INFERNO

2 y o r u m

Otuz yedi mi?

Otuz yedi.

Sen otuz yedi misin?


Buna geri dönmem. Dönersem, beynim peksimet gibi ufalanır kafatasımda. Tekrarları pek sevmem. Bir de zaten konuşmak gibi bir niyetimin de, eee, olmadığını hesaba katarsak…

Genellikle olmuyor yani, her zaman değil. Ben de bilmiyorum.

Her neyse, öyleyse artık otuz yediyim. Pekâlâ…

Ben kaçayım o zaman bir an önce… son sürat köşeleri döneyim… yüksek duvarlardan, daracık sokakların içinde ki tel bariyerlerden atlayayım hiç hız kesmeden… maymun gibi bir çeviklikle… ne bileyim, belki bir hatunu rehin alırım… ne belkisi, kesin alırım… hani değiş-tokuş için lazım olur ilerde… eski yaşlarımı getirin bana ulan diye telefonda pazarlık yaparım FBI Ajanlarıyla… olur neden olmasın… FBI Ajanı bu, pazarlıkta geri kalır mı?

Tamam, biraz sonra yirmili yaşların burada olacak; yeter ki sakin ol ve rehineyi bize ver!

Nah alırsınız lan rehineyi! O daha bana âşık olacak! Oyun mu zannediyorsunuz bunu lan ibneoğluibneler! Derhal getirin eski yaşlarımı bana; özellikle yirmi sekizimi istiyorum. Onu getirin buraya!

Ben yirmi sekizken, bir Allah’ın kulu bu yaşı yaşamamış gibi davranırdım. Davranmıştım. Tabi ya. Hiç kimse yirmi sekize yeterli duyarlılığı göstermemiş, hehehe komediye bak, sanki kısacık, göt kadar bir çarşıyı dolaşmaya çıkmışlar da akılda kalıcı hiçbir iz kalmamış gibi.

Yirmi sekiz muallak yaş diyordum. Herkese! Yirmi dokuzlara bile…

Ne demek istediğim hakkında hiçbir fikrim yok; o zaman da yoktu. O yüzden muallaktı belki de ya da sanki veya o kelimeye yakışan bir yaş olduğunu düşünüyordum ya da gerçekte o yaşın ancak muallak kelimesiyle adlandırılabileceğini çünkü kelimenin anlamının anlamsızlığı ve açıklanamazlığı ifade etmesi yüzündendi… belki ya da sanki… ne bileyim ve bilememekti ve bilmek istememekti, sanki veya belki…

Siz hırçın mısınızdır?

Dur yahu, kalkma hemen; otur şöyle…

Demek istediğim: Hırçınlık bir bedeldir aslında… bilmeyi istememenin bedelidir… bilmediğini anladıkları anda, bilmeni sağlarlar… öyle öyle… ansızın ve destursuz koyarlar bilgiyi kafana… yerleştirirler bir güzel ve gereklidir kanlarınca…

Bilgi, artık zihninde bir yerlerdedir… usul usul yıpratır ve soldurur cahilliğini… o dinginliğe ve elastiki sabra ulaşmak eskisi gibi mümkün değildir. Bildiğin her şeye lanet etmeye, küfretmeye başlarsın. İlgisi olmayan her bilgiyi artık onunla ilişkilendirirsin. Eline tutturulmuş bir hançerdir o ve ziyadesiyle silahtır… altıkerepatlamaz… mermi kovanları daima hizmetindedir. Basarsın tetiğe ya da saplayıverirsin pembe dimağlara.

Bilginin ne olduğu, neyi anlattığı çok önemli değil. Değişkendir zaten. Kafa yormaya değmez. Bilgiden kaçalım istiyoruz şurada, kurcalama daha…

Yalnız şunu bil!

En yararlı bilgi ve en değerlisi haliyle, kendin hakkında öğrendiğin ya da keşfettiğin bilgidir. Çünkü direk seni sana anlatan bilgidir. O yüzden eşsizdir. Yolunu belirler, daha ne olsun; ya da bir boka yaramaz, alıklıkla meşgul dimağının onu fark edeceğin zamanı bekler durur.

Seni umursamazlar; aslında ellerinden gelse… … …

Aniden bir üşütme geldi; beraberinde tüm vücudunu sarsan şiddetli bir titreme. Bilgisayarının başından kalktı ve koltuğun üzerinde duran hırkasını geçirdi sırtına. Dışarıda güneş vardı. Çığlıklar ve motor sesleri. Bir fren sesi. Dijital bir bibleme…

Sigarası yoktu. İçmiyordu sigara ama olsaydı içerdi bir tane.

Nefret bile etmiyordu artık hiçbir şeyden. Her şeyi sevmiyordu sadece. Yalnızca, içten içe sıkılıyordu ve hep sıkılmıştı zaten, içten içe. Of, bu cümle resmen boğdu onu.

Elini ağzına götürdü ve sigarasından bir nefes çekti. Yoktu, ama yine de yaptı.

Kendini yazmaktan usanmıştı. Yorulmuş ve tabi ki sıkılmıştı. İstemiyordu, çünkü biliyordu. Kendisini biliyordu. Bilmek istemiyordu ama bilmesi sağlanmıştı. Kendi benliği bilincine konulmuş bir bilgiydi. O istememişti. Evet, yukarıda yazdıklarına -şu en yararlı ve değerli bilgi safsatasıyla ilgili paragraf bilhassa- bir tutam bile inancı yoktu. Aklının inanan ve güvenen kısmı onların kontrolündeydi. Bu yüzden direnmiş ve mücadele etmişti. Kavgaya karışmıştı. O kavgada ağzını burnunu dağıtmışlar ve zorla kendini bilmesini sağlamışlardı. Kaçmak da yararsızdı. Hem onlardan, hem kendinden kaçacak kadar saha deneyimi yoktu. Lanet olsun bunlara! Korkak değilim ben! Ama… … …

Kafasının içinde nükseden -zaman zaman oluyordu böyle- bir patlama sesiyle açtı gözlerini. Kendini toparlaması yirmi saniyesini aldı. Yerde yatıyordu. Yüksek bir tel bariyerin dibinde, atılmış karton kutular ve tenekeden çöp kutuların yanındaydı. Atlarken kafasını sert bir şeye çarpmış olmalıydı. Zonkluyor ve acıyordu. Çok fazla baygın kalmış olamazdı, hala tel bariyerin öteki tarafından koşan ayakların telaşlı patırtısı ve öfkeli bağrışmalar geliyordu kulağına. Köpek havlamaları da vardı. Sokak köpeklerinin havlamalarına karışan, istikamet belirten eğitimli köpek havlamaları, siren sesleri, uykusu bölünen çocuk zırlamaları…

Doğruldu ve koşmaya başladı. Sol bacağı aksıyordu koşarken. Ağırlığını sağına vererek devam etti. Bu arada işlek bir caddede olduğunun farkında olamayacak kadar dikkati dağılmıştı ve neredeyse bir spor araba tarafından tepeleniyordu.

Hani herkesin hayali olan kaza!

Her neyse, bu saçma sapan klişe bile onu kararlı kaçışından alıkoyamadı. Elleriyle dur işareti yaparak üzerine doğru gelen tüm spor arabaları yavaşlattı ve koşar adım caddeyi geçti. Arkasındalardı hala. Sesleri kulağına kadar geliyordu. Diğer kulağı fazla önemsemezdi böyle şeyleri. Biraz nefeslendi, çevresine bakındı. Saklanacağı bir yer arıyordu. İşte tam da o sırada gördü kızı. Görür görmez de tanıdı. En nihayet tekrar karşılaşmışlardı. Konuşacakları çok şey vardı.

Muhtemelen kız da, bu karşılaşmayı kafasında binlerce kez tasarlamıştı. Hepsi bir öncekinden daha ROMANTİK; belki daha EROTİK! Ama onu üstü başı toz toprak içinde, koşmaktan nefes nefese, terli ve bir hayli telaşlı halde hiç düşünmemişti.

Ne arıyorsun burada? Ne oldu, neyin var?

Anlatırım ama bana biraz zaman ver. Beni burada bekle.

Aceleyle caddenin soluna bakan köşede duran ve fazla dikkat çekmeyen ufak bir kitapçı dükkânına daldı ve oradan en ağır ve büyük SÖZLÜĞÜ satın aldı. Parası ucu ucuna yetmişti. Zamanı yoktu. Tekrar kızın yanına döndü ve elinde tuttuğu ağır sözlüğü hızla kafasının orta yerine geçiriverdi. Kızı bayıltacak denli şiddetli bir darbe olmuştu. Diğer kulak bile darbenin şiddetli KÜÜT! sesine duyarsız kalamamıştı. Çınlamaya başlayarak protesto etti bu nahoş usulsüzlüğü!

Başarmıştı sanki. Zafer onundu! Artık elinde bir rehinesi vardı. Her şeyi yapabilirdi onunla, her şeyi yaptırabilirdi onun sayesinde. Sonsuz bir olasılıklar zinciri halkasının iç gıcıklatan şakırtı sesleri geliyordu, kendisinden taraf olan kulağına. Diğer kulağı ise, galiba onursuzluğun zaferi olmaz der gibi seğiriyordu; tıpkı bir balıkçı yelkeni gibi.

Elbette AŞK da vardı. Üstelik…

zaten vardı!

Dört yapraklı yonca benzeri bir şeydi onların Aşk’ı. Zor elde edilmiş ama çok kolay ve bencil bir zalimlikle yitirilmiş…

Biri omzumdan tuttu ve sertçe kendine çevirdi! Korkuyla sıçradım yerimde.

Ne yapıyorsun!

Ben? Bilmem, ne yapayım?

Saçma sapan güzellemeler yapıyorsun… yeterli bilgiye sahip değilken üstelik ve klişe bir romantizm sevdasına bel bağlıyorsun.

Kimsin lan sen? Sen de Mr. Spock’a benziyorsun; klişeden bahsedene bak!

Benim kim olduğum ya da kime benzediğimi boş ver sen…

Anında yüzü kurabiye hamuru gibi yumuşayıp başka bir şekle büründü. Şimdi de aynı Falconetti’ye benziyordu. Yani o karaktere can veren aktöre. Tanımıyorsunuz değil mi?

Evladım, ona buna benzetmeyi bıraksana yüzümü. Ne dediğimi anladın mı sen?

Yine değişmeye başlamıştı yüzü…

Evladım deme lan bana!

Sakin ol. Ben tarafsızım. Sadece seni uyarmak istiyorum. Lüzumsuz ironik çağrışımlara yöneliyorsun. Bilgiden kaçayım derken, yine ondan faydalanıyorsun; yani kızın kafasına ansiklopediyle vurmak neden?

Sözlük…

Her neyse; boş benzetmeler, ucuz edebiyat! Yapma çocuğum böyle…

Doğru konuş lan! Çocuğummuş… sana mı soracam ne yazacaamı…

Yüzü birden Gargamel’e dönüştü karşımda… sonra da Bonanza da ki Hoss Cartwright oldu.

İyi be, iyi! Yardım edelim dedik, işitmediğimiz hakaret kalmadı! Rahat bıraksana yüzümü yahu; muhteviden kalma dizi oyuncularına yoğurup duruyorsun.

Ne demek lan, muhteviden kalma! Hem, kim senden yardım istedi hırt! Senin kim olduğunu bilmiyorum sanki… sen, beynimin kontrol altında olan lobundan fırladın geldin değil mi? Kimi kandırıyorsunuz lan siz, dürzü ib…-a… lan siktir git!

Öyle olsa ne olur ha, öyle olsa ne olur? Seni doğruya ve mantığa yönlendiriyoruz işte. Aşkı bile anlatmayı beceremiyorsun daha. Hehe…

Sırıtma lan karşımda, ukala yavşak! Mantığa çağırıyormuş. Sizin mantığınızı biliyorum ben. Geleceğe dönük planlarınızdan da haberim var. Asıl niyetiniz belli sizin!

Öyle mi… neymiş ki bizim niyetimiz?

Yüzü eğildi, büküldü; sonunda Dallas’ın riyakar ve ikiyüzlü J.R.’ına dönüştüğünü anladığım anda, okkalı bir tükürüğü yapıştırıverdim suratının ortasına!

Aaa… seninle de hiç konuşulmuyor ki birader! Bu ne ya!

Senin yaptığın muhabbet mi lan… karşıma geçmiş, götünle çekirdek çitliyorsun…

Kim demiş? Yalan, vallahi de yalan… biz yapmayız öyle şey… İtikadımız yüksektir bizim.

Öyle tabi… herkes öyle biliyor.

Çıkardım fotoğrafları trençkotumun yan cebinden. Attım suratına. Dünyanın hemen her yerinde götünle çekirdek çitlemişti bu herif. Fotoğraflar yalan mı söyleyecek?

Üzerimde bir trençkot olduğunu bilmiyordum. Ona da şaşırdım. Gri böyle… kırışık…

Baktı resimlere. Şaşırmış görünmüyordu, aksine eski günleri yad edermiş gibi bir gülümseme oturmuştu Yakari’ye benzemiş Kızılderili suratında.

Sen mi anlatacaksın bana aşkın failün-failatün çekimini… anlatabilsen bile benim AŞKIMIN o kalıba oturacağını nereden çıkartıyorsun, KEPAZE!

Hafif içerlemiş bayan Topesto gözleriyle baktı biraz. Sonra fotoğraflardan birini seçip bana gösterdi. Almak istiyordu. Başımı hafif yana yatırarak onayı çaktım. Acayip afiliydim.

Yüksek umutlar mı besledik beraber? Sanki veya belki…

Ama her şeyin sonunda elimde kalan ve suratımda patlayan gerçek, maalesef; kadınların ilk tutkusunda aşığını, sonrakilerde ise sevdiğinin sadece, hep aşk olduğu aforizmasıydı ki lanet olası kehanet, evet benim adıma sanki bir kehanet gibi, Byron imzasını taşır. Her ne boksa işte!

Yeter hadi, tamam! Kaybol, gözüm görmesin seni…

Fena bozulmuştu. Döndü sırtını bana yavaşça, elini cebine attı ve bir avuç günebakan çıkardı. Ağır ağır uzaklaşırken, bir yandan da pantolonun düğmelerini açmaya çalışıyordu.

Ona söylemedim ama o da az afili değildi hani. Tabi ya, bir düşünsenize. Kim gösterişli bir gondolla Grande Canal üzerinde gezinti yaparken, Dante’nin İlahi Komedyasında bile adı geçen Venedik Tersanesine nazır götünü açıp da çekirdek çitlemiştir.

Yok!

İşte bu, beynimin kontrol edilen lobundan çıkıp gelen adamın, ilk kez giydiğim trençkotumun cebinden çıkarttığım ve sonunda kendisi için seçtiği fotoğrafın hikâyesidir. O hikâye de hiç utanıp sıkılanmadan elbet bir gün yazılacaktır.

Gerçi Dante “Inferno” da birazını çıtlatmıştı…


HEPSİ BU