...”
“hay aksi? ölmemiş miydi müesser hanım? nasıl olur?”
o kadar ağırlaştıracağım ki soluksuz kalacaksın....
“o gün olanlar için üzgünüm... lütfen beni anlamaya çalışın... sadece sizin, bazı şeyleri açıklayabileceğinizi sanıyorum...”
“ben? ...sanmıyorum. aslında müesser hanımla artık hiçbir ilgim kalmadı ve açıklanacak bir şey yok....”
“sizin bir şeyler peşinde olduğunuzu zannetmiştim; gerçekten özür dilerim... ancak sabahtan beri kendimi toplayamıyorum ve sizden başka kimsenin bana yardımcı olamayacağını düşünüyorum....”
“hanımefendi, gerçekten size yardımcı olmak isterim ama...”
“kaynanam bu sabah eve geldi; hiç konuşmadı ve...”
“doğrudan mutfağa mı gitti?”
...sessizlik...
“alo?”
“nereden biliyorsunuz bunu!”
“tahmin ettim...”
“evet, hiçbir şey söylemeden mutfağa geçti... donup kaldım; inanın çok korktum... sonra yüzüme bile bakmadan çekip gitti...”
“konuşmadınız hiç yani?”
“hayır! yüzüme bile bakmadı...”
“peki eve nasıl girdi yani kapının içinden falan mı...”
“zil çaldı, gittim açtım... içeri dalıverdi...”
“apartmana rahatça girmiş demek ki...”
“kendimi çok kötü hissediyorum... kocama ve sinan’a bir şey sezdirmemeye çalışım ama gün boyunca ruh gibiydim...”
“ruh gibiydiniz ha?”
“lütfen bana yardım edin...”
“bakın; daha önce de belirttiğim gibi müesser hanımla işim kalmadı... yapabileceğim bir şey de yok sanırım... ama size samimiyetle şunu söyleyebilirim... müesser hanım benden telefonundaki mesajı okuyabilmek için şarj aleti arattırdı... bunu daha önce de anlatmaya çalışmıştım...”
“...gerçekten çok üzgünüm...”
“...her neyse... daha sonra mesajın içeriğini öğrendim... mutfakta en üst rafta, diye bir şey... bana gayet anlamsız geliyor. ancak anlaşılıyor ki, müesser hanımı harekete geçirmiş... yani mutfağınızda üst rafa... sahi ne vardı mutfakta üst rafta?”
“üst raf mı? peçeteler ve küçük havlular... anlamıyorum...”
“müesser hanımın ilgilendiği başka bir şey vardı galiba? onu huzurevine falan mı postalamayı düşünüyordunuz?”
“huzur evi mi? bu da nereden çıktı?”
kısadalga’ya karşı uydurmuştum yahu ben onu... hay aksi... bazen kendimi kontrol edemiyorum...
“yani acaba müesser hanımdan gizlediğiniz çok önemli bir şey...”
“hayır; yok öyle bir şey... müesser hanımdan neden bir şey gizleyelim? ayrıca asla onun huzur evine falan gitmesinden söz edilmedi... beraber yaşıyor olmaktan dolayı çok mutluyduk....”
“yüzüme bile bakmadı diyorsunuz?”
“evet! zaten korkutucu bir durum ama bu beni daha da korkuttu....”
belki sarılıp öpmeye kalksaydı çok daha korkutucu olurdu!
“tanımazlıktan mı geldi?”
“sanki ben orada değilmişim gibi...”
“anlıyorum... evet, size söyleyebileceklerim bu kadar...”
“peki ama kim göndermiş mesajı?”
çok güzel bir soru... bunu merak etmemiş olmam açıklanabilir gibi değil... sersemin biri miyim ben? mesajı kimin gönderdiğini nasıl olur da okumam? çok garip....
“ee.. inanın bilmiyorum... yani...”
“baksanız?”
“bakamam... evet bakamam çünkü telefon büromda... çok garip...”
“nedir garip olan?”
“ee.. hepsi... her şey çok garip ama... kimin gönderdiğine bakmış olmam gerekiyordu...”
“bunu yarın öğrenebilirsiniz herhalde?”
“evet... tabii yarın öğrenirim... galiba... telefon hala bürodaysa....”
“büromda dediniz...”
“büromda... ama orada bulamazsam hiç şaşırmayacağım... çok garip şeyler oluyor biliyorsunuz...”
“anlıyorum... lütfen yardımcı olun... olanlar için tekrar özür dilerim ama... anlayış gösterin ki birdenbire... yani...”
“tamam hanımefendi... sorun değil... ee... ben size bilgi vermeye çalışacağım... bu numarayı... ee.. arayabilirim değil mi?”
“tabii istediğiniz zaman arayabilirsiniz...”

telefonu cebime koymadan önce kapattım...böylece hem aradığım ve alıştığım normal yaşantının bir süre de olsa devamını hem de babamla aramdaki şeytan üçgeninin parçalanmasını sağladım... ama babam şeytani bir düzlemi hiçbir doğru kullanmadan da oluşturabilecek biri... tekrar yanına oturduğumda televizyondaki adamla işi bitmişti... şimdi öncelikle beni ve dangalaklığı aynı kaba koyacak ve kısa süre içinde, özene bezene ekleyecekleriyle sinir bozucu, bol acılı bir kavramsal çorba hazırlayacak...
“ben, ismimin her söylenişinde aynı tepkiyi vermem... neden biliyor musun?”
“hayır bilmiyorum baba...”
“çünkü özgür yaşamak, akıllıca seçimler yapmakla mümkündür...”
susuyorum... hep böyle olur... o bir şeyler söyler, ben susarım çünkü söyleyeceğim her şey onun çağrışımlarını besler ve bir ya da birkaç konunun daha aklına eklenmesine neden olur. susarsam, çağrışımları sadece kendi sözlerinden ya da benim yerime verebileceği cevaplardan beslenir ve aslında değişen pek bir şey olmaz... belki daha kısa sürer?
“sana biri her seslendiğinde ağzında salyanla dönüp bakarsan bunun sonu asla gelmez... bu cep telefonları da böyle... her ses çıkardığında hayatında bir mola veriyorsan, seni kontrol etmeye başlamış demektir...”
onun da cep telefonu var... hatta cep telefonları ilk defa piyasaya çıktığında zıplaya zıplaya alıvermişti kendine... özgürlük sınırları genişliyor diye söylevler vererek! çoğunlukla yanına bile almıyordu telefonu ama... istediğimde kullanabileceğim bir alet hepi topu; kalp pili değil ki yanımdan ayırmayım, diyordu... birisi aradığında canı konuşmak istiyorsa cevap veriyordu... hala da öyledir... evdekileri bu konuda eskiden beri deli eder... dibinde zırıldayan telefonu açmaz bazen, ablamın banyodan köpükleri küfürlerine karışmış halde çıkıp, telefona koşturmasına kahkahalarla güler örneğin... itfaiyeci misin sen, salak bir zil sesine uyup hayatını mahvediyorsun diye dalga geçer....
“sürpriz haber mi aldın ne oldu?”
“ee.. yok, işle ilgili bi’şey...”
“işle ilgili?”
“evet...”
yüzüne baktım şüpheyle... ona bahsetmek istiyorum ama korkuyorum da... yemeği bile yiyemeden evden kaçmama neden olabilir bir kamyon lafıyla.... cümlemin yarısına gelmeden gözünü televizyondan bana kaydırır ve öyle bir kilitlenir ki, uyuyana kadar rahatsız edici bakışlarından kurtulamam...
ama onunla konuşmalıyım... bana yardımı dokunabilir... yavaş yavaş girsem konuya? başka şeylerden bahsediyormuş gibi...
“baba... sence... ee..”
“ne!”
gevelememeliyim... nefret eder...
“ölüm hakkında ne düşünüyorsun?”
“kimin ölümü hakkında?”
evet... genelleme yapmamak gerek...
“yani, ölüm işte... ölmek ne demek?”
“sözlüğe bak...”
sallıyor beni... pekala, balıklama dalayım konuya....
“bir müşterim var... kendisi üç dört yıl önce ölmüş...”
“senin o işi kıvıramayacağını söylemiştim...”
“ne? nasıl yani?”
“aptal aptal konuşma...”
“gerçekten... bunu sana anlatmayı çok istiyorum... kadının biri; birkaç kere yüz yüze konuştuk ama üç dört yıl önce bir trafik kazası sonucu ölmüş... hayalet gibi değil ama sanki...”
“yaşıyor hala öyle mi?”
“evet!”
“ee?”
“ölen biri nasıl yaşama döner?”
“ölmek bir eylem çeşidi değildir... ölen biri yaşama dönemez...”
“ciddiye almıyorsun beni...”
“ciddiye alınsan ne olacak?”
“ben bana inanılmasıyla ilgilenmiyorum... ben ölmüş birinin hayatına nasıl devam edebildiğini merak ediyorum sadece...”
“niye?”
“çünkü... ilgimi çekiyor?”
“merak etmen gerektiği için mi merak ediyorsun?”
“sen merak etmez misin garip, olağan dışı bir şeyin iç yüzünü?”
“her garip şeyin iç yüzünü merak etmem... ömrümü harcayamam boktan şeylerle...”
“niye yengeç sallandırdın balkondan?”
işte baktı bana! çenesinin bağı çözülmek üzere...
“balkondan yengeç sallandırmamın amacını mı soruyorsun?”
“evet?”
“ha ha ha!”
çok eğlendi nedense... televizyonu da kapattığına göre tamamen benimle ilgilenmeye karar verdi...
“anlat bakalım...”
alay eden yüzüne baktım... derin bir nefes alıp başımdan geçen her şeyi bir defada anlatıverdim... konuşmasına fırsat vermedim ve gerçekten de hiçbir ayrıntıyı atlamadım. beni, dünyanın en sıradan belgeselini izler gibi dinlemiş olsa da anlatmak bana iyi gelmişti...
“ee? senin derdin ne?” diye sordu. tam ona göre bir tutum. yaşadıklarımın anlamını değersizleştirmeye çalışıyor; aslında önemli olan başka şeyler var ama ben fark edemiyorum. çünkü ben sapla samanı ayırt edemiyorum.
“daha bu gün bir gazetede ölümden sonra hayat öyküleri anlatan bir yazı dizisi okudum. insanlık düşünmeye başladığından beri bu tür sorularla cebelleşiyor. benim kişisel bir derdim yok, her normal insan kadar anlamaya çalışıyorum ya da açıklamaya?”
“bak sen! anlayıp açıkladığında öldükten sonra dirilebileceğini mi sanıyorsun?”
“bir fayda gözetmeden de bilmek isteyemez miyim?”
“sana anlatayım... ama anlattıklarımın üzerine tırmanıp da bayrak sallamaya kalkışma sakın!”
ağzımı açmıyorum....
“kalbin durdu ve ölmeye başladın diyelim; hayatın boyunca belki de hiç göremeyeceğin organların da yavaş yavaş işlevlerini yitirmeye ve birer et parçası olmaya başladılar... sen hiç böbreğini hissettin mi? ağrımasından bahsetmiyorum; sadece onun orada olduğunu bilirsin ama hakkında aslında hiçbir fikrin yoktur. günlük yaşantında onun işleyişini hissetmezsin bile! ama çok önemli şeylerin gerçekleşmesini sağlar; tıpkı diğer organların gibi. kalbin artık kan pompalayamadığında ise işlevlerini yerine getiremezler. düşün ki tüm organların için aynı şey gerçekleşiyor; hepsi yavaş yavaş hareketsizleşiyor. bu milyarlarca canlının başına gelen bir durum fakat önemli bir nokta var; yaşarken bile varlıklarını ve işleyişlerini hissetmediğin organlar ölürken, sen bu halin nasıl farkında olacaksın? tüm hissiyatların anlam kazandığı ve bildiğin her kavramın işlendiği yer neresi? diyelim ki beynin; o da ölüyor! böbreğinden gelen acı ya da kasılma belki de yanma sinyali beynine eskisi gibi gelemiyor çünkü bu sinyali alıp vermeyle, değerlendirmeyle ilgili birimler de eskisi gibi çalışamıyor. tüm bu fiziksel kargaşanın ötesinde bilincin de ağır ağır sönüyor. ablanın kafasını annenin bedeninde falan görmeye başlıyorsun? belki ta çocukluğundan bir detay parlıyor? her şey birbirine karışıyor; zamanı mekanı eskisi gibi algılayamadığın gibi her türlü kavram da eğilip bükülüyor. ben de bu sırada elimde kronometre senin fiziksel olarak tam bir et parçasına dönüşme süreni ölçüyorum; her türlü yaşam, falan filan sinyalini alabilecek alet edevat bipleyip duruyor... benim saatime göre kalbin duralı bir buçuk dakika olmuş ama bakalım darmadağın sistemin sana nasıl bir yanılsama yarattı? beynin kansız kalıp kururken, her saniye biraz daha işlevsizleşirken, belki de yüzyıllarca süren bir cehennem ya da cennet yaşantısı sunuyor olamaz mı sana? çok uzun sürmüş düşlerini hatırla; belki uyandığında kendini oldukça yorulmuş hissediyordun, anlatacak çok şeyin vardı ama bilim adamlarının kronometresine göre sadece iki dakika elli saniye düş görmüşsün? üstelik o sırada kalbin haşır haşır kan pompalıyordu; domuz kadar sağlıklıydın! işte ölüm böyle bir şeydir! biri gelip de tam zamanında kalp masajı ya da gerekli tıbbi müdahale neyse onu yaparsa, ve beynin veya nerenle düşünüyorsan oran, tabii diğer organların da, seni sakat bırakacak bir tahribata uğramamışsa, işte sadece o zaman ölümden sonrası hakkında konuşulabilir... gazetecilere, uzun ışıklı bir koridor vardı, smokinli bir adam bana elini uzattı, göğe doğru yükseliyordum ve bedenimi izliyordum gibi salak sepet birkaç hayallenmeden bahsedip ilk fırsatta tanrıyla aranda bir samimiyet olmasına çabalaman da bundan kaynaklanır...”
umarım uyurken üzerime bin tonluk bir mermer blok düşer de öyle ölürüm!
“senin kadına gelirsek; ölü olmadığı hayata dahil olmasından belli! üç beş sene önce ölümle sonuçlanan bir trafik kazası geçirdiği halde hayata dahil olabiliyorsa bir yolunu bulmuş demektir; abartılacak bir durum yok bence? bir süre sonra bir daha ölecektir. yine yolunu bulup varlık alanımıza dahil olmayı başarırsa, hiç şüphen olmasın, önünde sonunda bir daha ölecektir...”
“ama nasıl bir...”
“eğer seni rahatsız falan etmeye kalkarsa ya da işte gevezelik falan yapıp canını sıkarsa polis çağıracağını falan söyle... ya da benimle tanıştır... ben onun hakkından gelirim...”
“eminim bundan...”
“hah! şu yengeç meselesine gelirsek; sadece yengecin hayatına biraz heyecan katmak içindi. ama herkes kendi üstüne alındı...”
“ne yani; canlı mıydı?”
“tabii ki! hala da canlı!”
“yazık ya hayvana...”
“ne yazık olacak! kalın kafalı bir yengeç işte; boynuna ip bağlanmış ıslak dilli sersem bir köpeğin beni sürüklemesini gözümün önüne getiremiyorum!”
tamamen sıkıntıdan yapıyor bu tür dengesizlikleri ama resim yapmak, çiçek yetiştirmek falan kesmez onu. sıradan bir sıkıntısı olsun istemez!
babamla konuşmak beni gereksiz yere rahatlatıyor; anlattıklarının büyük bir bölümünü unutuyorum ama ondaki bu rahatlık duygusu her zaman olduğu gibi bende bir kogötünegitsin hissi uyandırıyor...
televizyonu açıyor ve ben gevşekleşmiş ifademle kanaldan kanala atlamasını, televizyona laf etmesini izliyorum, yemek hazır olana kadar…
“yemeğe çağırıyorlar galiba?”
“özlemişim annemin yemeklerini...”
“aferin sana!”
(devamı: on yedi)

haydaaa bu da nereden çıktı şimdi !!!

0 y o r u m
Kendimle uğraşıyorum. Neyseki yumuşak başlı bir mizacım var. Her konuda kendimi kolayca ikna edebiliyorum.

- Dur düşünüyorum nasıl bir itilafa düşebiliriz.
- Ben de bulamıyorum

Üçüncü olduğunu düşününce yani dışarıdan biri, korunma isteği geliyor. Kendi içindekinin dışında, dışarıdan bir ilişkiyi yürütmen gerekiyor. Sanki ayrılıp birleşebilen bir yapı. Çünkü şu anda tek. Ne düşünmenizi istiyorum acaba hakkımda. Hangi imaj uğruna birleştik biz. Daha biraz önce muhabbetimiz vardı. Bilmem ne müdüre cici, azıcık akıllı, hem de hassas, kadın kadın da bir görüntü vermek...
Şu anda burada değil, bunu çiziyorum. Hiç tanımadığım insanların (belki birkaçı dışında) beni nasıl değerlendirmelerini istiyorum? Çok umurumda mı, nasıl bilinmek istetiyorum, hmmmm.. Aklıma bir şey gelmeli mi?
Beni işten atabilir misiniz? Koca bir günü burnumdan getirebilir misiniz? Oooo tanıdığım işle alakalı olmayan bazı insanlar bu sonuncusunu yapabilir aslında. İşte yaklaşıyoruz nasıl görünmek istediğime.
Biri burnumdan getirirken ne yapıyorum:
Hıhıhı –gülümseme- yaaa, hadi canım, (ne kadar vakit harcayacağım acaba düşüncesiyle eşzamanlı olarak). Ahh, konuşmaları yakalamalıyım ki arada sorular sorup ilgisiz görünmeyeyeyim. Kırılmasın, üzülmesin, gücenmesin, hayatında yara (minik çok minik bir yara) açılmasın. Gerçi geçecek bir süre sonra. Neredeyse eminim. Mekanizma böye işliyor. Yoksa katil arkadaşlarım olurdu ben. Duyguları aynı yoğunlukta uzun süre kalabilen, bu yüzden kendinden geçip ancak zarar vererek.

Dayanırım ben. Tutabilirim kendimi.

Üç saatini harcıyorum seninle beraber. Kafandaki saatin bir parçası oluyorum uyku öncesi kendinle yalnız kalmayasın diye. Ne olabilir bu kadar kaçmak gereken yalnızlık diye düşünüyorum. Sen de tv izle ya da bir dvd koy kendine tahammülün yoksa kendine. Ben n'aapayım.. İkiniz beraber, ya da üçünüz, dördünüz, beşiniz.. -Ben dağılırım yaw bu kadar çok olsa- Burada bırakıyorum saymayı. Siz ikiniz işte. Hoşlanmıyor musunuz birbirinizden, kendi kendinize kendi zırvalamanıza gülmüyor musunuz? Biri kendini kötü hissedince diğeri ona nasıl boşuna kurguladığını, kuruntu yaptığını, abarttığını, herşeyin, herşeyin arkasında niyetler olmadığını, çıkar, beklenti, tatmin isteği olmaksızın da 101 çeşit ilişkinin yaşanabileceğini anlatıp, dertlene tarafınıza şöyle bir “ne saçmalıyorum, ne karamsar, ne komplo teorisyeni biriymişim” dedirtmiyor musunuz?

Çalan müzikle aynı şey olup bomboş çayırda çimende, gökyüzünde, hatta uzayda uçmuyor musunuz?

Kendinizi doğanın içinde ve orada varolan herşeyle hem aynı, hem de onlardan apayrı tastamam aynı anın içinde biricik, eşsiz hissetmiyor musunuz ?

Sizinleyken bir oluyorum, bütünleşiyorum kendimle. Bunları bilmediğiniz için kendimi korumam gerek sizden. Hıhıhı –gülümseme- yaaa, hadi canım, (ne kadar vakit harcayacağım acaba düşüncesi eşzamanlı olarak). Konuşmaları yakalamalıyım ki arada bir sana sorular sorup ilgisiz görünmeyeyeyim. Kırılmayasın, üzülmeyesin, gücenmeyesin, hayatında yara (minik çok minik bir yara) açılmasın. Dayanırım ben. Tutabilirim kendimi. Söylemem sana seni gördüğümü (birkaçınız dışında)...... 

on beş : mutfakta en üst rafta

(başlangıç ve önceki bölüm )

kendimi, insanlık tarihinin ve bu tarihin bir dolu zavallılığının ve başarılarının bir parçası olarak görme eğilimim var. oysa bana hiçbir şey sorulmadı; kimseye bir şey sorulmadı ki? kim kime ne soracak zaten! birinin amerika kıtasına ayak basmasının; bir diğerinin kağıt üretmesinin; onun yakın bir akrabasının eli yüzü kara, barutu bulduum diye bağırmasının; aman efendim elma kafama düştü demek ki cisimler ait oldukları yere dönmek istemiyorlarmış, elmanın ne gibi bir amacı olur hem, yerçekimi işte be, demesinin; birilerinin bezelyelerden başlayıp maymuna oradan prusya cumhuriyetine hoplayıp zıplamasının; elinde bastonlu birinin denizi ayırmasının; sersemin birinin, karpuzun genleriyle oynadım, artık küp şeklinde, buz dolabına daha çok karpuz koyabileceksin böylece lafına, öff gördüğüm tüm kuğular beyaz tüylüydü, ama karpuzlar da yuvarlaktı, kahrolsun tümevarımlarla doğrulanan bilim diye cevap vermesinin; tüm bu seslerin, teorilerin, bilgilerin evrene yayıldığını iddia eden adamın berbat bir müzik kulağı olmasının; işte bunların, üst üste, yan yana, derinlemesine her ne haltsa o şekilde gelişiyor mu ilerliyor mu geriliyor mu tartışmasının yani insanlık tarihinin ve bu tarihin bir dolu zavallılığının ve başarılarının, benimle nereye kadar bir ilgisi olabilir? bütün bunlar ve daha da fazlası benim aklıma kalıtımsal malıtımsal bir aktarımla geçmedi ki? bildiklerimin hepsi yüzeysel; insanlık bir şeyler yaptı ama ben ya da bir başkası bütün bunlara hakim olamaz ki! kendimi kandırıyorum; kendimizi kandırıyoruz! tüm bir insanlık tarihi sadece bir masal; diğer masallardan farkı, bu masalın her türlü parçası gerçeklikte yer alıyor... ama masal işte! ben bu masalın çok kısa bir özetini neredeyse kulaktan dolma biliyorum ama yapabileceklerim çok az; o çoook eski zamanlarda yaşamış adamdan pek bir farkım yok... hayır var; ondan çok daha az şey biliyorum, kimden duymuştum hatırlamıyorum ama o adamın dünyasında bilinen şeyler o kadar az ki; işte bu yüzden kendi dünyasındaki şeyleri bilme bakımından benden daha fazla bilgili olduğunu düşünebilirim.

insanlık tarihinin başarılarının benden çok elimdeki cep telefonunun icadıyla doğrudan ilgisi vardır ama bu icat neden herkesin hayatını kolaylaştırdığı gibi benim de hayatımı kolaylaştırmıyor! çünkü ben herkes değilim. iyi! bu yeterli değil. kısadalga mesajın içeriğini merak ediyor. aklınca, daha önce ölmüş bir kadının nasıl olup da ortalıkta dolanabildiğini anlayacak böylelikle... anlayınca şaşıracak, belki biraz korkacak ya da irkilecek ya da çok komik bulup gülecek ama sonuç olarak rahatlamış olarak arkasına yaslanacak. demek ki, diye başlayan bir açıklama cümlesini cüzdanında taşıyacak. işte bir şey daha çözüme kavuştu! dünya, bildiği dünya olarak kalmaya devam edecek; güvenilir ve asla sürprizler yaratan bir canavar değil! ona, yaşıyor olmanın daha hayretler uyandırıcı bir şey olduğunu söylemek isterdim... bunu açıklayamam ama bana öyle geliyor. sıcak neskafelerimizi yudumlarken, gerçekliğimizin kaygan bir zeminde durup durmadığını tartışsak... ona, benim yaşıyor olmamı nasıl kabul edebildiğini sorsam; benim varlığımı! bana anlat, desem, bu konuda nasıl oluyor da emin olabiliyorsun? bir bilgisayar oyununun salak karakterleri değiliz, yapay zekayı kusursuz hale getirmeye çalışan yapay zekalar olamayız değil mi, dese bana... ne kadar doğru söylüyor, diye düşünsem... senin var olduğunu kendimde hissediyorum ve bundan kuşku duymuyorum, seni algıladığım kadar senin tarafından algılandığımın da farkındayım, dese bana... hayretler içinde apışsam ona doğru; ama sen asla böyle şeyler söylemezsin ki? peki o zaman sen hangisisin!

sevgili kısadalga; sen bu satırları okuduğun sıralarda ben çoktan yok olmuş olacağım... yok olmuş olmak denir mi; denmez heralde? ölmüş olacağım... ama ölmek yok olmak değil mi? sevgili kısadalga, şaka yaptım, ölmek istemiyorum, sadece sen bu satırları okuduğun sıralarda, ben çoktan bu satırları yazmış olacağım... esprili dünyama tekrar hoş geldin! sevgili kısadalga, düşündüm de, sen bu satırları okumayacaksın çünkü böyle şeyler senin ilgini çekmez... aman be kısadalga, ben bu satırlarla cebelleşirken sen çoktan uyumuş olacaksın! diyeceğim o ki, mesajı öğrenmek için gerçekten de çok uğraştım. öncelikle müesser hanımın mezarını ziyaret ettim... daha doğrusu, mezar taşı önünde bir süre dikildim... mezar toprağını neden sularlar bilmiyorum ama, tabii canım bir inanç vardır mutlaka bu davranışla ilgili, her neyse, müesser hanım’ın toprağı oldukça kuruydu... sana saçma gelebilir, bana artık saçma gelmiyor, kadının, cep telefonunu mezarına gömmüş olabileceğini düşündüm... utanç verici! her an kadının adını aklımdan geçiriyorum, ama sanırım onun adını aklımdan geçirmekle onun bana ulaşmasını sağlamam olanaksız. onun senden benden pek de farklı olduğunu sanmıyorum... yani aklı okuma, akla hükmetme gibi şeylerde bir yeteneği yok... hem niye olsun; canlıyken yapamadığını ölüyken nasıl yapabilir ki? bir de şunu tekrar edeyim, onun canlı ya da ölü olması beni hiç ilgilendirmiyor! insanları, nasıllarsa öyle kabul etmek en rahatlatıcı tavır... yani, canlı da olsa ölü de olsa benim hayatımda değişen bir şey olmayacak, olmuyor, olmadı! evet, biraz heyecanlandım, karakoluydu, polisiydi... ama düşününce, bütün bunlar çok önemsiz... yani o kadar da rahatsız edici değil... her neyse; büroma dönünce, kadının telefonu bırakmış olduğun gördüm. ya da unutmuş? tabii ki öncelikle etrafıma bakındım; yalnız mıyım kontrol ettim. masanın altına bile baktım... telefona dokunmaya çekindim... ben tam dokunduğumda büyük bir ışık patlaması olabileceğini düşündüm ciddi ciddi... yok, bir şey olmadı, avucuma aldım ve ekranına baktım. kapalı değildi. mesajlar bölümüne geldim. sadece bir mesaj kayıtlıydı... okudum...

telefonu bırakıp, parmaklarımı inceledim. çok uzun zaman aldı bunu yapmak. insan bir şeye çok uzun süre bakarsa baktığı şey anlamsızlaşıyor ya da önemsizleşiyor... bu kelimeler için de geçerli... bir kelimeyi, herhangi bir kelimeyi sürekli düşünürsen o da anlamsızlaşabilir, komikleşebilir, en azından yamulabilir. parmaklarıma bakarken hangi kelimelerle düşündüm ya da bir şey düşündüm mü bilmiyorum. hatırlamıyorum....

...sonra zıpladım ve aya düştüm. ay çok soğuktu. ya da soğuk değildi de ben üşüdüm; ne fark eder? hem ben, aya düştüm dedim di mi? saçmalamışım; aya düşülmez, aya çarpılabilir, aya ulaşılabilir ya da aya ayak basılabilir.

aslında üç saat içerisinde hazırlandım ve yola çıktım... tibet'e giden uçaktaydım ve hostesle kavga ettim; nedenini hatırlamıyorum. tibette bir otelde kaldım ve odadan hiç çıkmadım. pencereden bile bakmadım. ama televizyon seyrettim; tartışma programlarını... tibet dilinde, konuşmama izin verebilir misiniz lütfen, ben sizi dinledim, nasıl denir acaba?
şaka yapıyorum....

tek bir mesaj:
“mutfakta en üst rafta.”
aslı şöyle: mtfakta en ust rafta
ciddiyim!

sevgili kısadalga, sana yazmaktan vaz geçtim... burp! yok bir şey!

“ee... meraba; kısadalga?”
“a? bu kadar çabuk arayacağını tahmin etmiyordum...”
“ben de tahmin etmiyordum ama telefon büromdaydı...”
“inanmıyorum! neymiş mesaj?”
“ya... okuyunca kendimi çok kötü hissettim....”
“hadi ya... demiştim sana önemli bir şey diye!”
“yani aslında...”
“ee? söylesene!”
“okuyorum...”
“evet?”
“huzurevinde buluşalım, belgeleri unutma”
“ne?”
“galiba kadıncağızı huzurevine postalayacaklarmış.... tahminime göre, oğlu karısına göndermiş bu mesajı... yani aslında telefon gelininin telefonu...”
“çok kötü oldum ya...”
“evet... o yüzden kadın gülümseme tepkisi verdi; tahmin ediyormuş demek ki...”
“intihar etmiş heralde bunun üzerine?”
“yok, yani kadına araba çarpmış...”
“yola atmıştır kendini?”
“hayır ya; karşıdan karşıya geçiyormuş... kesinlikle bir kaza...”
“inanmıyorum ya; gerçekten üzüldüm şimdi...”
“evet çok etkileyici, yani üzücü....”
“ee? borcum ne kadar sana...”
“saçmalama; hiçbir şey yapmadım bile... telefon büromdaydı dedim ya...”
“olsun... bir anlaşma yaptık...”
“şöyle yapalım; bir başka zaman da sen benim için bir şey yaparsın, ödeşmiş oluruz....”
“dostça hallediyoruz yani meseleyi?”
“aynen öyle...”

üzgün ya da pişman değilim. “mutfakta en üst rafta” diye bir mesaj kısadalga’yı meraktan daha da çatlatır ve benim bütün bunlardan kurtulmamı oldukça geciktirir... geciktirirdi! tam da onun hoşlanabileceği bir durum yarattım ve kendimle övünüyorum! şimdi elindeki kaleme taklalar attırarak duyduklarını tartıyor ve bir melodram hazzı alıyordur. ben de iş hanının kapısına bağladığım atıma atlayıp, güneşin battığı yöne doğru atımı sürmeden önce sigaramdan derin bir nefes çekmeliyim... ne mutfağı, ne rafı, ne var orada, ne için önemi var o şeyin, kadınla ilgisi ne gibi hiç de üstüme vazife olmayan sorular ise belleğimin, işe yaramayacak ve silinmesinde sakınca olmayan kayıtlar bölümünde küflenebilir... ya da küflenmez; derin dondurucuda bekler... hayatım boyunca benim mutlu ya da sağlıklı ya da huzurlu ya da işte her neyse, iyi yaşamamda hiçbir etkisi olamayacak bir soru öylece dondurulabilir. belki bir gün...

şöyle bir şeyi düşünebilir miyim: tanrının karşısına çıkarılmışım; nasıl bir yer olduğunun pek önemi yok, diyelim ki bulutların üstünde uçsuz bucaksız mermer döşemeli bir salon? bin bir gece masallarındaki harun-el reşit’in akla zarar sarayları canlanıyor aklımda ya neyse... tanrı tahtında oturuyor; milyarlarca insandan sonra sıra bana gelmiş nihayet! tüm işlemlerim yapılmış, ak göt kara göt meydana çıkmış. bir dakika; niye beni tanrı’nın karşısına çıkarsınlar ki? adolf hitler olsam anlaşılır, tanrı sıkı bir tokat çakmak için huzuruna getirtir onu... ne kadar da korkunç! tanrı’dan tokat yemek! buna şahit olan her kim varsa aklını kaybeder her halde... bir de yüzüne tükürse... aklım almıyor doğrusu... çok korkunç! her neyse... diyelim ki her kuluyla tek tek ilgilendi ve ben de karşısına çıktım... ne haltlar karıştırdığım ortada... ama fazla da mide bulandırıcı değil hani; üç beş fayda sağlama amaçlı yalan... olsun, günah günahtır! bunun da cezası var... galiba vardı? incelemek gerek... dağıtmayalım lütfen! peki dağıtmayalım... yalan söylerken utanmadın mı açıkla bakalım denirse ne yapacağım? hayır utanmadım derim... demek ki öyle sormazlar; yani bana ukalalık fırsatı verecek değiller ya! peki nasıl sorarlar? yalan söylemişsin kırk satır mı kırk katır mı? oldu; peki... olmadı tabii ki! büyük olasılıkla bir şey sormazlar; ilahi adalet gerçekleşmiş; dünyevi mahkeme kurallarına ne gerek var! savunma yapacak değilim; her şey zaten belli... tanrı’yı da kandırmak mümkün olamayacağına göre, başım önde, nereyi işaret edeceklerse o tarafa yürümeyi bekleyeceğim... gerçi cennet konusunda da pek ümitli değilim... adem’in şeytanın gazıyla kopardığı elma bilgiden başka bir şeyi temsil etmiyor... bilmek de bir şekilde dünyanın şimdiki keşmekeş halinin nedeni olduğuna göre, cennette bilgi sahibi olmak ya da bilgi geliştirmek mümkün olmayacak... yani salınacağız çayıra... eh; mevlam kayıra! karıştırmayalım, dağıtmayalım ama! pekala; işlemlerim bitince, yani “minnet efendi, böööyle böööyle haltlar karıştırdığın için bir süre şu kırmızı renkli, boynuzlu arkadaşlarla onbeş yirmi dakika zaman geçireceksin. hadi naş!” dendikten hemen sonra, doğal olarak en zavallı, en utangaç, en sinik halimle sağ elimin işaret parmağını hafiften kaldırıp, “ee... pardon... ben... bir şey sorabilir miyim acaba?” diyeceğim. elbette bakışlarım ayaklarıma dikilmiş halde... artık zamandı mekandı kimsenin pek umrunda olmadığından ve aslında doğru dürüst bir halt da karıştırmamış, yani ortalamanın oldukça üstünde biri olduğumdan, “du’ bakalım...” diye bakacaklar ve konuşmam için izin verecekler. ben de şu andan ta o zamana kadar hiçbir şekilde dillendirmediğim soruyu soracağım: “o kadının ne gibi bir torpili vardı da öldüğü halde ortalıkta dolaşabiliyordu, acaba zahmet olmazsa bana bunu açıklayabilir misiniz?” adam yerine koyup anlatırlarsa ne ala; yok “ne diyosun sen gülüm, hadi sık dişini, onbeş dakka alevle yağın bile akmaz...” derlerse, selam verip çekilirim huzurdan.

ama o zamana kadar: normal bir hayat için, tüm anormallikleri rafa kaldırıyorum; mutfaktaki üst rafa!

(devamı: ciddiye almıyorsun beni)

...

0 y o r u m

o an bu an şu an

0 y o r u m
Ahh! Tanrım!! America’yla saat farkı yüzünden Susan Miller daha Kasım ayı burç yorumlarını yayınlamamış. İşini savsaklaması, hasta olması, canının istememesi değil. Bu imkansız. Saat farkı sadece. Kaç saat var Susan, Susan’ın ekibi veya Susanlar ve benim aramda? Ne zaman öğreneceğim bu ay içinde neler olacağını? Bugün çok uygundu oysaki ayın ilk günü. Bir de demek ki bu saat farkı yüzünden aynı anı yaşamıyoruz, biz bu nefis yuvarlağın üzerindekiler. Susan şu an uyuyor, onun için gecenin en derin anı bu. Hangi an? Dünyanın sonuyla ilgili bir şey okumuştum geçenlerde. “Bugün dünyanın sonu.. Mümkün değil çünkü Avustralya’da yarın oldu bile.”
- Hey Susan burada yarın oldu bile


Yaşasın programcılık. Yaşamın nasıl yaşanması gerektiğini ofis programları sayesinde kavrıyorum. Noktadan sonra boşluk bırakmazsan tırnak işaretini oluşturan virgüllerin başları eski cümleye boşluk bırakırsan yeni başladığın cümleyi işaret ediyor. Word sosyal bilimler edebiyat, excel matematik fen.
Hayatımın bir yerine nokta koyduysam hemen bir boşluk bırakmalıyım ki yeni cümleye konsantre olabileyim. Aslında bunu dilbilgisi daha önce kurallaştırmıştı. Ooo teknolojiden çok çok daha önce, kadim bi şey bu.


Bugün tanıdığım birinin adını okurken onun adı yerine tanıdığım başka birinin adını okuduğumu farkettim. Sonra baktım ki yazan isim onun ismi değil adı. İlkinden haber almama da sevindim tabii.
Gözlerim gerçeği görüyor ve ben sinyallerin yönünü saptırıp hiç olmayan bir şeyi gördüğümü sanabiliyorsam, başka neler neler sanıyorumdur yaw!


Kendimi yırtmış, paçayı kurtarmış, aşırı rahatlamış, aynı anda tüm kaslarını çalıştırabilir, hiç varolmayabilir, havada dolaşan görünmez kesintisiz değişen dönen başkalaşan bir ritm gibi hissediyorum.

on dört : neye üzülüyor bu?

(başlangıç ve önceki bölüm )

kimsem olmadığı için... tek bir arkadaşım bile olmadığı için... ne yani kalkıp alt kattaki galericiye mi gideceğim? sizinle bir tek atalım bir yerlerde, ihtiyacım var konuşmaya? sanattan mı bahsedeceğiz? ne gerek var; tanrının ayakkabı numarasından konuşmak kadar yararlı olur bu; ne sanatı be adam; konuşmaya ihtiyacım var diyorum, tek derdin sanat mı senin! kavgaya başladık bile... bana sürekli “...yaav!” ile biten cümleler saplayacak... üstüm başım yaav’lanacak durduk yere! ama kimsem olmadığı için... tek bir arkadaşım olmadığı için!

en doğru hareket, işinin ehli, psikoloji biliminde insanı araç değil amaç olarak gören; gördüklerini kitaplarda, derslerde gördüklerine uydurmaya çalışmayan... eh, arkadaşım gibi olabilecek bir psikoloğa doğru bir hareket... en doğru hareket! en doğru hareketler bir yana bir dolu yarı doğru hatta doğruluğu sallantılı hareketi zamanında gerçekleştirmediğim için bu hallerdeyim! bir fıkra okusam gazetede, anlatacağım kimse yok! doki moki istemiyorum ben! dokiymiş... şimdi eğlenceli değil işte! hiç de eğlenceli değil doki! hep kahkah kihkih! gerçek dost, dertli olduğun zaman yanında olandır, hakikati, sakız kağıtlarında bile yazılı... aşk... ...dertli olduğunda yanında bulunmaktır! koca kafalı erkek bebek, koca kafalı dişi bebeğin döktüğü yaşlara mendil uzatıyor! birinin bana mendil uzatması ve benim, mendile ne gerek var, dinle beni diye lafa girip, tüm olan biteni anlatmaya ihtiyacım var! şimdi nerede doki? ama gevezeliğe, şamataya gelince doki’den fazla hoplayan zıplayan yok! doki’si batsın!

elbette, kimsem olmadığı için, tek bir arkadaşım olmadığı için kısadalga’yla buluşmaya karar verdim. sadece ben karar vermedim, o da karar verdi. düşündüm; olabildiğince iyimserce, soğukkanlılıkla... onunla aramızda geçenler güzel şeylerdi... değil miydi; güzeldi! fotoğraflar yalan söylemez... ama fotoğraflar geçmişin sönük anlarının kopyaları değil midir? bununla ilgilenmiyorum... hatırlıyorum ve hatırladıklarımı düşündüğümde onların güzel şeyler olduğunu fark ediyorum... düşünmeye devam ettim, onu tanıyor olmamı, onun beni tanıyor olmasını ve benimle dünyanın en dostane psikoloğundan daha içten konuşacağını... gerçi psikologlar dostun olmadığı için, seni tanımadığı için, daha isabetli, daha yararlı sorular sorarlar.... onlara her şeyi en baştan anlatman gerekir... bir şeyleri biliyor olduğunu kabul ederek lafa girmezsin, anlatırsın ve işte olayın özü de budur; aslında ona açıklama yaparken kendine açıklamalar yaparsın.... senin saçma sapan hayatın onun umurunda bile değildir ama ilgilendiğini varsayarsın ve detaylara girersin... pekala, psikolojiyle de ilgilenmiyorum... bir psikoloğa, “ölü bir kadınla cebelleşen bir adamın sarsılmış kişiliğini analiz denemesi” başlıklı bir makale yazdırtmayacağım... gitsin, şiddet filmlerinin yayınlandığı saatlerde erotik filmler yayınlanmasının körpe zihinlerde daha az zararlı bir tahribat yaratacağıyla ilgili bir makale yazsın... benim konuşmaya, belki kafamı dağıtmaya, aslında destek almaya ama en fazla, taşları yerine koyduracak açıklamalara ihtiyacım var... kimsem olmadığı, tek bir arkadaşım olmadığı için belki, işte bütün bu nedenleri de düşüncelerime ekleyince, aslında kısadalga’nın benim bir arkadaşım olduğunu ya da olması gerektiğini fark ettim... evet o benim arkadaşım, onun tüm dertlerini dinleyebilirim, onun için üzülebilirim, yeri geldiğinde de gazetede okuduğu fıkrayı anlatmasına katlanırım... katlanmam, bu benim için büyük bir zevk nedenidir, iki arkadaş gibi kahkah kihkih... iyi günde kötü günde yanında olurum... yok, abartmaya gerek yok, evlenmek istemiyorum, arkadaşım olmasını istiyorum... hayır, o zaten arkadaşım, arkadaşım olduğunu bilmesini istiyorum... eşek değil ya, biliyordur zaten!

sevgili arkadaşım yine gecikti ama! eh, arkadaşlar arasında olur böyle şeyler... olumlu bakmak gerek, işte bu da onun bir özelliği... biri sorsa, arkadaşın kısadalga’nın en büyük özelliği neydi, diye, yüzümde acıyla karışık bir gülümsemeyle, her zaman buluşmalara geç gelirdi rahmetli, derim... sonra gömeriz onu, ben yine yalnız kalırım! of, sıkıntıdan böyle katil oluyor demek insan!
olumlu bakmak gerek! üçe kadar saysam kapıdan girdiğini görüveririm... ama önce ikibine kadar saymak gerekebilir! olumlu bakamıyor muyum ben hiçbir şeye? ölümlü dünya dememeli, olumlu dünya demeli... bir kamyonetim olursa arkasına yazdırayım bunu! hah! işte geliyor... canım arkadaşım, ne kadar da özlemişim görmeyeli... yine kilo almış! aman aman!

“kusura bakma geciktim biraz...”
“yok canım... önemli değil... ne haber?”
“iyidir... senden n’aber?”
“iyidir demek isterdim ama inan iyi mi kötü mü bilemiyorum...”
“hadi ya! hayırdır? ne kadar da kalabalıkmış?”
“evet... kalabalık... aslında hiç farkında değildim...”
“ne içiyorsun?”
“daha bir şey sipariş etmedim... kahve içerim heralde...”
“ben de kahve istiyorum... çok yorucu bir gündü...”

sen yorucu gün görmemişsin sevgili arkadaşım! sen kendini toplayana, çevrede oturana kalkana alışana kadar bekleyeceğiz anlaşılan...

“pardon bakar mısınız?”
“buyrun... hoş geldiniz...”
“ee.. ben kahve istiyorum... sütü bol olsun lütfen...”

hayret; garsonun ömründen çalmadı!

“siz?”
“ben... de bir kahve alayım... sade...”

“ee? neymiş bana anlatacağın garip şey?”
“nereden başlayacağımı bilmiyorum aslında... başımdan garip şeyler geçiyor ve biriyle konuşmaya ihtiyacım vardı... seni bu yüzden aradım..”
“iyi yapmışsın... sevindim, yani benimle bir şeyler paylaşmak istemene...”

paylaşmak kelimesi bende her zaman kötü bir etki bırakıyor... filmlerde gördüğüm, bir araya gelip yapmacık yapmacık dertleşen alkoliklerin toplantı sahneleri dolanıyor aklımda... ama olumlu olacağım... nereden gönderildiği belli olmayan bir paketten çıkmış ama kendisi de aslında bir boş paket olan bu lafı kafama takmayacağım!

“sana bahsetmiştim geçen görüşmemizde, bayan müşterimden...”
“aa.. şu adile naşit’e benzeyen teyze mi?”
“e? evet... aslında... yani evet... işte onun arattığı şarj aleti...”
“bu arada ben evde baktım ama bulamadım...”
“ne? anlamadım?”
“şarj aletini bana da sormuştun ya?”
“ha! pardon, kafam karışık da biraz... bak unutmuşum; teşekkür ederim ilgilendiğin için... zaten aleti hiç zorlanmadan buldum... o tür şeylerden anlamadığım için zor bulunacağını düşünüyordum... her neyse, ben bu kadının verdiği adrese gittim ve kadının gelini ve torunu, müşterimin dört yıl önce ölmüş olduğunu söyledi...”
“hadi ya! nasıl yani?”
“yani... evet saçma sapan geliyor kulağa... benim müşterim dört yıl önce ölmüş!”
“olamaz ya; çok saçma... vardır bir iş...”
“bende öyle düşündüm... bu gün kadınla görüştüm..”
“o zaman sorun ne? ölmemiş demek ki?”
“...de, kadın da bana dört yıl önce öldüğünü söyledi...”
“kafa bulma benimle ya...”
“gerçekten aklım darmadağın... gıcık hayat diye bir televizyon dizisi var ya...”
“evet; çok severim ben... acayip komik bir dizi...”
“ben hiç seyretmedim... işte o dizide götlek diye bir çocuk varmış...”
“evet; daha bebekken başlamıştı diziye... daha doğrusu dizi o bebekken başlamıştı... çok şeker bi velet...”
“aslında ben ondan hiç hoşlanmıyorum... onun eşcinsel olduğunu biliyor muydun?”
“bacak kadar çocuk! hadi canım uyduruyorsun!”
“her neyse, konuyu dağıtmayım, o velet, müşterimin torunu...”
“hadi ya!”
“ben de bu gün öğrendim; kadın bana gazeteden kesilmiş bir haber gösterdi...”
“ne haberiymiş?”
“fotokopisini çektirmek isterdim ama o an aklım, kafamın içinde uçurtmalar uçuruyordu...”
“ne?”
“yani allak bullak olmuştum... her neyse; haberde özetle, ünlü televizyon dizisi oyuncusu küçük yıldız götlek’in çok sevdiği babaannesini bir trafik kazasında yitirdiği yer alıyordu!”
“hadi ya! yazıııık....”

neye üzülüyor bu şimdi? niye üzülüyor?

“kısadalga; ben bu haberi okurken babaannesi karşımda oturuyordu!”
“ah evet! ama olamaz?”
“bence de olamaz, ama oldu işte! haber dört yıl öncesinin ve kadının fotoğrafını da basmışlar!”
“olacak şey değil! hayalet mi yani şimdi o kadın? çok korkarım ben şimdi!”
“kadın ben ölü değilim, diyor... ama dört yıl önce öldüğünü kabul ediyor... ölümü bir hastalık olarak görüyor sanki...”
“atıyosun di mi?”
“atıyor olmayı çok isterdim... ne yapacağımı bilemiyorum... bir şey yapmam gerekiyor mu onu da bilemiyorum...”
“gazetecilere haber ver?”
“hayır, uğraşamam ben onlarla... hem bana ne!”
“e peki nasıl oluyormuş; kadın başka ne anlattı? ölmek nasıl bir şeymiş?”

yaşıyor gibi görünen, gözlerinden solucan sarkmayan, dostane görünüşlü bir ölüye, her halde ilk olarak, ölümden sonra hayat var mı, bir tünelden geçtiniz mi, yaşadıklarınız gözünüzün önüne geldi mi, cennet var mı, cehennem kalabalık mı, gibi, aslında hepsi, ölünce ne oluyor, sorusunun varyasyonu olan şeyler sorulur diye düşünülür... yani, sanırım düşünülür... ama yaşayan ya da yaşadığını iddia eden herhangi bir ölüyle karşılaşan herkes, cumhurbaşkanını tuvalette kıçını yıkarken görmüş gibi bakar ve aklına çok daha başka şeyler gelir... heralde? benim aklımın ucundan geçti mi acaba ölümden sonrasıyla ilgili bir şey? gaçmedi galiba... ama şimdi, sormadım ne bileyim, dersem, benim dengesiz ve anormal olduğumu tekrar düşünmeye başlayabilir... hayır, kesin olarak, benim dengesiz ve anormal biri olduğumu hatırlar... yanlış bildiği bir şeyi hatırlamasını istemiyorum!

“bilmiyor... ben de sordum... kendine geldiğinde cesediyle karşılaşmış... çok korkmuş ve olan biteni izlemiş... işte ambulans, polis, bağıran insanlar falan...”
“aynı şey filmi gibi...”
“hayalet... aslında bir sürü film gibi... benim aklıma ayrıca shining, k-pax, mullholland çıkmazı ve diğerleri geldi... diğerleri dediğim de bir film...”
“ya, bu halde bile nasıl espri yapmaya çabalıyorsun?”
“dalga geçemezsem kafayı yerim... her neyse, işte bir hayalet olduğuna inanmıyor... daha değişik bir şekilde de olsa, yaşadığına inanıyor ve durumunu fazla merak etmemeye çalışıyor... ...muş!”
“öyle canı istediğinde yok olabiliyor mu?”

bir gün önce olsa, gerçeklikte varlığı bulunmayan en azından gerçekliği ispatlanamamış bir varlık olan hayaletlerin, nasıl olur da kendine özgü davranışları, yani standartları olabilir, bilinmeyen bir şeyin bilinen özellikleri olması saçma değil mi, derdim... ama koca bir gün geçti ve ben şimdi bu konuda, bir gün önce ciddiye almayacağım, dikkat çekmeye çabalayan, dangalağın biri gibiyim! görünmez olabiliyor mu, duvarlardan, pencerelerden geçebiliyor mu, eşyaları anlamsızca hareket ettirebiliyor mu, sadece bir ya da iki sesli harfi kullanarak uzun süreli sesler çıkarabiliyor mu?

“ben ne bileyim! benim karşımda etli kanlı bir insan... kendisi dahil herkes dört yıl önce öldüğünü iddia etmese ortada hiçbir garip durum yok aslında... on adım atınca nefes nefese kalıyor ve ben buna inanamıyorum!”
“ee, senden niye istemiş şarj aletini?”
“ha, evet... o da garip bir durum... şarj aletiyle, tabii ki, telefonunu çalıştırdı ve bir mesaj okudu... güldü ve çantasına attı telefonu... kabalık yapmak istemediğimden mesajın içeriğini soramadım...”
“inanmıyorum sana!”
“ne bileyim soramadım işte... şey falan dedim, işte, önemli bir mesaj galiba, gibi bir şey... doğrudan soramadım...”
“bir işi yarım kalmış o yüzden öbür dünya ile bu dünya arasında kalmış... sen bu işin ne olduğunu öğrenebilirdin!”
“ne öbür dünyası ya? bu kadın hayalet gibi değil! senin benim gibi! nefes alıyor, su içmek istiyor, hapşırıyor ve büyük ihtimalle geğiriyordur da!”
“o mesajı okumalısın...”
“ne yapayım kadını bulup elinden telefonu mu kapayım! o kadar ölü değil ki, beni tutuklatabilir!”
“çok merak ettim... ne yazıyordu acaba?”
“ben de merak ediyorum... güldüğüne göre komik bir şey yazıyordu...”
“nasıl güldü?”
“ne demek nasıl güldü?”
“yani, hani olur ya, mimikleri nasıldı?”
“ne bileyim güldü işte....”
“yani bir espriye güler gibi mi yoksa hani şey olur ya, nasıl desem...”
“hıh hı, diye güldü...”
“o ne be?”
“yani, hıh hııııh hıı, şey gibi, demek öyleymiş, der gibi...”
“o kadar film izlemekle övünürsün ama rol yeteneğin sıfır!”
“sahnede değiliz?”
“tamam ukalalık yapma bence...”
“tamam ukalalık yapmayacağım ama sence ne yapmalı?”
“mesajı okumalısın...”
“senin için bunu yapmalı da, benim açımdan ne yapmalı?”
“senin açından da en mantıklısı bu...”
“yahu ben o mesajı umursamıyorum ki? saçma sapan bir şey yazıyordur... belki maç sonucu falandır? kadın, fanatiklik derecesinde desteklediği takımın o haftaki maç sonucunu alamadan ölmüştür; bu da içinde dert kalmıştır...”
“saçmalama... kesin çok önemli bir şey yazıyor; ben hissediyorum...”
“tamam, önemli bir şey yazdığını kabul edelim... kadının bu garip durumunu açıklayacak kadar önemli midir peki? ben kadının niye ya da nasıl öldüğüyle ilgilenmiyorum... herkes gibi öldükten sonra ebedi uykuya yatmak yerine neden ortalıkta dolandığını merak ediyorum!”
“öyle konuşma...”
“nasıl?”
“yani, belki şimdi bizi falan dinliyorsa hadi?”
“bak şimdi! ama ben bunları yüzüne de söylerim onun! ne olacak hem; kahvelerimiz havalanıp kafamızdan aşağı mı boşalacak?”
“sus ya... ben inanırım öyle şeylere...”
“nasıl inanırsın? yani öyle şeylerin ne olduğunu bile bilmiyoruz?”
“bilinmeyenlere inanırım... garip ve gizemli olaylara...”
“ben anlamadığım bilmediğim şeye inanmam....”
“o sensin...”
“zaten aslında inanırım derken, korkarım demek istiyorsun... karışıklık bundan kaynaklanıyor...”
“her ne haltsa... kadın nerede şimdi?”
“dışarda beni bekliyor...”
“ne!”
“şaka be... şaka yaptım... ne bileyim; büromdan beraber çıktık; o bir taksiye bindi...”
“o kadın ölü falan değil.”
“taksiye binebilmesinden mi anladın?”
“dalga geçme... ölü falan değil... rol yapıyor... hatta, evet ya, belki de götlek’in babaannesinin ikiz kardeşi ya da benzeri falandır?”
“şu veledin ismini kullansak diyorum? götlek diye isim mi olur yahu? nasıl bir televizyonculuk anlayışı bu!”
“sen duydun mu dediğimi?”
“sinan’ın babaannesinin ikizi?”
“sinan da kim?”
“götlek işte...”
“evet...ya da ona çok benzeyen biri?”
“amaç ne peki?”
“işte...”
“ne?”
“ne bileyim... ama o kadının hayalet olduğunu kabul etmektense bunu kabul etmek daha mantıklı....”
“benim de aklıma bir dolu senaryo geldi ve hemen hemen hepsi o kadar gerçekçiydi ki, yani filme çekilse en fazla belgesel olabilecek nitelikteydiler... ama kadının sinan’ın babaannesi olduğundan eminim...”
“nasıl eminsin? gazete haberinden mi?”
“hayır, yani o da var tabii, garip ama fotoğraftaki kıyafet ve saç şekli, şimdiki halinde de aynı... bunun bir zevksizlik ya da monotonluk olduğunu düşünebiliriz... kadının garip güçleri var, beni aradığı numarayı ben aradığımda karşıma gelini çıkıyor ve bu normalin dışında bir durum...”
“ne yani telefon hatları karışıyor diye mi eminsin?”
“dalga geçme lütfen... ben, bana yalan söylendiğini anlarım...”
“hayır anlamazsın!”
“bu kadar kesin karşı çıktığına göre bir bildiğin vardır; ama tamam, konumuzdan sapmayalım; normalde anlarım diyelim....”
“ya, bu normal bir durum mu?”
“değil... evet normal değil ama anormal olan tek şey kadının ölü olduğu iddiası... kalan her şey normal.... o bakımdan bana karşı davranışları...”
“ne yani şarj aleti arattırmak normal mi?”
“bu benim işim ama? yani ben dedektif ya da komisyoncu falan değilim ki? insanlar bana, garip isteklerle geliyor...”

o kadar da değil... sadece bir müşterim oldu ve o da ölü... galiba?

“ne gibi isteklermiş bunlar?”
“ee.. işte; akla ne gelirse ya da neyi kafaya takmışlarsa...”
“öyleyse...”
“...bana arattırıyorlar işte... zor bulunan şeyler genellikle... örneğin yıllar önce...”
“...benim de kafaya taktığım bir şey var!”
“...üretilmiş ya da... nasıl yani?”
“o mesajın ne olduğunu çok merak ediyorum...”
“saçmalama; ne diye bu kadar ilgileniyorsun anlamadım...”
“sana ne? senden bir şey bulmanı istiyorum işte... neyse parası...”
“hayır... bak, o kadınla daha fazla uğraşmak istemiyorum... torunlarıma anlatacağım gizemli bir anı olarak kalmasını istiyorum...”
“müşteri her zaman haklıdır...”
“bana yardım etmeni bekliyordum ama sen...”
“tamam işte yardım ediyorum... bence her şey o mesajda düğümleniyor...”
“kısadalga; ben bunu...”
“yaparsın yaparsın... bana güven...”
“nasıl olacak peki bu iş? mesajı okuyup not mu alacağım bir köşeye? telefonu getirmemi mi istersin?”
“mesajı merak ediyorum ben... nasıl olursa....”
“ee? hemen bir şey uydurabilirim sana?”
“bana yalan söylemezsin...”
“niye söylemeyim?”
“bunu hemen anlarım...”

minnet’in bazı özellikleri: yalan söyleyemez çünkü kısadalga anlar; yalan söylendiğini anlayamaz çünkü iyi niyetli.... bunları nereden biliyoruz? çünkü kısadalga bu konuda uzman!

“yalan uzmanı oldun başımıza!”
“bunun bir önemi yok... bana yalan söylemeyeceğini düşünüyorum...”
“çok güzel düşünüyorsun...”
“kısa sürede bulursun umarım...”
“kadın bir daha ölecek değil ya!”
“hayat bu belli olmaz? kim öle kim kala...”
“bak kısadalga; ben bu kadını ve onunla ilgili her şeyi aklımdan çıkarabilmek için seninle...”
“tamam ama! keyfi olarak müşteri kabul etmezsen seni tüketici hakları derneklerine şikayet ederim!”

bak sen! sanki kapımda kuyruklar oluşuyor da ben keyfi olarak müşteri kabul etmeyeceğim, ne demekse, hayır ben sizin isteğinizi yerine getirmeyeceğim, çünkü, aman size ne, canım istemiyor, sıradaki lütfen, ama sizin başınız kel?

“pekala; kabul ediyorum... ama senin telefonunu çaldırdığımda karşıma sen çıkacaksın! aksi taktirde anlaşmamız bozulur!”
“bu konuda endişen olmasın... ee? kadını nasıl bulacaksın peki? ”
“bilmiyorum...”
“arasana?”
“aramam... diyorum ya; onu aramak istediğimde gelini açıyor telefonu... onunla veya manyak oğluyla uğraşmayı göze alamam...”
“mesaj at?”
“nasıl bir mesaj önerirsin?”
“beni arar mısınız?”
“saçmalama lütfen! gelini açıyor diyorum sana...”
“iyi de; belki kadın da okuyordur.... mesajlarla ilgilenen birine benziyor?”
“beni arar mısınız?”
“işte onun gibi bir şey...”
“hadi gelini ararsa beni?”
“arasın... konuşursun...”
“sen bana bırak; ben bir yol bulurum ulaşmak için...”
“ölmeni bekleyemem!”
“çok komik... gerçekten...”

(bölüm on beş)