walkman

“boynundaki o şey nedir?”
“kolyem işte?”
“tamam canım;ucundaki şeyi soruyorum!”
“o benim... nasıl anlatsam; göbek bağı gibi bişey işte...”
“ne? nasıl yahu?”
“kurumuş et; et parçası işte... doğumumdan...”
“hadi canım! nası’ buldun?”
“annem saklamış zamanında; çekmecelerin birinde bulmuştum.. sonra da hep yanımda taşımak istedim ve kolye yapm...”

kulaklığı çıkardı, dışarı baktı. uçsuz bucaksız bir tarlanın ortasından geçiyorlardı. yıldızların pırıldadığı bir gece... yanındaki ihtiyar horluyor.
şimdi bir kaza olsa, ölsem, bu kaseti bulsalar, ne aptalca anlamlar yüklenir, diye düşündü.
kulaklığı taktı.

“...kokuyor diye takamıyorum yazları.. eh sıcak hava; etim etime, doğrusu; ölü etim terlemiş tenime temas ediyor... onun çürümesini hele bir de kurtlanmasını istemem...”
“ben asla böyle bir şey yapmazdım!”
“bir şey mi yapıyorum?”
“hadi be!”
(…)

İÇBÜKEY YAN(IL)sıMA (2/5)

0 y o r u m
birinci bölüm burada
ikinci bölüm burada başladı

donup kalmıştım; gerçekti ve ancak bu kadar güzel anlatıla bilinirdi …

o adamın morarmış, patlamış, kan sızan ağzından söyledikleri görülmek istenmeyen fakat ne kadar yadsınsa da bilinen bazı somut şeyleri gözümün tam da önüne getirip koyuvermişti …

bir boku göremesek de burnumuza gelen keskin, iğrenç kesif kokusu sayesinde yakınımızda bir yerde olduğunu bilir ve bu kokunun bir boka ait olduğunu kafamızda hiç zorlanmadan tasarlayabiliriz!

aşkın da bedenimize yerleşmeden önce bir bokun bünyede tetiklediği zihinsel refleksin bir benzeri yöntemi seçtiğini rahatlıkla söyleyebilirim!

Her neyse …

Bu cümleler olağanüstüydü … vaat ettiği mantıksal çıkarımı rahatlıkla yapıyor ve sana ( işte bu; gerisi ve ötesi ) diyordu … matematiksel bir dönüşüm! ”

“ ama yine de seni tatmin etmedi değil mi? ”

çerçevemi kıracak gibi güçlü sıktı beni; parmaklarını gevşetmeden devam etti…

“ hayır! ha ha ha ha … maalesef hayır! ”

şimdiye dek kahkaha attığını hiç görmemiştim!

“ … beni çok etkilemişti ama yine de … bir şeyler eksikti; basite indirgenmişti ama zaten bu yüzden çarpıcıydı!

soyut bir olguyu(aşkı) kolaylıkla anlaşılır, hissedilir bir şeye dönüştürüyordu ki bu duygu beni biraz rahatsız etti … aşk bu kadar kolay dönüşebilen bir şey olamazdı; benim anlayışıma göre aşk bu değildi …

başlangıçta ki tanım çok doğruydu ve tamamı ile aşkın uçuk mantığını açıklıyordu:

… kişi aşık olduğunda … onu benliğine alır ama bir yandan da kendini onun benliğine gönderir … artık o, iki kişidir ama bu, bir artı bir demek değildir; iki kişinin tek kişi
olmasıdır …

hiçbir itirazım yok! ha ha … her kelimesine yürekten katılıyorum! işte aşkın tam olarak asla değiştirilemez ve ‘mantığa gelmez büyülü matematikselliğinin’ dışında, yani bütünü oluşturan genel mantığın haricinde … tek içsel illüzyonsuz matematiğini barındıran çekirdekteki mantığının en sade açıklaması …

aşkın içinde barındırdığı bu iki mantığı, bence mutlaka birbirinden ayıklamak gerekir.çünkü aşkın içsel mantığının bünyesinde hiçbir koşul ve geri dönüş yoktur … benlik sadece teslim edilir ve ayrışma tamamlandıktan sonra benliğin dönüşümü başlar!

benim itirazım ise … sonraki muhtemel aşamada dayatılan çözüme: birbirinden mahrum bırakılan iki kişinin, yaşadığı bu açmazdan kurtulmalarının tek yolunun ‘aşkın mantığa gelmez büyülü matematikselliğinden gerçek dünyanın mantıkla işleyen matematiğine geçmek’ olarak gösterilmesi … ulaşılması zorunlu tek hedef olarak belirtilmesi …

üzgünüm ama; aşkı bu kadar kutsadıktan sonra bu dönüşümün mümkün olacağını hiç sanmıyorum … hele ki paragrafın başında da yazıldığı gibi ‘gerçek bir aşk söz konusuysa …

aşkın kendi içsel mantığında geri dönüşümün olmadığını biliyorsak, benliğin hiçbir koşulda tekrar bölünmesinin veya koparılmasının da mümkün olamayacağını bilmeliyiz … çünkü, bu spiralin merkezinde benliğin koşulsuz teslimiyeti barınır.

demek istediğim: artık iki kişi tek bir benlikte bütünleşmişse … daha basit anlatımla; benlik bir diğer benliği özümsemişse, birbirinden mahrum bırakılan iki(tek) kişi ne olursa olsun özümsediği bir diğer benliği içinden kopartamaz, ayrıştıramaz, kendi özüne dönemez.çünkü özünü oluşturan benlik diğer benlik tarafından özümsenmiştir: iki aslında bir(tek) olmuştur … ikiden(birden) bir çıktı … sıfır, gibi bir mantık bu bağlamda kabul edilemez!çünkü bütünden(birden) çıkarılacak bir yoktur … olmayan şeyi ise çıkartmak imkansızdır.

dolayısı ile, tek parça(bir) kalabilip de, gerçek dünyanın mantıkla işleyen matematiğine geçmeyi başarabilmek de son derece mantıksızdır … aşkın illüzyonsuz matematiğini barındıran içsel mantığı, tek parça(bir) kalabilmeyi kabul etmez!

yıkım, kaçınılmaz tek sonuçtur: bunun biçimlendirilmesi ise o bünyenin karakteristik özelliklerine bağlıdır. ”

“ evet … bu sonuç, neden benim konuşabildiğimi de bir (biçimde) açıklamış oluyor …

öyleyse, anlatılamayan şeyler belki de yazılmayı hak eden şeyler olsa da yine de bu şeylerin anlamını doğru bir düşünceyle verebilme garantisi yok! yani ister yazıyla, isterse ağızdan dökülen sözcüklerle olsun fark etmiyor değil mi Hezekel? ”

(Devam Edecek)

bastıra bastıra

bastıra:

yatağa uzandım. o ışığı kıstı. o ışığı kısınca, gözlerini gördüm. hem ağlıyor hem de gülüyordu. bir böceğin yumurtlarken çıkardığı sesleri duydum. bana şeytanlardan, canavarlardan bahsetmedi. hiç konuşmadı. beni soydu. çırılçıplak kalmak beni ürkütüyordu. o da soyundu.
kalbimi çıkarırken... kalbimi çıkardığını söylemiş miydim; evet kalbimi çıkardı... derimi yırttı, kemiklerimi kırdı, kalbimi çıkardı. kalbimi çıkarırken ve kalbimi yerken, en azından dişlerken, onun gözlerinden alamadım gözlerimi.
piyanonun tiz tuşları... birisi sürekli o tuşlara basıyor. kum alıp kaya indiriyorlar. birkaç taş devriliyor. suya, kocaman, yaşlı bir ağaç devriliyor.
onun gözlerini gördüm. bir insan iki kere göz görür. ölmeden önce ve aşık olurken. ya ikisi birden...
“seni seviyorum, öldür beni...”
beynimi çıkardı, ikimizin arasına koydu. çırılçıplak, bağdaş kurmuş, karşılıklı oturuyorduk yatağın üzerinde... parmağının ucuyla dokundu beynime. yıllarca durdum, çekmedi parmağını. ne ses çıkardım ne de kaşındım. sadece havalandım. bir kelebek gibi uçtum. parmağını çekti, düştüm.
kustum. ağlıyordum. ağladım. o gün. bu gün değil. sarılmıştı bana; ona sarıldıydım.
onu öldürdüm. yastığım kazdı, yorganım itti, çarşafım örttü. kaldım öylece ...
bana şeytanlardan, canavarlardan bahsetmemişti.


bastıra:

yatağa uzandı. ışığı kıstım. ben ışığı kısınca gözlerimi gördü. hem ağlıyor hem de gülüyordum. bir böceğin yumurtlarken çıkardığı sesleri duyduğunu söyledi. ona şeytanlardan, canavarlardan bahsetmedim. hiç konuşmadım. onu soydum. çırılçıplak kalmanın kendisini ürküttüğünü söyledi. ben de soyundum.
kalbini çıkarırken… kalbini çıkardığımı söylemiş miydim? evet kalbini çıkardım. derisini yırttım, kemiklerini kırdım, kalbini çıkardım. kalbini çıkarırken ve kalbini yerken, en azından dişlerken, onun gözlerinden alamadım gözlerimi.
piyanonun tiz tuşları... birisi sürekli o tuşlara basıyor. kum alıp kaya indiriyorlar. birkaç taş devriliyor. suya, kocaman, yaşlı bir ağaç devriliyor.
onun gözlerini gördüm. bir insan iki kere göz görür. ölmeden önce ve aşık olurken. ya ikisi birden...
“seni seviyorum, öldür beni...”
beynini çıkardım, ikimizin arasına koydum. çırılçıplak, bağdaş kurmuş, karşılıklı oturuyorduk yatağın üzerinde... parmağımın ucuyla dokundum beynine. yıllarca durdu, çekmedim parmağımı. ne ses çıkardı ne de kaşındı. sadece havalandı. bir kelebek gibi uçtu. parmağımı çektim, düştü.
kustu. ağlıyordu. ağladı. o gün. bu gün değil. sarılmıştım ona; bana sarıldıydı.
beni öldürdü. yastığı kazmış, yorganı itmiş, çarşafı örtmüş. öylece kalmış...
ona şeytanlardan, canavarlardan bahsetmemiştim.

üç : şimdi bana en iyi savunma lazım

(burada başladı, burada da bir önceki bölüm var)

dünyanın en önemsiz banka soygununu bile gerçekleştireceksen bir planın olmalı. ama plan yapmak da akıl işidir ya! ben şunları bunları yaparken onlar da şöyle böyle yapacaktır, diye plan yaparsan sıçtın... bir plan yaparken asla gözden kaçırılmaması gereken tek şey vardır: planı uygulayacaklar dışında kalan etkenler hakkında kestirimde bulunmamak... sen işini doğru yap, yeter... ben bankaya girdiğimde güvenlik görevlisi ayakkabılarını bağlıyor olacağından onu etkisiz hale getirmek kolay olacaktır diye konuşuyorsa suç ortağın; ben bu işte yokum arkadaş de... ona saçmaladığını anlatman bile anlamsızdır çünkü mutlaka başka bir dangalaklıkla karşına çıkacaktır. tamam mı doki.... ama bana sorarsan banka soymaya falan kalkışma derim... sen bana lazımsın... ben de sana lazımım... ne güzel... seviyoruz birbirimizi!

bak şu ahizeye... elime hiç yakışmıyor değil mi? hele bir de numaraları tuşladıktan sonra gör beni... sorsana bana bir plan yaptın mı diye... hayır yapmadım. daha doğrusu yaptım bir sürü plan ama hepsinden de vazgeçtim. çünkü ilk sözümden sonra onun ne diyeceğinden bir türlü emin olamadım. ne diyeceğini bilsem, ona göre ne diyeceğimi planlayabilirim... peki ne olacak; hızlı ve akıllı davranacağım... tam bir profesyonel gibi.. amacım var benim... bir de baş belası bir cinim... gittiği cehennemden dönmesini hiç istemiyorum....
hem aslında konuşmak iyi de olabilir.
aylar sonra....
merak ediyordur neler yaptığımı... nasıl olduğumu...
gazetelere falan geçecek bir şeyler yapmadığıma göre, neler yaptığımı, nasıl olduğumu bilmesine olanak yok... ne yani illa gazetelere geçebilecek şeyler mi yapmam gerekiyor? durduk yere şehri ateşe falan mı vermeliyim? ya da bir hastalığa çare bulayım...
gazete okumayı sevmez ki o....

şimdi telefon çalacak.....
o!
....

o zaman onun telefonu çalsın di mi doki...

umarım evde değildir.....

“alo?”
“ee.. meraba.... ben minnet...”
“a? ne haber? arayacağını hiç tahmin etmezdim....”

ben de etmezdim... doğa üstü güçler sağ olsun....

“nasılsın?”
“iyidir... bildiğin gibi... sen nasılsın?”

bacağımda kuduz bir kedi var ve cinlerle cebelleşiyorum... kalp krizi geçirip öleceğime dair güçlü bir hissiyatım var ve bir an önce mısır’a kaçmak istiyorum... yani bir değişiklik yok bende de... aynıyım....

“iyidir.. işte...”
“daha geçen gün senden bahsediyordum ben de....”
“ben de ne diye kulağım bu kadar çınladı diyordum...”
“ay çok hoşsun...”

bunu neden diyorlar acaba bana.... galiba bu “ay çok salaksın...” ya da “ay çok aptalca bu dediğin ama neyse...” ya da kısaca “...neyse...” anlamına geliyor...

“seninle görüşmüyoruz biz uzun süredir....”

aklına birden gelmiş gibi söyledi bunu. belki de aklına birden gelmiştir... fark edivermiştir bu gerçeği... zırrr... günaydın! sabah oldu... işte bu kadar basit... benim bunu anlamam olanaksız. bir düşten uyanır gibi: aa! biz seninle uzun süredir görüşmüyoruz! gerçekten mi? neden acaba? bilmem unuttum bir şey hatırlamıyorum... belki de hatırlamak istemiyorumdur... hiçbir şey olmamış gibi davranamaz mıyız? davranabiliriz tabii.. ama bunu neden yapacağız? bir şeyler oldu, sonra bir şeyler daha oldu ve şimdi de bir şeyler oluyor... ama ben uğraşamam bunlarla... ne zaman uğraşmaya çalıştıysam başarısız oldum... anlayamıyorum ve bu kadar basit işte. her şeyi de anlayamam ya, di mi doki?

“görüşmek istersen...”
“isterim tabii... yarın buluşalım hatta... özledim seni....”

işte bu... sikik cin neler açtın başıma... beni özlemiş işte... eminim özlemek kavramı onda ve bende farklı kodlanmıştır... başka bir şey diyor aslında o... benim bildiğim özlemek kavramıyla akraba olan ama aynısı olmayan başka bir kavram...
hangi kavram acaba?
bilemem bunu... bilmeye çalışmak da istemem... benim bilmek istediğim başka bir şey var:

“bu arada senin eski telefonun....”
“ee? ne olmuş benim eski telefonuma?”
“duruyor di mi? ericssondu yanlış hatırlamıyorsam...modeli neydi?”
“aa... üç yüz... bişeydi...”
“337 ?”
“aa... inan tam hatırlamıyorum... hayırdır? bozuk o...”
“şarj aleti duruyor mu?”
“duruyordur bi’ yerlerde... ne olacak ki?”
“şarj aleti lazım da bana...”
“bunun için mi aradın?”

işte bir kadının içindeki canavar böyle uyanır. beni bunun için mi aradın? ne yani benim için aramadın öyle mi? siz erkekler böylesiniz işte! nasılız biz erkekler... misyon adamıyım ya ben... erkekleri temsil ediveririm birden... oysa beni özlemişti... uzun zamandır görüşmüyorduk... şarj aleti vesilesiyle aramış olmam yetmez... gerçi cin zorladı beni..yoksa şarj aleti marj aleti, yine de aramazdım, bu doğru... evet ya, şarj aleti için aradım... görüşmek falan istemiyorum seninle... ne konuşabiliriz ki? ben benim hayatımdan, sen senin hayatından bahsedersin ama neye derman olur bu? görüşmememiz lazım... biz ayrılmış insanlarız. of, madem görüşecektik neden ayrıldık! duygusal bir patlama yaşamam gerekmiyor benim...
bi’kaç sefer öylesine buluşup iki şey anlatıldıktan sonra, yeni pozisyonlarımıza alıştıktan sonra yani:
“ee... ha ha ha... bu arada senin bi telefonun vardı... ha ha... ericsson 337...hah... duruyor mu o? hay allah nereden aklıma geldiyse!”
“hah ha ha... ay evet duruyor... bozuk ama... haha ha...”
“kah kah... onun şarj aleti de duruyor deme bana... muhahaha!”
“ay ilahi...kah kah... ne biliyim duruyordur biyerlerde...ha ha ha...”
“bak şimdi... atsaydın ya... he heh.... neyse... onu bana getirsene yarın... bir müzeye hibe edelim...”
“ha ha ha.... çok hoşsun!”
“şaka bir yana... gerçekten şarj aletini getirsene yarın...”
“iyi ya... getiririm... neyse ondan sonra ben de....”
...gibi gelişmeli di mi her şey! şarj aleti değil, önemli olan uygar iki insan gibi sosyal varlık olabilmek! elektro gitarımı getirin bana, protest sayılabilecek bir balad yazacağım!

...ama hala hattın ucunda ve hiçbir balad onu etkilemez... asla!

“hayır tabii ki de... ya da belki... seni arayabilmek için cesaret verici bir neden düşünüyordum bir süredir...”
“bir nedene mi ihtiyaç duyuyorsun beni aramak için?”

biliyorum... tamamen boş bir zamanında aradım... birazcık bile hoşlandığı bir reklam olsa televizyonda eminim onu tercih eder... bu denli takla attırmaz bana....

“cesaret verici bir neden...”
“cesarete gerek yok... sadece konuşacaksın ne var bunda?”

hayır hayır! kesinlikle tekrar beraber olmak isteyen adam pozisyonunda kalmak istemiyorum! yok öyle bir derdim...
en iyi savunma saldırıdır derler... ama bunu hep savaşın en kötü dakikasında söylerler... kimse savaşa bu desturla girmez!
ve şimdi bana en iyi savunma lazım çünkü saldırmak istiyorum!

“bak, benim evrenimin baş kişisi benim... olaylar ve kişiler minnet evreninde var oluyorlar. ve sen de, kısadalga olarak, benim evrenimin bir parçasısın. bir de kısadalga evreni var ve ben işte o evrenin bir parçası olduğumu kabul edebiliyorum. diyorum ki, minnet kısadalga’nın evreninin bir parçasıdır. ama sen işte bunu, benim evrenim söz konusu olduğunda kabul edemiyorsun. yani benim evrenimde var olan bir kısadalga var ve benim için var... senden ayrı olarak... bunun gibi sen de evrenine dahil olan minnet ile beni ayrı tut ve bunu kabul et... yani dünya senin etrafında dönmüyor sadece... senin etrafında, senin dünyanın da etrafında döndüğü bir dolu dünya var! ben neredeyse bir roman kahramanıyım ama sadece senin romanının değil!”
“saçmalama bi bok anlamadım dediklerinden!”

pekala bana lazım olan bu:
“hadi bana neden aradığımı sorarsan? sadece konuşmak istediğimi nasıl söylerim bunun üzerine... bunun üzerine nasıl konuşabilirim?”
“ben öyle biri miyim!”

ya da bu:
“haklısın bi’şey yokmuş... bak ne güzel konuşuyoruz....”

evet... buldum bana gerekeni:

“haklısın bi’şey yokmuş... bak ne güzel konuşuyoruz....”
“bence de... epey değişmişsin görüşmeyeli... daha olumlusun sanki?”

aklımdan geçenleri söyleyemediğimdendir....

“olumlu olarak değişmişsem ne mutlu bana!”

hay allahım! neler söylüyorum ben! olumlu olarak değişmişsem bıy bıy bıy....

“ilahi çok hoşsun!”

bu ne şimdi?

(devamı burada)

İÇBÜKEY YAN(IL)sıMA (2/4)

birinci bölüm burada
ikinci bölüm burada başladı

tekrar suskunluğa büründü; ayağa kalktı, genellikle dizlerinin üzerine çömelerek otururdu.bir ileri bir geri adımlamaya başladı içerisinde bulunduğu birkaç metrekarelik loş aydınlığı …

karanlığa doğru üç-beş kararsız adım attı; girecek gibi oldu ama durdu, geri döndü ve yine yürümeye başladı … elleriyle yüzünü ovuşturdu … parmaklarını saçlarının arasına daldırdı; karıştırdı onları düzensizce … vazgeçti ya da sıkıldı, bıraktı saçlarını.

Aniden durdu; duvarını arkasına alarak çömeldi tekrar dizlerinin üzerine … bir kez daha yüzüne yaklaştırdı beni … bir süre baktı sadece, sonra aklına yeni düşmüş de anlatmadan edemeyecekmiş gibi haller takınarak konuşmaya başladı :

“ Ötedost -onların- arasında yaşayan biri ama asla -onlardan- birisi değil! ”

devam etmeden önce bir kez daha sustu …

“ benimle konuştuğun birçok şeyin arasında … sen de hatırlayacaksın, midemizin kaldırmadığı hatta öğürerek tasvir etmeye çalıştığımız aşk ve onun nedenleri, kaçınılmaz sonuçları gibi meseleler de vardı.

Neyi çözebildik peki! anlamamızı kolaylaştıracak bir dil kullanabildik mi? sözcüklerimizle yetkinliğin sınırlarını zorlayamadık bile!

Hep bir şeyler eksik kaldı … birbirimize, bir kibrit çöpünün alevi kadar çabucak parlayıp sonra sönüveren o manasız tutkuyu asla anlatamadık.anlatılamayan şeyler belki de yazılmayı hak eden … anlaşılabilirliği yalnızca bu yolla mümkün olabilen şeylerdir! dilimizin döndürmekte üstesinden gelemediği lisanı, zihnimizin tasarımıyla kağıda dökebiliriz ve en etkili yöntem de budur aslında!

işte o bunu yaptı … Ötedost üstüne çok düşünülen üç temel kavram hakkında kısa bir öykü yazdı ve benim de fikrimi almak için okumamı istedi. ”

“ Hezekel … ”

“ dinle lütfen beni! çok uzun süre önceydi … o yazı hakkında sadece defterime çiziktirdiğim birkaç nottan daha fazlası yok elimde … hem yaptığımız çözümlemelerin daha etkili olmasını istiyorsak her fikrin bir değeri olduğunu düşünerek hareket etmeliyiz değil mi?

evet … şimdi bir bakalım … neredeydi ... ha!

öykü, -onların- genelde üç temel sorun üzerinde saplanıp kaldığından söz ediyordu.bunların : tanrı, aşk ve ölüm olduğuna işaret edilmekteydi.

kesinlikle kolaylıkla anlatılamayacak derinlikte olan bu üç temel konuyu öyle bir kurgu üslubu içerisinde öyküye yedirmek gerekiyordu ki; hiçbir kavram basitçe geçiştiriliyor izlenimi bırakmasın ve okuyucu sırası gelen her temanın layığı ile anlatıldığı konusunda herhangi bir şüpheye kapılmayacağı oranda ikna olabilsin!

bunu mümkün kılmanın anahtarı, bence dahice bir fikirden yola çıkılarak; elleri arkadan bağlanarak bir sandalyeye oturtulmuş ve işkence gören bir adamın, ona işkence yapan bir başka adam tarafından sorguya çekilmesinde … dahası, sorgunun mahiyetini bu üç temel sorunun yörüngesine oturtarak detaylı cevaplar almaya çalışması hem de farklı kavramlarla da ilişkilendirerek bunu becermesinde yatıyordu.gerçekten övgüye değer bir kurgusal biçimlendirmeydi.

işkence yoluyla fikirleri, beyin hücrelerinden çalınan bu adamın sıra aşk temasına geldiğindeyse görüşleri bir hayli olağandışıydı … aşkı, matematiksel bir dönüşüm keza bireysel bir arayış şeklinde cümlelerle anlatıyordu.

arada sırada bedenine sertçe indirilen demir çubuğun etkisiyle de olsa gerek, asla kaypak bir anlatımın tuzağına düşmeden ve belki de şimdiye dek hiç dillendirmediği düşüncelerini o anda birbiri ardına sıralıyordu!

mesela bir paragrafta :

...aşk, insanın kendini başka bir bedende aramasıdır…’ diyordu.

yine aynı paragraf içerisinde :

…herkesin aşkı kendinedir ; bir insanın aşkını anlayan, o insanın aşık olduğuna aşık olmak zorunda kalacağından, en üst düzeyde bireysel bir şeydir…

cümlesi aşkın bireysel bir arayış olduğuna dair bir vurguydu!

fakat benim ilgimi çeken cümleler daha çok … az önce sözünü ettiğim tanımlamalarda ki, aşkı matematiksel bir dönüşüm kalıbına oturtan benzetmelerde ortaya çıkıyordu.

şöyle yazmıştı Ötedost işkence gören adamın ağzından :

…kişi aşık olduğunda, artı neye aşık olduysa, onu benliğine alır ama bir yandan da kendini onun benliğine gönderir…için dış, dışın iç olması bu demektir işte : sağlam görünen bir mantık kuralının ihlali! artık o, iki kişidir ama bu, bir artı bir demek değildir; iki kişinin tek kişi olmasıdır …

…gerçek bir aşk söz konusuysa, iki kişinin tek kişi olması ne kadar büyülü ve güzelse, ikili olduktan sonra ondan mahrum bırakılmak o denli lanetli ve korkunçtur.çünkü aşk insanı değiştirir ve yoksunluğun neden olduğu bir başka değişime ayak uydurabilmek çok zordur.matematik basittir : bir artı bir iki … ikiden bir çıktı bir … ama bu durumda, iki aslında bir(tek) olduğundan; ikiden(birden) bir çıktı … sıfır! aşkın mantığa gelmez büyülü matematikselliğinden gerçek dünyanın mantıkla işleyen matematiğine geçmeyi başaran, yani bir(tek parça) kalabilen, bu acıdan sağ kurtulmuş demektir…

(Devam Edecek)

İÇBÜKEY YAN(IL)sıMA (2/3)

0 y o r u m
birinci bölüm burada
ikinci bölüm burada başladı)
bir süre ne diyeceğini bilemedi …

“ ama ben {içeri} de huzurluyum … aydınlıktan uzak bir ışık da olsa; ihtiyacım kadar olanını bana sağlıyorsun ve bu kadarı bana yetiyor … neden … gölgenin içinde ki bilinmezlik bu kadar önemli olsun … ”

“ … ”

“ yine öfkeli gözlerini diktin bana! ”

“ benim sayemde sahip olduğun … kendi bedenini bile zar zor sığdırabildiğin bu kurtarılmış bölgeye, nasıl olacak da huzurunu sığdırabileceksin Hezekel!bu minimal avuntu senin için yeterli mi? ”

“ neden olmasın ki!daha fazlasını istemiyorum … ”

“ sorgulamalısın Hezekel, yüzleşmelisin! ”

“ bunu yapmayı istemediğimi söylüyorum, anlamıyor musun? ”

“ sen bunu yapmayı her şeyden çok istediğini anlamıyorsun … ”


“ neden … neden bana bir şeyler yaptırmaya çalışıyorsun ki … benden ne bekliyorsun?”

“ her yerde karşına çıkan … gözünün çarptığı ve sende yoğun bir tanıdıklık hissi uyandıran kalıntıların … keza anıların … hemen hepsinin senden kopan, ayrılan, ayrıştırılan, ayrıştırdığın parçalar olduğunu fark etmeni istiyorum. ”

“ benim, benden ayrılan bu kadar parçayı yığacak yerim yok. ”

“ elbette var … herkesin vardır … herkesin yüreğinin karanlığında yeteri kadar yeri vardır.bu kalıntılar zaman geçtikçe küflenmiş sırlara dönüşür; yaşamayı zorlaştırdığında ise sırlar yüreğin karanlıklarına gömülür … ”

“ öyleyse bunlar nasıl sırlardır; neden kendimizden uzaklaştırıyoruz?onlara katlanamıyor muyuz … biraz tahammülü hak etmiyorlar mı? ”

“ Hezekel, kimseyi bu yüzden suçlayamazsın … bak, edimsel tercihler kolayca açıklanamayabilir, sen yalnızca kendi tercihlerinden doğan sonuçların sorumluluğunu üstlenmelisin … daha ötesini değil! ”

“ biliyor musun El Aynası … bazen seni dinlerken … karşımda Ötedost’u görür gibi oluyorum … ”

“ ?!! ”

“ … ”

“ demek öyle … nereden kuruyorsun bu empatiyi? yani onunla benim aramda. ”

“ bilmiyorum … sanki kelimeleriniz değil ama sözünü ettiğiniz konulara hakimiyetiniz ve inancınız neredeyse aynı benzerlikte de ondan … anlatabildim mi? ”

“ hmm … onunla neyi konuştun Hezekel? ”

“ ne? ”

“ ne konuştun onunla? ”

“ hah! bu soru çok saçma! Sen de gayet iyi biliyorsun; Ötedost’la aramda çok öncelere dayanan bir geçmiş var ki seni bulmamdan daha önceki bir maziden bahsediyorum … tabi ki her konuda birbirimizi dinlemişizdir … neden kızdırıyor bu durum seni? ”

“ bak … {içeri}de senin yanında olan ve seni daima kollayan benim değil mi? ”

“ bunu inkar etmiyorum zaten … ne demek istiyorsun? ”

“ cebinde taşıdığın hala benim, değil mi Hezekel? ”

“ … ”

“ … ”

(Devam edecek)

iki: oysa benim adamlarım olmalı

(öncesi)

ucuz nedir bilir misin doki? belki bilirsin ama ben de bilirim. ne olduğunu tam olarak bildiğin şey ucuzdur. tüketebildiğin... her şey için geçerlidir bu... filmler için kitaplar için şarkılar için... insanlar ve kediler için bile. eğer tam olarak biliyorsan, başını ortasını kıçını... işte ucuzdur. ben genellikle seyrettiğim filmlerde biraz sonrasını tahmin edebiliyorsam ve tahminlerimde haklı çıkıyorsam o filmi ucuz bulurum. birinin ne diyeceğini her zaman kestirebiliyorsam onu da...
biri, tanıdığın biri, sevdiğin biri, değer verdiğin işte, önemsediğin, neyse, ondan beklemediğin bir eylemi gerçekleştirdiğinde, eğer sonucu hoşuna giderse ona daha çok değer verirsin, yok hoşuna gitmedi diyelim, ki genellikle öyle olur, bana pahalıya patladı dersin… ucuza çıksaydı keşke ama ne fayda… olan olmuş işte… ağlama artık, göt olan ilk insan sen değilsin… sonuncu da olmayacaksın… ya, beklemezdin ha…

“meraba kolay gelsin...”
“buyrun...hoş geldiniz...”
“bu telefonun şarj cihazını bulabilir miyim sizce?”
“o ne yahu?”
“ee... biraz eski bir model...”
“selami! gelsene!”

koş selami bok var!
selami koş, babanı bulduk sonunda!

“buyur abi...”
“bak... bak!”
“o ne yahu?”
“bir 337!”
“vay be!”

acaba?
“değerli mi bu?”

eh...
“belki tır şoförleri ilgilenir... lastiklerin arkasına koymak için...”

aklınıza başka espri gelse şaşardım... gülün bakalım... şansımı denedim sadece... ve denemem gereken başka şeyler de var... şarj aletini bulmak gibi...

“ne olacak abi o?”
“bana bunun şarj aleti lazım...”
“abi ona şarj aleti değil elektro şok lazım...”
“bana jetonla da çalışırmış gibi geldi selami…”

komik.
ama ne yapalım... ekmek parası...

“bulabilir miyim onu söyleyin bana...”
“yok be abi.. ben yıllardır ilk defa görüyorum bu modeli...biz sana şöyle bir model verelim abi... hesaplı ve kullanışlı...”
“yok... ben aslında... oldu sağ olun... iyi işler...”


işte bütün bunlar da ucuz... böyle olacağını biliyordum. beni şaşırtamıyorlar. bana cart diye, çıkarıp bir çiçek sunmuyorlar. doğum günümü bekliyorlar desem hayır onu da beklemiyorlar. aman beklemesinler zaten. umurlarında olursam, bu sefer onlar benden bişeyler beklemeye başlar. en azından kendi doğum günlerini hatırlamamı beklerler. umursayamam ki ben onları.... benim bacağıma kedi bulaşmış kim ne beklesin benden allah aşkına....

elimde telefon asıl ben bekliyorum işte. çalışıverse şimdi telefon... kadının ölmüş kocası arasa...

“aloooov!”

yaşlı ya amca...

çık aradan santral!

“ee..buyrun?”
“sen kimsin?”
“ben özel dedektifim... karınız öldürüldü de katili arıyordum... siz ölü müsünüz?”
“allaha şükür ölüyüm... sen?”
“hayır ben özel dedektifim... özel dedektifler ölmez... onlar ölürse dizi biter film biter öykü biter... her şey biter hani...”
“kim öldürmüş bizim hanımı?”
“mafya hesaplaşması olmasını diliyorum... katil, bir kilo şöbiyet çıkarsa çok üzüleceğim...”
“ne mafyası?”
“bilmiyorum... ne tür illegal işlerle alakadar olurdu hanımınız?”
“biri bizi gözetliyor izlerdi... sayılır mı suçtan?”
“daha bölücü olanını düşünemiyorum bile! demek ki siyasi cinayet...”
“çok ısrar ettim, ajans var öbür kanalda diye ama dinletemedim... onun sosyal olaylara merakı anca o kadardı işte...”
“yetersiz donanıma sahip bi teyze olduğunu ilk görüşte anlamıştım zaten... siz ilk görüşte aşık falan mı oldunuz? bir işiniz yok muydu umut vaat etmeyen bu hanımla beraber olmaktan başka?”
“umut vaat ediyordu... sonra bitirdik birbirimizi... ucuzladı her şey...”
“anlıyorum... üzülüyorum... sizin gibi olmaktan korkuyorum...”
“ne var ulan! ne diye üzülüyorsun?”
“ölüsünüz ya... o bakımdan...”
“öldüm de kurtuldum....”
“bakın bu da bir üzüntü nedeni ...”
“niye aradın sen? kimin oğlusun bakayım?”

aman git be! yaşlı olmak da hiç çekilir şey değil… şimdi, hepimiz yaşlanacağız, sen de yaşlanacaksın, yaşlılara karşı anlayışlı olmak gerekir gibi laflar etme bana doki… etrafında torunları şöminenin karşısında tombul yanaklarını hoplata hoplata gülen bir doki istiyorsun geleceğin için ama hiç de öyle olmayabilir. babam gibi aksi ve sinir bozucu bir ihtiyar da olabilirsin? sana babamdan bahsetmedim di mi hiç? bazı çevreler tarafından yakından takip edilen bir insandır... belki sen de duymuşsundur ismini? mirveddin bey... tek bir kitabı bile yayınlanamadı buna rağmen oldukça ünlü oldu... “adam” isimli eserine ödül vermek istemişlerdi ama hepi topu, “adamdı işte” iki kelimesinden oluşan bu, değersiz akımının ilk örneği olan eserin gireceği edebi türü belirleyemediklerinden hiçbir şey yapamamışlardı... en son “minimal ansiklopedi” isimli eseri bir dergide yayınlandı... yaa; işte benim babam o! bence saçma sapan şeyler yapıyor ama nedense yaptıkları saygı görüyor... ben onu onlarca yıldır tanıyorum ve insanlar sadece onun yazdıklarını, düşüncelerini falan biliyorlar ama onunla aynı evde yaşasalar, yani gerçek yüzünü bir görseler tüm yargıları değişebilir! her şeyi fazlasıyla basitleştiren biriyle günlük hayatın allak bullak oluyor... hayır o nihilist ya da minimalist değil... yani öyle diyor... bence, sadece ruh hastası; her şeyi olabildiğince küçültmeye, daraltmaya ve özetlemeye çabalıyor... annemin, kız kardeşimin ve anneannemin de her şeyi abarttıkları, büyüttükleri ve dallandırıp budaklandırdığı düşünülürse benim neden evden ayrıldığım kolayca tahmin edilebilir...
en son bir ay önce telefon açmıştım eve... daha fazla mı oluyor yoksa? her ne haltsa... babamla konuştuk... ama ne konuşma! ben bir şeyler söyledim ve o sadece anladım ve anlamadım dedi... diğerlerine de, sormuşlar tabii ki, nasılmış, ne yapıyormuş diye, sadece “var” demiş ve hepsini ayrı ayrı kudurtmuş... bana ulaşana kadar annemlerin canı çıkmıştı; o zamanlar cep telefonum falan yoktu tabii.. şimdi iki tane birden var, ne güzel! cep telefonlarıyla ilgilenen biriyim ben doki! yedek parçalarından çalışma şekillerine kadar her şey benden sorulur... bu günlerde bir cep telefonu alacaksan sana yardımcı olabilirim... çok yakında cep telefonu işiyle ilgili bir çok insan tanıyacağım...
hatta sana bu konuda hızlandırılmış bir kurs bile verebilirim... telefon nedir? iletişim demektir.... iletişim miletişim dedim de... telefonculardan iş çıkmayacak gibi... falcıya mı gitsem acaba? oysa benim adamlarım olmalı. arandı mı şöyle dar karanlık sokaklarda bulunan, her şeyi bilen, her şeyden haberi olan adamlardan... filmlerdeki gibi...

“bana 337’nin şarj aleti lazım ahbap...”
modeli söylemek bile yeterli... o anlar...
“sigaramdan derin bir nefes aldım. sana kuşkuyla bakıyorum. acaba şarj aletini neden arıyor bu dallama diye düşünüyorum.. ama beni ilgilendirmez diye de ekliyorum hemen. sigaranın dumanını yere doğru üflerken ve sokağın çıkışına doğru gelen gideni gözetleyerekten sana şarj aletini ne zaman için istediğini soruyorum... şimdi gözlerinin içine bakıyorum...”
“bir an önce lazım... işte para...”
“paraya bakıyorum kuşkuyla... sigaradan bir nefes daha çekiyorum ve bekle beni burada diyorum...”
“tamam”
karanlıkta kaybolur ve bir iki dakika içinde tekrar karşımdadır. bu kadar işte!
“bu işini görür diyorum ve aleti sana veriyorum. vermek istediğin parayı kabul etmiyorum ve benim de senden isteyeceklerim olacaktır diyorum... şimdi hadi uza artık, görüşme bitti der gibi bakıyorum...”

tipi tip’in ilk karikatürü için de gidilmez ki öyle bir adama ama... tabii, şarj aleti için de gidilmez... bana roket atar lazım diye gideceksin ki bir işe yarasın o kadar şaibeli bağlantı...
ne roket atarı be!
!

(kısadalga’yı ara...)
cozt! 220 volt! yine mi sen!
(kısadalga’yı ara...)
saçmalama... neden arayacağım aylar sonra?
(onu araman gerektiğini biliyorsun)
bir hocaya gidip cin duası okutturacağım kendime... yeter be!
(saçmalama! kısadalga’yı ara...)
bir de dirseğinle dürtsene beni... tam böğrümden... kısadalga’yı ara...ah! kısadalga’yı ara...ah! kısadalga’yı ara...ah! şahane bir ikili oluruz... sapık cin ve mağdur minnet....
(kısadalga’yı ara...)
onu aramam.
(kısadalga’yı ara...)
onu aramam.
(kısadalga’yı ara...)
onu aramaaam!
(kısadalga’yı ara...)
onu arayamam ya! yeter artık! arayamam diyorum... doki müdahale etsene şu elektrikten bozma varlığa!
(kısadalga’yı ara...)
tekrarlardan nefret ederim....
(ne?)
tekrarlardan nefret ederim....
(ne?)
tekrarlardan nefret ederim....
(kısadalga’yı ara...)
hay allahım ya! yok bende numarası....
(ikimiz de biliyoruz numarayı: *******)
ama ne diyeceğim bu saatte ona?
(nasılsın?)
of çok doğru neden aklıma gelmez böyle medeni şeyler!
(sen ara bişey dersin nasıl olsa...)
hayır! istemiyorum aramak!
(kısadalga’yı ara...)
lanet olsun sana!

(...devamı: burada)

İÇBÜKEY YAN(IL)sıMA (2/2)

0 y o r u m
birinci bölüm burada
ikinci bölüm burada başladı

gri pardösüsünün iç cebinde taşıdığı beni, artık daha sık oradan çıkartır oldu.bununla birlikte tartıştığımız konuların çeşitliliği çok daha daraldı veya ben öyle hissediyorum.

işte!

işte … şimdi … o kemikli parmaklarıyla tekrar beni kavradı ve gri pardösüsünün içinden çekip çıkardı.

aramızdaki ritüeli bozmadan yine yüzüne doğru yaklaştırdı beni … tedirgin bakışları delici keskinlikte … damarı çatlamış sağ gözünde, eskimiş bir kan pıhtısı göz akının köşesinde kendisine yer edinmiş!

sivri yüzünün kenarlarından aşağıya dökülen, bir kısmı grileşmiş uzun saçları yağlı ve birbirine dolanmış … yüz çizgilerinde ki belli belirsiz fark edilen seğirme ve kasılmalar, gergin sinirlerinin bir belirtisi adeta …

neden yaptığını anlatmaktan inatla kaçındığı yüzünün kenarlarında ki o derin tırnak izleri, seğirme ve kasılmalar sayesinde daha bir belirginleşiyor; ifadesine ve üslubuna korkunç anlamlar yüklüyor!

anlatsın veya anlatmasın!ben o izlerin, çok sevdiği ve her nedense konuşmalarının çoğunda referans olarak kullandığı Ötedost’a yapılan uzun bir ziyaret döneminden önce yüzünde bulunmadıklarını biliyorum.

konuşmayı başlatmak bana düşer!

“ mana nedir Hezekel? ”

“ ne? ”

“ mana … meal … mefhum … neden her şeyin bir manası olduğu düşünülür …
söylemin ve düşüncenin altında yatan mana merak edilir. ”

“ e-eh … bilmiyorum … niye soruyorsun? ”

“ bak işte … sen bile bu sorunun altında bir mana aradığın için, kaçamak bir cevap verdin bana … ”

“ dur bir dakika! sen ‘mana nedir’ diye sorduğunda bile aslında bu manalı bir soru muydu? ”

“ öyle düşündün değil mi? ”

“ şey … belki biraz … ne demeye çalışıyorsun? ”

“ demek istediğim … bilinen hiçbir şeyi anlamlı kılmıyor bu şüpheci yaklaşım … ama diğer yandan; sahip olunan bu şüpheci yaklaşım sayesinde kabul görmüş ve benimsenmiş kimi kavramların altında yatan manayı çözmeye çalışarak, o kavramın asıl tanımını keşfediyorsunuz. ”

“ bu bir yanılgı mı sence? ”

“ sadece tezat … ”

“ söylenenleri anlamlandırmak her zaman kolay olmuyor. ”

“ evet … haklısın, keza yazılanları da … ”

“ … ”

“ kırmızı kaplı defterine yazdıkların Hezekel … ”

“ … yazdıklarımı … hiç kimsenin anlamlandırması gerekmiyor! ”

“ doğru! çünkü bu senin anlaman gereken bir kısılmışlığın neticesinde yazılmış … daha çok bulamadığın cevapların karşısında haykırdığın sitem sözcükleri gibi …yanılıyor muyum? ”

“ bana {içeri}nin sırlarını çözmem gerektiğini söyledin … bir öğüt verdin … ben de tıpkı senin söylediğin gibi, o çakıl taşlarını topladım … üstelik her biri farklı renklerdeydi.tek tek önümde ki karanlığın içine fırlattım onları … ne anlattılar bana! ”

“ sadece {içeri}nin sınırlarını öğrenmen gerekiyordu Hezekel. ”

“ öğüdünün bana bir yararının olmadığını söylüyorum sana … ”

“ öğüt değildi ki … yalnızca bir öneriydi … üstelik karanlığa doğru fırlattığın taşların her birinin farklı renklerde olmasının zorunluluğu nedir senin için? ”

“ … ne? ”

“ bak … önemsiz detayların seni gereksizce meşgul ettiğini söylüyorum … halbuki anlamını çözmen ve bilmen gereken onca şey varken! ”

“ … ”

“ … ”

(...devam edecek)