KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ

0 y o r u m
10.
İnsanları hiç sevmiyorsun değil mi… birazcık bile?

Hayır.

İlginç aslında…

Hiç değil aslında…

Sen bir münzevisin. Biliyorsun değil mi? Belki de insanları ve bütün her şeyi şeyine sallayan bir nihilistsin sen!

Yerinde olsam buna kafa yormazdım… Ne olduğumun bir önemi yok… Nihilizm hakkında ne biliyorsun Sibel?

Genel görüşü, hayatı boş ve anlamsız bulan insanların değiştirilemez inancı diye biliyorum. Doğru mu?

Kısmen doğru.

Sen ne biliyorsun peki?

Duygu’nun sertçe araya girişi Zebulun’u fazla korkutmadı. Kendisiyle bu konuda atışamayacağını biliyordu çünkü.

Sakin olmasını telkin etmek için ona doğru elini uzattı. Fakat o kadar kontrolsüzce yaptı ki bunu, kolu bir sapandan fırlatılmışçasına ileriye doğru uzadı; kızın sol memesi aniden avucunun içindeydi!

Neye uğradığını şaşıran Duygu hızla kendisini geriye doğru atadursun; Zebulun’da elini bir makine dişlisine sıkıştırmışçasına panik bir refleksle parmaklarını omzundan arkaya doğru çekti ve eli, ölü bir hayvan leşi gibi masanın üzerine düştü kaldı.

Sibel hala sakindi ve bir bakışıyla Duygu’ya da bunu öğütledi.

Hiçbir şey olmamış gibi, yaptıklarından dolayı kesinlikle sorumlu tutulamazmış gibi, sakin ve deli konuşmasını sürdürdü Zebulun. Kendinden emindi.

Nietzsche toplumsal etkenler sonucunda Nihilizme sürüklenen kişileri özgürlük kavramı kapsamında iki kategoriye ayırmıştı. Bunlara aktif ve pasif Nihilistler diyordu.

Anlatayım mı dercesine baktı. Sibel eliyle devam etmesini isterken Duygu hiçbir tepkide bulunmadı. Masanın üzerinde avuçları yukarı doğru açık, titreme ve kasılmalarla sarsılıp canlanmaya çabalayan o ele bakıyordu hala.

Düşesi fazla sıkmadan anlatayım o zaman.

Duygu’nun gözleri hain bir öfkeyle kısıldı.

Aktif Nihilizm gerçekte bir ara durumdur. Kişilerin kendileri ile hesaplaşma, ödeşme, eski kendilerini arkada bırakma, bir tür “iyileşme” dönemi denilebilecek bir süreçtir. Bu süreci tamamlayabilen kişi yaratıcı insan mertebesine erişir. Tamamlayamayanlar ise, toplum tarafından oluşturulmuş normlardan kopup yalnızca kırıp bozan, sağa sola saldırıp her şeyi küçümseyen uygunsuzlara dönüşürler ki keza bu da Aktif Nihilizm içerisinde ilerleyen bir diğer yoldur. Nietzsche bu kişileri hayatları boyunca ilgiye muhtaç, hastalıklı ve ihtilalcı kişiler olarak nitelendirir. Pek azları içinse bu dönem sağlığa kavuşma yıllarıdır. Çekilen acıların, sonuçlarını inkâr eden gururun işkencesinin yıllarca katlanılan o acıların işkencesini daha da arttırdığı zamanlardır bunlar. Sabırla, sertlikle, boynu kırılmadan ama en ufak bir umut da beslemeden dayanmasını bilen kişi, sağlığa giden o yola girebilmiş demektir.

Konuşurken alkolün etkisiyle ağzı burnu kaysa da sonunda kızları az da olsa etkileyebilmişti Zebulun. Özellikle tam arkalarında, ayakta duran ve konuşmalarına kulak misafiri olan Ephfilya Zebulun’un bu bilgiç tavırlarından çok etkilenmişti. İlgiyle dinliyordu.

Zebulun masanın üzerinde baygın yatan elini, bileğinden kavrayarak kaldırdı ve kucağına koydu. Sanki parmakları bu duruma isyan edermiş gibi ısrarla son bir defa titreyip mızmızlandılar. Gülümsedi.

Pasif Nihilizm ise, işte senin bildiğin gibi… Hayat boştur güzelim, düsturuna biat edenlerin tepkisizliğidir.

Başka kimse yok mudur bu özgürlük kavramını açıklama gereği duyan filozof?

Tabi ki vardır… Hume, özgürlüğü güdüler ve şartlarla birlikte istenilenin yapılması şeklinde açıklar. Çünkü ona göre özgürlük diye bir şey yoktur! Zorunluluk vardır. Tüm yaptıklarımız sıkı zorunluluk ve nedensellik kapsamındadır.

Kant! Kant, insanların doğa nedenselliğinden bağımsız eylemler de gerçekleştirebileceğini düşünür. Bilemiyorum, yani yorucu bir uğraş gibi geliyor kulağa.

Spinoza, sadece kendi doğasının zorunluluğu ile var olan…

Sen tüm bunları nereden biliyorsun hayatım!

Eğer araya girmezse Zebulun’un sabaha kadar kavramlar ve anlamlar hakkında konuşabileceği kaygısına kapılan Sibel, ayrıca tüm bu felsefi argümanları bu gece hiç de dinlemek istemediğini fark etmişti. Ephfilya aynı kanıda değildi.

Felsefe bölümünde öğrenciyken, Tmumkg’un bana gönderdiği mektuplar sayesinde…

O mu? Felsefe mi okudu?

Kendisine gerektiği kadarını… Evet.

Hım, peki sen ona neler yazıyordun?

Dedi Duygu…

Kısa bir süre düşündü Zebulun ve:

Ben… UFO fenomenleri hakkında yazıyordum, dedi.

(...)

otobüs arızalanınca

0 y o r u m
otobüs arızalanınca ormanın ortasından geçen dağ yolunda kaldık. ayılar ve kurtlar saldırdı. ben de tüfeğimi çıkarıp hepsini vurdum. ayılar ve kurtlar minnettar bakışlarla yanaştılar yanıma. sana da bırakalım mı biraz dediler; hayır, ben yol arkadaşlarımı yiyecek kadar haysiyetsiz değilim diye haykırdım. başka kurşunun kalmadı, istersen bize artislik yapma, ne mal olduğunu çoktan anladık, dediler. biraz tereyağı ile biraz bal istedim onlardan, versek mi vermesek mi diye düşündüler, bakışarak, bir süre. gözlerimi kısıp gökyüzüne baktım. tamam al bakalım dediler. yol arkadaşlarımı kendi aralarında paylaşmadan önce her birini parçaladılar. bir sigara yaktım, izledim sadece; yardım etmeli miydim acaba, diye düşünerek...

haaaaydi sana iyi geceler deyip ağaçların arasında kayboldular. olmazsa tüfeği ters çevirir, dipçiğiyle vururum, saldıran ayılara, kurtlara diye söylendim. belki duymamışlardır diye, biraz daha yüksek sesle tekrarladım vahşete yatkınlığımı...

kimse saldırmadı, kimse görünmedi bile etrafta. güneş doğarken poşete koyduğum bal ile tereyağına baktım; ekmek lazım, kesin lazım dedim ve yürümeye başladım.

yolun sonu yoktu ama yol küçük yollara ayrılıyordu, sonu olan küçük yollara. işte onlardan birininin sonunda bir ev gördüm; bir kulübe. ekmek, dedim ve o yola saptım. çok zaman geçmeden kapının önüne varmıştım ancak daha çok erkendi. uyuyorlardır, uyandırmayım şimdi dedim ve beklemeye başladım. bir yanım, patronun karısına ayak masajı yapmanın hiç de hafife alınacak bir şey olmadığını anlatırken diğer yanım buralarda insanların benim gibi züppe şehirlilerin alıştıkları saatte değil çok daha erken saatte uyandıklarını anlatıyor bir başka yanım sürekli benden nefret ettiğini "senden nefret ediyorum" diyerek belirtiyor, pek samimi olmadığım bir yanım da "sigara kalmadı yahu, sigara almak lazımdı; buraya zaten hiç gelmemeliydik, hatta yola çıkmamalıydık aslına bakarsan ağaçlardan inmekle çok büyük hata ettik" gibi şeyler söylüyordu. bu kadar çok yanım olduğunu bilmiyordum ve bu arada nasıl bir kargaşa ve gürültü ortaya çıktıysa kapı önünde, kapı açıldı, namlusu borozan ucu gibi bir tüfeği burnuma dayayan bir tavşan belirdi.

"hassiktir lan!" dedim; sinirim bozulmuştu, hiç beklemiyordum doğrusu böylesi bir süprizi.
"kahrolası arazimdesin ahbap; lanet olası kıçında bir delik açmamı istemiyorsan yaylan hemen!" diye bağırdı tavşan.
"ekmeğinin peşine düşmüş bir gezginim, sana zarar verecek değilim" dedim ben de, kendimi toplayıp.
"dünya alem bir araya gelseniz bana zarar veremezsiniz; acme örs düşer kafana dişini gösterirsen bana" dedi tavşan.
"deveye diken jünyıra siken" dedim ben de; sırf altta kalmamak için.
"jünyır ne ki sabah sabah?" diye tısladı tavşan.
"ceyar vardı ya; yüving petrol?" dedim can havliyle.
"o-ho! house md, lost, heroes var şimdi kim siker ceyarı?" dedi tavşan.
"sen de haklısın" dedim tüm bıyığım ve kare kafam ve topluma vitamin olmuş efendi boyun eğmemle. tavşan bu kalender durumuma acıdı olsa gerek, "girmez misin yabancı; senin gibileri biz burada hiç sevmeyiz ama aslına bakarsan biz bir bok sevmeyiz zaten" diye de ekledi.
"eyvallah" dedim, geçtim kapıdan. karşımda iki cin belirdi bir anda. biri hep doğru diğeri hep yalan söylüyormuş ama hangisinin doğruyu ya da yalanı söylediğini bilmiyormuşum. "ee? ne yapayım?" der demez ben, tavşan şöyle dedi: "tek soru sorma hakkın vardı, ya da iki ama üç değil. ona göre kapı açılacaktı..."
"ee? ne yapayım?" dedim tekrar, utana sıkıla; bana kapısını açmış ev sahibimi gücendirmemeye çalışarak.
"çok erken geldin işte dangalak; adamlar yerini bile almadan geçtin kapıdan!" dedi tavşan. bunun üzerine tavşanının omzuna hafifçe dokunarak sırıtttım ve şöyle dedim: "koy götüne gitsin; geçilmiş kapının davası olmaz!"
hemen sonra güldüm ama nesilden nesile kanıma işlenmiş ahlaki kodları bozmadım. mazlum ve kalender bakışlarım milim oynamadı. tavşan bundan çok etkilendi ve cinleri küfrederek kovdu. "keşke küfretmeseydin; yine de inanırım cinlere; her türlü bilimsel şeye rağmen" dedim; "ama en azından birine!" diye de son saniyede patlattım espriyi. bunun üzerine tavşan dağa kaçtı. "hassiktir!" dedim; "bari ekmeğin yerini söyleseydin!"
"ekmek aslanın ağzında evlat" dedi bir ses. sesin geldiği yere baktım. televizyonmuş. "yürü git göt!" dedim; eser kalmamıştı mazlumluğumdan, kalenderliğimden, oynadığım vıcık vıcık saygı sevgi piyesinden.
"serseri... sana benzer asıl... konuşmana... dikkat et!" dedi, dizilerden, haber, tartışma programlarından atlaya zap'laya seçtiği kelimlerle.
"serseri demedim; göt dedim! ben göte göt derim!" dedim tüm aşırma gururumla ve bir yandan da uzaktan kumandayı arayarak.
"kimse... o dediğin... kelimeleri... kullanamaz..." diye yayın kolajı yaptı. 'o dediğin' diyen reklam oyuncusu kadın çok güzeldi.
"işte bu yüzden aptal kutususun; efendi, düzgün, sınırları belli bir dünya empoze ediyorsun insanlara. piç!" diye hakırdım.
"onun... bunun... çocuğu..." dedi.
"bana mı dedin?" diyerek yaklaştım ekrana, tüfeği de doğrultarak.
"ayna mı... sandın... beni?"dedi.
"ayna aldığını olduğu gibi verir; sen ise aynı zamanda göz olan bir anüssün!"
o anda, sabahtan akşama kadar telefonla seks programları yayınlayan bir kanal açtı; kadının biri ahizeyi kıçına sürtüyordu. kafamı hafifçe yana yatırıp izlemeye başladım.
"ha şöyle... ekmek... kafa... et... kafa... hamur... kafa!" dedi. tam bozulacaktım arkaya gülme efekti koydu! gülmeye başladım ben de; kahkahalar atan, alkışlayan seyirci kitlesine bakarak.
"değiştir şu kanalı, biraz öncekini açsana ya!" dedim, bir yandan gülerek. değiştirmedi ama! tabakları kırıp, tabak parçalarıyla bardak yapmaya çalışan bir kadın, 'kocam beni sikmiyor!' diye ağlayan bir başka kadına 'biz değerlerimizle varız, her an ağlayabilirim" gibi şeyler söylüyordu. bir şey ağzımın içinde büyüdü; sanki biraz önce meyveli gazoz içmişim ve hemen sonra tükürmeye karar vermişim gibi, dudaklarımdan sarkarak indi beynimin bir kısmı halıya. çok küçük bir ses geldi ta derinlerden, 'ekmek!' diye. tuttum kopardım televizyonun kablosunu yetmedi tüfeğimin dipçiği ile patlattım ekranını.
çok rahatlamıştım o an.
mutfağa girdim, tezgahın üzerinde taptaze iki ekmek vardı. çay falan da yaptım, elimdekilerle salona döndüm. yemek masası tertemizdi, yağlı ballı ekmeğimi yemeye başladım.
tarif edemeyeceğim bir boşluk hissine kapıldım daha ilk lokmamda. hemen masanın üzerindeki uzaktan kumandaya baktım ve pişmanlıkla ağlamaya başladım. kumanda, otobüste yanımda oturan teyzenin neredeyse aynısıydı; tek farkla: teyzenin başı örtülüydü. teyze için ağlamıyordum ama; fazla öfke gösterip televizyonu parçaladığım için ağlıyordum.

KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ

0 y o r u m
9.
Geceyi Sibel’in odasında ve onun koynunda sonlandırmaya karar veren Tmumkg’un kaygısı ve asıl merak ettiği şey, Zebulun’u da beraberinde getirmesine kızların nasıl bir tepki gösterecekleriydi. Dostunu yalnız bırakmak istemiyordu. Çünkü hiç iyi görünmüyordu. Zebulun’un Duygu’nun üzerinde olumlu bir etki bıraktığını umuyordu. Evet, iyi niyetliydi; epeyce iyi niyetli!

Bulunduğu yerden ona güldüklerini görebiliyordu ama bu gülüş de tuhaf bir şaşkınlık da vardı sanki. Biraz dikkatli bakarsan, yüzlerine yapışan o şaşkınlığı başka şekillerde de çok rahatlıkla yorumlayabilirdin. Artık ciddiye alınmayan birine reva görülen kaygısızlık ve umursamazlık, bununla birlikte ifadeye yerleşen o bilindik yalancı kaypak sırıtış…

Belliydi! Onu istemeyeceklerdi. Kızları o masaya hiç oturtturmamalıydı. Hatalıydı, bunu anlamıştı ama onu bir şekilde kabullenmelerini sağlamalıydı; hiç olmazsa sadece bu geceye mahsus Zebulun’u mazur görebilmeliydiler.

İşin aslı, o komik de bir adamdı doğrusu; misal az önce ne yapmıştı öyle: yıllardır onu dans ederken görmeyen Tmumkg, tuvaletten çıkar çıkmaz insanların arasına karışan Zebulun’un tuhaf figürlerle ve olduğu yerde sıçrayarak sözüm ona bir dans ritüeline kendisini kaptırdığına şahit olmuştu. İşte bu komikti çünkü biraz sıra dışıydı. Ona göre bir şey değildi. Gerektiği yerde mümkün olan en şirin maymunluğu yapmak kendisine has bir özellikti. Kesinlikle Zebulun’a değil. Dolayısıyla bu işe biraz güldü ama Zebulun’un o kalabalık güruhun içerisinden hoplaya zıplaya çıkarak, insanların masalarında kendilerini bekleyen yarısı içilmiş ve kimi içilmeye hiç başlanmamış içkilere musallat olması ve onları ardı ardına devirmesi -midesine indirmesi bakımından- Tmumkg’u öncelikle çok şaşırtmış ve kısa süreli bir paniğe sürüklemişti. Çünkü Zebulun’un bu hareketini görebilecek herhangi bir kişi onu barın anlayışsız ve yarı mafya bozuntusu hödük sahiplerine bildirdiğinde bu düşüncesiz tavrı hiç hoş karşılanmayacağı gibi, sırf millete aksiyon olsun şarlatanlığıyla onu bir güzel tartaklayabilirlerdi. Neyse ki böyle bir şey olmadı ve dayak yiyip dışarı atılmaktan ucuz kurtuldu.

Masalarda duran içkilerin çoğunu diplemiş ve bir süre olduğu yerde dikildikten sonra cam gibi saydam ve donuk bakışlarıyla etrafını süzerek, ağır adımlarla kızların yanına dönmüştü.

Okkalı bir yuh çekmek geliyordu içinden ya…
(...)

yo

4 y o r u m
Tarım ve Köyişleri Bakanlığının Verdiği izinle…

Makat, bu dünyada illegal bilgisayar yazılımına verilecek en iyi addır.

Avrupa Birliğinden bahsetmeyen tek kitap kurandır.(?)

Mevsimlerin değişimi sonbaharı, bahar yapacaksa bırakın değişsin. Bahara dokunmadan ama. Sorun Yok! 08.10.2009 tarihini İstanbul’da yaşayanlar…

Bir geleneği ortadan kaldırmak bütün dünyayı ortadan kaldırmaktır Moğol Filminden

İklimler bizim geleneklerimiz mi?

Bundan 1 ay önce bir zombi filminin çekimlerinde figürasyonda yer almak için Büyük Ada’ya gittim. Sesli çekilen bu filmin çekimleri durdurmayı başaran karşı adadan duyulan Daft Punk’ın One More Time parçası idi Türkler’in saçma sapan işler yapmasına dışardan bir müdahale hayatın her tarafında-anında gözlemlenebilir bir şeydir şüphesiz. Fransızların bu coğrafyadaki varlıkları… Yeniden.

Nuray Mert’e verilecek her ders Ahmet Hakan’a Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi olarak tekrarlanabilir. Derslik The House Cafe

Kötü örnek nasılda örnek olur;

Başlangıç Tırnağı

—Çok şey biliyormuş havalarındasın. Bilgi nedir

—mümkün olduğu kadar az şey bilmektir

—ne demek o?

—bilmiyorum efendim

—bir köprü inşa edebilir misin?

—hayır

—silah yapabilir misin?

—hayır

—bunlar bilgi ürünüdür

Bitiş Tırnağı

Bütün savaşlarda köprüler en ilk vurulan yerlerdendir.

Hiç birşeyini (Kültürünü. Belki?) bilmediği topraklara gelip te üstün insan taklidi yapan, Almanya’da doğan Mezopotamyalılara gülmek osuruğa gülmektir, acımak ise yersiz, boş zamandır.

Yukarıdaki son cümlede Tarım ve Köyişleri Bakanlığının vermiş olduğu iznin sıkı parmağı var.
Pablo Picasso
Bu adam bilmediği her şeye ‘Bu ne işe yaramaz’ diyerek beynin kullanım oranını arttırmaya çalışmıştır. Ama ölmüştür kendisi. Keşkek ölmeseydi (bu bir sevgi yada övgü cümlesi değildir.tamamen dua dır)
Petrolün Türkçesi Kaya Yağıdır. Toroslar’ın tepesinde saçma sapan hareketler yapan, insan mahsulü bir makine görenler…
Albert Camus zamanın(anın) ne demek olduğunun uzmanıdır. Charles Bukowski insandır. isot ne kadar talıdır
Yerli yada yersizJ Cennette Charles Bukowski ile devrim (inkılap’ın fonetiğini s.kim)yapmak istenmemeli mi?
Bu gün 1453 Steven Paul Jobs’un doğum yılı. Elmadan ikinci ısırığın estetiğinin işe yaramayacağını gören insan
Evet. Sadece Türkler ve Arapların isimlerinin ve soyadlarının anlamı vardır Tuhahaaaaaaa
Anlamsız olan herşeyin içine ….. bukowski, devrim, serdar, ahmet, zeynel, cem, şuğadar, kraliçe, yerden çıkan su kaynağı, Mevlana, neyzen Tevfik, tuna, Mehmet,(arka arkaya üç nokta koymak için direndiğim cümle)
Ne mutlu düşünürken Ammmmm demeyen insanlaraJ(no racism)
‘Kasabanın En Güzel Kızı’
Bir Arap atı bir İngiliz atı yanın dada bir adet ‘Irak’ galibiyeti
Cidar (www.tdk.com)
Politika (Özel başlık)
Açılış
BIYIGINI ÜSTTEN DÜZELETEN İNSANLARDAN NEFRET ETTTİGİM KADAR HİÇ BİR İNSAN NEFRET ETMEDİM. Turgut Özal’ın en büyük yanlışıdır. Belki de o bu yanlısı görmüş olsaydı bu gün çok daha farklı olurdu yelkenlerimiz. Bu adam öldüğünde dünyanın en metanetli insanın evindeydim. Bende eksilerde gezen bir metanet vardı Tepesine bir ışık yerleştirmiş arı ne güzel olurdu… bu cümlenin de mevcut partiye övgü olmadığını anlayalım lütfen
Zencileri. Japonları, brezilyalıları sevdiğim kadar sevseydim kendimi keşke(dua)
Ben hasta yerimi düzeltemem bıçakla, böbreklerini satarak borçlarını ödeyemeyenler.
‘yeri gelir bülügün bile kullanılacağı yer olur’ Ananemin evdeki bizce gereksiz olanları atmaya başladığımız zaman söylediği söz
Bülük; pipi,çocuk cüküJ
Politik özel başlık son,
Cemal Süreyya’dır aslı ama o Türkçe olsun diye bir ‘ y’ yi heba etmiştir ama bir yandan da üşüyorum kapama gözlerimi diyendir cemali sevmem herşeye rağmen… başkada bir numarası yoktur benim acımdan ama tv ye program hazırlayan açısından mühimdir
Futbolu açıklamak bana en zor gelen şeydir…
Futbol, gerçekten ilgili olmayan insanlara açıklanması en zor gerçektir
Futbol kutsal kitaplarda yer almayan tek oyundur.(?)
‘içim sana çıksa, olsam iç içinde sana, bana dön desem, için için ne dersin’
Sanırım ülkemizde bir ressam olan Ali Sarugan ‘ın eski sevgilisinin tarafından yazılmış bir şiir
Kim neden paylaşır ki bole şeyleri zaman zaman
Atı alan Üsküdar’ı geçti.
Eskiden Üsküdar’a kaçan suçlular için söylenmiş sözdür kendileri
Ben bu yazıya baslarken okuyan herkese ebetteki bir şeyler söylemek istedim.
Değilse ne anlamı var ki
Anlamsız olan herşeyin içine ….. bukowski, devrim, serdar, ahmet, zeynel, cem, şuğadar, kraliçe, yerden çıkan su kaynağı, Mevlana, neyzen Tevfik, tuna, Mehmet,(arka arkaya üç nokta koymak için direndiğim cümle)
Anlamsız olan herşeyin bacısını s.keyim
Bundan daha uzun olmasını diledim ama burada kilitlendi kaldı ama herşey rağmen şahane bir serüvendi demek lazım

Bu son cümle bu yazının ta en basında yazıldı, yani ilk cümleydi

Post modernizemin ne kadar karsısında durmaya çabalasam da bu bole oldu.

Aslına bakarsınızı insanlar son donemde yaptıklarıyla alakalı sırlar vermeye başladı bunu da sevmiyorum. Çünkü bu saçma sapan bir devrim. Sessiz sedasız bir devrim, ama bir yandan insanı acizleştiren bir şey var ortada insanın ne kadarda politik(kaçınılmaz tanım) olduğunu vurguluyorlar

Evet, oleyiz (‘insanoğlu kaypaktır’)

Ama değiliz de bir taraftan, bir tarafıyla çok acz içindeyiz diğer tarafım hiç sevinmiyor

Çünkü bir geleneği yıkmak dünyayı yıkmakla es değer ama son baharın ilkbahar olması hiç fena değil

İnanmayacaksınız ama benim dedem dudak kanserini iyileştiriyordu;

Dudak kanseri olan insanların dudağını dağlıyordu(vay be iyi para kazanıyordu(?) Ama elektrik yoktu ki köyde)

Bu yazı bir yazı

Ben’ Son Gece’ diye bir film izledim film çok güzeldi ama TV filmi mantığıyla çekilmiş bir filmdi.?

‘’Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer, Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun. Etme!’’

Belki devam eder beklide etmez

KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ

0 y o r u m
8.
Kasıklarının çevresine çöreklenen o tatlı ve karıncalı yanmadan kurtulmuş, mesanesini sıkan basıncı sonlandırıp rahatlamıştı. Nedense içini aptalca bir minnettarlık duygusu kaplamıştı. Sanki işeyebilmesini başkalarına borçluymuş gibi. Çok garip bir duyguydu. Şu son birkaç aydır içini böyle duygular kaplıyordu.

Büyük bir rahatlama hazzı ile pantolonunun düğmelerini ilikleme işine girişmişti ki, birden zaten ilikli olduklarını fark etti. Afalladı. Bir terslik vardı; ayakta da değildi, masasında oturuyordu. Kızlar da tam karşısında. Boş bardaklar biralarla tazelenmişti. Güzel. Çevresi hoplayan, zıplayan insanlarla doluydu. Müzik, kendilerinden geçirmişti. Her şey iyi de, peki ben nereye işedim lan, diye düşündü.

Altıma işemiş olabilir miyim? Yok, daha neler… Ne oldu peki, düşün!

Bulmuştu; büyük ihtimalle zamanda geriye kaçmış olmalıyım ben, dedi kendine. Gerçekten mantığına yatıyordu bu türden uçuk fikirler. Hemen yan tarafına baktı, hayır, başka bir Zebulun oturmuyordu yanında. Buna biraz üzüldü. Paniklemeli miydi? Bundan pek emin değildi. Yorucu geldi paniklemek ona.

Orada ki tuvalete gittiğini çok iyi biliyordu. Bilmesini kolaylaştıran hatıraları vardı, o anla alakalı olarak. Burun çeperlerinde hala tüten amonyak kokusunu alabiliyordu. Ürik asitten kaynaklı, iğrenç bir koku işte. Tahammülü zor. Hafızasına yer eden o keyifli anı, yani işeme esnasında, tuvaletin tavanına doğru yükselen sidiğin kokulu sıcak buharını izlerken, nasıl da büyük bir haz almıştı; ne kadar da canlıydı. Bir anıya bile dönüşmemiş olması gerekiyordu aslında, bilakis o anın içinde bulunmam gerekiyordu benim, dedi kendine.

Nasıl becerdiğimi bilmiyorum ama galiba zamanı büktüm ya da eğdim veya bir halt ettim işte. Suç bütünüyle benim ulan, istemeden zamanın akışında bir kırılma veya kopma noktası oluşturup bir başka gerçeklik boyutuna sıçradım bok gibi. Aman Tanrım! Ne yaptım ben!

Bir an önce düzeltmeliyim bu durumu yoksa benim yarattığım bu eğik zaman düzlemi başkaları içinde bir kâbusa dönüşecek. Gerçeklikleri bildikleri gerçeklikten ayrılacak ve hayat bambaşka bir olurluktan başlayacak. Herkes aldığı nefesi tekrar içine çekecek belki de. Ne bileyim, şartlandığımız birçok şey tersine dönecek.

Kulağa çok da kötü gelmiyor aslında!

Yine de zamanın akışını kendi düzlemine oturtmalıyım. Ütopik bir gerçekliği kim yaşamak ister ki? Var mı o kadar cesareti olan? Hiç sanmıyorum.

Pekâlâ, sanırım bu oynak düzlemi nasıl rayına oturtacağımı biliyorum. Mademki sikimle bozdum yine onunla düzelteceğim. Saklandığın yerden çıkıp sen düzelteceksin bu kaotik saçmalığı.

Zebulun oturduğu yerde acele ve komik bir beceriksizlikle pantolonunun düğmelerini açmaya çalışıyordu fakat fazla sıktığı kemerini bir türlü gevşetemiyordu. Zamanın büküldüğü o ana ve mekâna geri dönebileceği yanılgısına kapılmış ve bunu sağlayacak anahtar öznenin çükü olduğu yargısına varmıştı. Bu sefer kubura değil de belki lavaboya işerim, böylece ters tepkime zamanı bu eğiklikten kurtarır gibi çözümler üretiyordu kafasının içinde.

Masaya gelip oturduğundan beri garip davranışlar sergileyen Zebulun’u biraz da korkarak seyreden Sibel ve Duygu, şimdi de onun pantolonuyla olan didişmesini şaşkınlıkla izliyorlardı. Pantolonu çıkarmaya çalıştığını fark etmişlerdi ama nedenini iyice kavramadan buna engel olmanın onu durdurmayacağını hissediyorlardı. Ne olmuştu orada ona. Yüzünde rahat bir gülümsemeyle gelip oturmuş ve birdenbire panik atak belirtileri göstermeye başlamıştı. Çevresini korkulu bakışlarla süzüyor ve rahatsızlığını belli eden kıpırdanmalar içinde hiç durmadan mırıldanıyordu. Sonrasıysa malum; paniklemiş ve korkmuş bir halde pantolonundan kurtulmaya çalışıyordu.

Sibel biraz sonra ortaya çıkabilecek yakışıksız durumun farkına vararak derhal müdahale etme gereği duydu.

Zebulun! Bana bakar mısın? Ya yüzünü kime benzetiyorum acaba diye içim içimi yiyordu… Buldum sonunda! Uğur Polat’a çok benziyorsun sen.

Zebulun’un telaşlı kıpırtıları ve sinirli mırıltıları o kadar ani olarak kesildi ki kızların ikisi de şaşkınlıkla irkildiler. Bıçak gibi kesilmişti her şey. Yüzlerine kayıtsız ve donuk gözlerle bakıyordu. Birasını kaldırıp bir yudum aldı. Bıyık uçlarını emdi. Pek ilgisini çekmemişti bu benzetme sanki.

Sence de benzemiyor mu Duygu?

Evet, sanırım benziyor.

Odamda bir posteri bile var adamın ya. Hayranıyım herifin.

Umurunda değildi ve dudaklarını büzerek bunu çok da belli etti. Sibel hemen karşı atağa geçmeye karar verdi.

Tamam, öyleyse kendini en çok kime benzettiğini sen bize söyle!

Bu soruya verebileceği bir cevabı vardı. Birkaç saat önce fark etmişti zaten. Kızlar henüz masasına gelmeden önce. Alnını ovuşturdu; beyninde birbirleriyle simetrik şekilde patlayan kıvılcımlar çakıyordu.

Bakışları Duygu’nun beyaz tişörtünün altında bile zorlanmadan fark edilebilen mükemmel orantılarda ki o dimdik memelere kaydı. Orada fazla takılı kalmadı. Kafasını gökyüzüne kaldırıp yıldızları seyretmeye başladı. Ardından ciddi bir ses tonuyla dramatik bir sahne oluşturmaya çalışıyormuş edasıyla konuştu:

Diyeceğim o ki; sanırım ben kendimi Amerikan Süvarilerinin Atlı Bölüğünde ki Askerlerine benzetiyorum kızlar ve eğer yanılmıyorsam ve delirmediysem, bu benzerlik büyük ölçüde siz kadın milletinin memeleriyle ilişkili.

Bir sigara daha yaktı ve gülümsedi.
(...)

KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ

0 y o r u m
7.
Shopenhauer’in elleriyle mühürleyip teslim ettiği zarf fazla gecikmeden Ephfilya’ya işini en iyi yapan Ulak Meleklerden birisi aracılığıyla ulaştırılmıştı. Zarfı teslim eder etmez de arkasına bile bakmadan Beyoğlu’nun yapısı itibarıyla uzayan, bükülen, daralan karanlık dehlizleri andıran o sayısız arka sokaklarından birine daldı ve çabucak gözden kayboldu.

Ephfilya zarfı dikkatlice açtı ve zekâsına hayran olduğu akıl hocasından kendisine iletilen notu bir çırpıda okudu. Kendisinden bu adamın peşini asla bırakmamasını istemişti. Bu isteğe biraz şaşırdı çünkü Zebulun hakkında ki detaylı raporunu Genel Merkezi Birime iletmiş ve adama dönülecek yanıta kılavuz olması beklenen o ilk kelimeyi de sonra ki raporunda belirtmişti. Fakat o rapor doğrudan Shopenhauer’e gitmişti. Zebulun’u bu derece önemli kılan şeyi gerçekten merak etti Ephfilya. Shopenhauer’in bu adamla ilgili önemsediği bazı şeyler vardı kuşkusuz ve hocasının ilgilendiği her şey kendisi için de önemliydi.

Fotoğrafçılığı çok sevdiği bilinen bir gerçekti ve her görevinde kendisinden istenmemesine rağmen Birime gönderdiği raporlarına mutlaka iliştirdiği fotoğrafları şimdiye kadar Shopenhauer gereksiz bir uğraş ve boşa harcanmış emek olarak görmüş, öyle değerlendirmişti. Çünkü o, içimizde ki istencin akılsız ve bilinçsiz bir öze sahip olduğuna inanırdı. Epfhilya’nın fotoğrafa olan tutkusuna da bu mantıkla yaklaşmakta hiçbir sakınca görmemiş ve onun bu yeteneğini her zaman göz ardı etmişti. Tuhaf olan, bu sefer Shopenhauer ondan Zebulun’un ön cepheden çekilmiş bir fotoğrafını da rapora mutlaka eklemesini istemiş ama bunun kendisi için ne gibi bir önem arz ettiğinden bahsetmemişti. Kesinlikle bir şeyler vardı.

Ephfilya insanların arasında olmaktan ve onlarla zaman geçirmekten büyük keyif alıyorken, Shopenhauer’in insanlara olan yaklaşımında ki sevgisizliği daima onu çok şaşırtır ve bir türlü bunu anlayamazdı. Elbette o da bir insandı, yani ruhu hala bedenindeyken ve onlar hakkında kesinlikle çok şey biliyor olmalıydı. Bu ona büyük bir acı ve sıkıntı vermiş olmalıydı. Şimdi onu insan arzularını tatmin etmek için uğraşan bir birimin danışmanı olarak görmek doğrusu biraz trajik ve komikti.

Peki, Shopenhauer’in bu adamda gördüğü şey neydi?

Evet, sakin ve durağan bir sükûneti vardı ve bu duruştan kendisi de etkilenmişti. Kafasını önünden pek kaldırmıyordu ve çok fazla konuştuğu da söylenemezdi. Kadınlara olan yaklaşımı ise çok düz ve sıkıcıydı ama gözlerini onların üzerine diktiği anlarda aklından neler geçtiğini de kolaylıkla anlıyordunuz. Zaafları vardı ve bunları saklama ihtiyacı pek duymuyordu. Bu iyi bir şey mi acaba diye aklından geçirdi Ephfilya.

Kendisinin de ona karşı hissettiği merak duygusu, her zamanki görev sorumluluğunun dışında, bu sefer işinin daha ilginç ve zor olacağının belirtileriydi aslında. Hoşlanmıştı Zebulun’dan ama kendisine verilen görevi de boşlayacak değildi. Her yolu deneyip istediği o resmi çekecekti; mutlaka bir yolunu bulmalı ve Shopenhauer’in güvenini boşa çıkarmamalıydı.
(Devam...)