Ve Tanrı...

0 y o r u m
Aynaya bakıp kafasını önce cama sonra da gümüş plakaya gömerek elindeki hapları yere döktü.
Başından aşağı kanlar akarken kozmik tuzların acı tadı dilini yaktı.
Dudakları da kanla kaplanmıştı ve şimdi de parmaklarına bulaşıyordu.
Çok geçmeden başı dönmeye başladı,henüz bir çocukken yarattığı bu oyun parkının üzerine yıkılacağını biliyordu.
Ne var ki,oyuncak insanları için zaman çok hızlı geçiyordu,haliyle onun yarasından akan kanı fenomen olarak yorumlayıp günlük işlerine geri dönmüşlerdi.
Hatta bunun üzerinden binlerce yıl geçmişti.
Halbuki tanrı hala banyosunda öylece durmuş kanamayı durduracak bir şeyler arıyordu.
Bulamadı,telefona ulaşmaya çalıştı ama çok güçsüzdü.
Duvarlarada güzel,kırmızımtırak izler bırakarak ilermeye başladı.
Adım attığında yerde bir böcek gördü,
Yanlışıkla üzerine bastı ve evrenin çatısından bir ayak üzerine düşüverdi.
Unutmuştu ki o her şeyin içindeydi ve her şey de ondaydı.
Böylece tanrı kendi altında ezilip çirkin bir böcek gibi öldü.
Telefonları çok çaldı ama cevap veren hiç olmadı.
Öylece kendi kanında eriyip gitti.
Bize de acizlere tapınmak kaldı.

Sattım Gitti!

0 y o r u m
Satıyoruuuuuuuuuum!
Sat-tım!
Seni de sattım onu da sattım kendimi zaten satmıştım artık hepimiz satılmış olduk
Sana demiştim zamanında para pul önemli değil diye,
Sen de demiştin ki; paraya bakan kim, gebermeden hoşafa dönene kadar zevk almak istiyorum.
Artık kimse kendini parayla satmıyor,
Ah pardon, zamanında köprü altında olan şimdilerdeyse masaj salonlarında namusuyla satan abiler ablalar,abla-abiler dışında... Ama onlar da demode oldu sanki.
Neyse canım, ne diyordum, evet artık devir para devri değil,
Para bok zaten herkeste var ağaçtan toplamak zor geliyorsa sırtlara çaktığın bıçaklardan akanı yala gitsin.
Bugünlerde zevk paradan önce geliyor.
Alan zevk alıyor, vücuduyla kanıyla duygusuyla güveniyle değil mi?
Et senin değil mi, acılar senin değil mi, satarsın tabii.
Satmayacaksın da ne yapacaksın, mezara mı götüreceksin, ha morarmış mıncıklamalardan ha sararmış içinde yüzdüğün pislikten...
Zevkin borsası bile var hem de çeşit çeşit,
İster konu komşun broker'lık yapar ister çöpçatan tutatsın bir Istanbul beyefendisi gibi,
İster yirmibirinci yüzyılın göz kapakları yırtık insan bozuntuları gibi internette aranırsın bir alıcı!
Elbet bulunur gülüm yeter ki iste,
Hele de cildin hala pürüssüz,
Parmakların ince ve çabuksa en alasına satarsın kendini, alacağın zevk için.
Zevk de ne zevk sorma, dillere destan,
Doğu bloğundan geliyorlar bizim Anadolu'ya zevk alacağız diye,
Alıyorlar da, güzelim euro kokan saç tellerini bırakıyor sarışın adamlar, kadınlar.
E sen neden faydalanmayasın ki, senin neyin eksik, sen de alacaksın!
Almayanı da döverler yakında baksana millet zevk almaktan kendinden geçmiş,
Gözleri yarı açık, avuçları göğüs hizasında bir açıp bir kapanıyor akşam sefası gibi, akşamları.
Ne bekliyorsun dalsana akvaryuma, satsana kendini, hala sana ait olduğunu sandığın kendini,
Alsana biraz daha zevk, aralasana kırmızı gözlerini ufaktan, şöyle bir bakış atsana benim tezgahıma da!
...ne oldu?
Şaşırdın galiba satacak bir şeyin mi kalmamış?
Merak etme yavrum hala ruhundan birkaç kırıntı kalmıştır, öteki tarafa gidene kadar seni uyuşturmaya yetecek bir parça zevk var bende de,
Sat-tım git-ti!



(HAHAHAHAHHAHAH YEEEEEEEEEEAAAAAAAAA demiş amerikan oğlanları...)

Bu Gece Deniz Yeşildi

0 y o r u m
Bu gece deniz yeşildi
Bu gece ay doğmadı,
Çünkü yıldızlar avucumdaydı
Ve ışıkları kaymıştı parmaklarımın arasından
Çünkü ay görmüştü bunu,
Ve kendisi de kayıp gitmişti onların ardından
Çünkü ay fedakardı.

Bu gece sis vardı
Bu gece kaldırımlar yalnızdı,
Çünkü yollar bitmişti yürünecek,
Ama yürüyenler için hayaldi durmak
Çünkü onlar bundan fazlası değildi.
Ve yollar da az değildi hani,
Çünkü ayak seslerimi yemişlerdi sanki.

Bu gece benimleydi anılar
Bu gece yıkıldı yanılsamalar
Çünkü yemyeşildi ufuklar
Ve bir o kadar derindi uçurumlar
Çünkü ağırdı yalanlar
Ve kopardı güvenden halatlar
Çünkü mattı sabrımdaki tüm şahlar.

KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ (3)

0 y o r u m
5.
(Özetlemek gerekirse : Bir adam vardır ve içiyordur ... adamın içmeye ihtiyacı vardır ... zaten o da içiyordur ... daha içmek istediklerini de hesaba katarsak, adamın başı büyük beladadır ... hikayede paralel kurguyla anlatılan diğer adam ise, daha insani ihtiyaçların peşindedir ... gün aşırı fiziksel temas arzulamaktadır ... başının belaya bulaşması ihtimali çok düşüktür ... belki de başka mecralarda, bambaşka belaların özlemindedir ... saçma ve abartılı bir özet de olsa, başı ve kıçı itibarıyla gayet tutarlı bir anlatımı olduğu bir gerçektir.)

Tanrı’nın muhafazakar kafalara, dini hiyerarşiler kapsamında kolaylıkla dikte edebileceği ve ona yeni açılımlar getiren fikirleri üşenmeden -yada konuya haddinden fazla hakim olan beyinlerin değerlendirmesiyle: utanmadan- denilebilecek bir özveriyle -yine aynı beyinler tarafından algılanacağı şekliyle: ahlaksızca bir cüretle- beyninde yeşertebilen Zebulun, gösterdiği bu hassasiyetin onda birini Tanrı’nın kendisine hiç olmazsa kilitlenip kaldığı şu içinden çıkılmaz sorunda bile neden göstermediğini ve bir çıkış yolu bulmasını sağlayacak ulvi müdahaleleri neden yapmadığını çok merak ediyordu doğrusu.

Belki de o taş tabletlerden birisinin kendi kafasına fırlatılması gerekiyordu.Zebulun aslında, kafasına fırlatılacak taştan bir tableti çoktandır hak ettiğini de düşünüyordu.

Tabi … bu yapılmalı … tabletin üzerine yazılması gereken yazılmalı ve hiç bekletilmeden, rötarsız kafamın tam orta yeri nişan alınarak fırlatılmalı … öyle, fikir babası benim diye asla bir ayrıcalık veya kayırma durumları olmamalı … ilahi adalete yaraşan bir düzen gözetilmeli!

Bunu hak ettiğimi kabulleniyorum.Sadece kabullenmiyor ayrıca istiyorum da.Ben hak ettiğimi istiyorum!

Evet, bekliyorum … hemen şimdi!Saçlarımı da ortadan ayırmışım; Nazca Düzlüğünde ki yollar benzeri, düz istikamette ilerleyen bir boşluk zaten mevcut … mevcut olan o boşluk, yine aynı boşluk … içinde hiçliği barındıran boşluk; saçlarımın arasında düz bir istikamet tutturan yolda, arada, kafamın üzerinde!

Ulan, bir adres ancak bu kadar net tarif edilir … peki hala ne bekleniyor … taşın üzerine ne yazılması gerektiği mi?Pekala ulan … onu da ben söyleyeyim o zaman …kafama fırlatılacak o lanet olası taşa şöyle yazın:

Boşluklar mutlaka doldurulmalıdır!

Zebulun fırlatılması gerektiğine inandığı taş tabletin, gökyüzünden kafasına bir türlü düşmemesi üzerine bu gecikmenin nedenleri üzerine kafa yorarken, bir yandan da hak ettiğini düşündüğü muamelenin geciktirilmesi onu öfkelendiriyordu.

Hiç tartışılmayacak ve kesin olan bir gerçek vardı; hissettiği veya farkına vardığı bütün boşluklar onu anlamını çözemediği bir hüzne sürüklüyordu.Hüznün tek başına asla bir teselli dayanağı olmadığını çok iyi biliyordu.Yıllar içinde tecrübelendikçe, içine bir miktar öfke katılmış hüzünden çok sağlam bir harç elde edilebileceğini keşfetmişti ve öfkesi burnunda biri olmasa da, doğuştan gelen bir yetenek midir bilinmez, öfkesine ihtiyaç duyduğu her anda onu ortaya çıkarmakta hiç zorlanmamıştı.

Elbette Zebulun’un da ruhunun en derin kısımlarında bir yerlerde, sığınmak için kazdığı siperleri vardı ama o siperler yeterince derin değillerdi. Bin bir zorlukla eşeleyip kazdığı siperlere kendini sığdıramayınca, bağırsaklarında dolanıp midesinde patlayan ve boğazında yumru gibi takılı kalan bir öfke dalgası peydahlanıyordu ki sorma gitsin. Böyle zamanlarda yay gibi gerilen sinirleri onu çok huzursuz ediyordu ve bu huzursuzluk uykusunda bile onu rahat bırakmadığı için de uyurken dişlerini gıcırdatıyordu.

Hüznünden ve öfkesinden kardığı işte bu harcı, kendi mantık sınırları çerçevesinde, maalesef soyut ve somut boşluklar arasında ki geniş bir köprü inşası yapımında kullanıp ziyan etmekten çekinmeyen ve bundan delice bir haz duyan bu adam, inşa ettiği farazi köprünün üzerinden soyuttan somuta doğru bir istikamette, ironik iğnelemeler ve taşlamalarla dolu felsefi ikilemleri, kuramları yada buna benzeyen her bir haltı soğukkanlılıkla geçirme eğilimindeydi.

Nitekim hiç gecikmeden, bir süredir yüklemesiyle uğraştığı fikirlerini o farazi köprünün üzerinden yürütüp varmasını amaçladığı noktaya doğru ilerletmeye başladı.

Bu kısa yolculuk neticesinde ortaya çıkan eğreti denilebilecek kurama göre:

Bardakta oluşturulan her bira boşluğu, kendi boşluğunun ölçüsünde ve yaratıcısını da manasının ölçüsünde kapsayan bir kısırdöngüdür.

Sıçar gibi bir doğallıkla uydurduğu bu kuram çok hoşuna gitti.Keyfi tekrar yerine gelmişti sanki … bağlayayım ki sağlam olsun diye düşündü.

Öyle ise, biradan aldığımız her yudumda yalnızca kısırdöngüsel bir boşluğa (hiçliğe) hacim kazandırıyoruz!
Ulan, dedi kendine tekrar … içinde kabaran ve temelde boşluğa yönelik olan bu öfke aniden coşkuya dönüşüvermişti … işte buna içilir, diye düşündü ve uzun süredir bardağında yarım kalmış olarak duran birayı eline aldığı gibi dipledi!

Sigarasını somurdu, boş bakışlarla; dolu bir nefes dumanı saldı ağzından … sonra parmaklarını bir sapan gibi kullanarak uzağa bir yere fırlatıverdi.
(Bu yaşananları müteakip ... )

Hayatın Mekanizmaları

0 y o r u m
Merak ettim
Bu halatlar nereye uzanıyor
Başı,sonu belirsiz yollar nereye taşıyor,
Bunca ruhu...
Sonuna kadar gitmeyi denedim,
Çok küçüktüm evreni katetmek için.
Başa dönmeyi denedim,
Yaşlanmıştım arkama bakmak için.
Kıvılcımları izlerdim,
Üstüme yağarlar,içimi yakarlarken.
Yüksekten düşüyorlardı,
Uzanmayı denedim,
Zincirlerim vardı bileklerimde.
Kanarken merakım tüm zihnimde,
Acırdım çürüyen bedenime.
Ve küfrederdim göklere,
Öyle zarif ve davetkar duran göklere...

Merak ettim,
Dans eden çarklar neleri yürütüyor,
Neler çalışıyor doğum ve ölüm perdesinin ardında.
Parlaklardı,bin halim yansırdı dişlerinden,
Her biri ayrı aşağılardı beni.
Altımdan geçtiğini hissederdim,
Kum saatinin kırık camlarının.
Ve içinde sürünürdüm,
Çoktan kaybolmuş kumlarının.
Kahkahalar delip geçerdi sabrımı,
Sadakatti bu zincirlerin özü.
Bazen ki alevler yükselirdi gözlerime kadar,
Cennete asılmış bulutlar,atardı kendilerini aşağı,
Gördüğüm son şey inatla işleyen çarkların parıltısı olacak sanardım,
Mantığımın barajları yıkılırken.

Merak ettim,
Hiç bitecek mi bu sorular diye,
Hiç alacak mıyım gerçek bir cevap diye,
Hiç bilecek miyim bu esaret ne diye,
Hiç kalacak mıyım özgür diye,
Hiç duracak mı kendini unutmuş bu çarklar diye.

İnsansız Seks

0 y o r u m
Biliyorsun,
İnsanlar olmadan da bu dünya dönecek
Tek başına olsan da takılıp düşeceksin,
Dibini göremediğin çukurlara
Batacaksın,
Dibini göremediğin okyanuslara.
İstediğin nedir?
Vücudun kasılıp titrerken inleyen iliklerinin sesini duymak mı?
Yalnız olduğun için başına bunun gelemeyeceğini mi sanıyorsun
İhtiyaçtan değil
Sadece moda olduğu için
Sadece 'herkes' yaptığı için
Sadece sen mahrum olmaktan öylesine korktuğun için...
Şunu bil ki,mahrum olmak bazen o kadar da kötü değildir,
Aşağılanmadan mahrum olmak,
Kulağındaki küpesi hayvan barınaklarınca takılmış gibi muamele görmekten mahrum olmak,
Saygının ne anlama geldiğini çoktan unutmuşluktan mahrum olmak,
O kadar da kötü değildir.
Ama bana rağmen beni ezip geçiyorsun,
Yolunda basit,boynu bükük bir ot gibi eziyorsun
Enseni kavuran günler geçti
Kafanı üşüten geceler...
Kendini hiç tanımadğın bir yabancının yatağında buldun
Hiç tanımadığın bir 'sen' buldun,kırık aynasına baktığında karşında.
Hatırlamak acı verdi,
Vazgeçmedin,
Ayakların tökezleyerek,paslı çitlere sürte sürte yürümeye çalışırken,
Dün gece çıktığın eve,
Hatırlamak,özgürlüğün için ödediğin bir bedel gibi geldi sana...
Bir kutuya koydun,
Hayattan isteksizce aldığın bu son hediyeyi,
Anahtarınıysa geçmişin boşluğuna savurdun,
Bir kokusu vardı,bir sesi...-sıcak ve ıslaktı,bakışları vardı,o bir insandı...
Tek başına yaptığın,
Aracını unuttuğun bu insansız seksin,
Sonsuza dek düşecek anahtarıydı...

sıkılgan şarabı

0 y o r u m
(26 dakika sonra...)
şimdi en az iki adam olmalı çünkü bir adamın, tek bir adamın çok sıkıcı olduğuna biraz önce karar verdik. o halde önce tek bir adam olsun ve o sıkılsın:
“sıkılıyorum.”
bir şey de yapmasın bu sıkılan adam. oturup duruyor olsun. mesela, yirmi beş-yirmi altı dakika kadar oturup dursun. tabii ki evinde, bir koltukta. pekala müzik de çalıyor olsun; adamın binlerce kere dinlediği bir şarkı... adam oturmaya devam edebilir aslında. bazı olasılıkları değerlendirmekte fayda var:

birinci olasılık: adam oturmaya devam eder. hep oturur.
ikinci olasılık: adam kalkar, pencereyi açar, olanca gücüyle bir şeylere söver. sakinleşince televizyonun karşısına geçer.
üçüncü olasılık: adam oturmaya devam eder ama arada otuzbir çeker. yine de oturup duruyordur işte...
dördüncü olasılık: adam titremeye başlar, derisi pullanır, sağından solundan kıllar, alnından da bir boynuz çıkmaya başlar. dişleri ve dili incelerek uzar, gözbebekleri kaybolur. artık o bir hilkat garibesidir. apartmana musallat olur ve böbrek koleksiyonu yapmaya başlar. üstelik dolunay falan da yoktur.

olacak olan:
adam sokağa çıkar. dolmuşa biner. dolmuşta da sıkılıyordur ama insan içine çıkmanın da tadı vardır bir yanda... ne de olsa o da bir sosyal varlık. dolmuştan sonuncu olarak iner ama bunun tesadüfi nedenler haricinde bir izahatı yoktur.
insanların arasına karışır. amacı parka gitmek sanki? salak salak çevresine bakınaraktan yürüyor. çok sıkıcı birisi,mağazaların vitrinlerine bile bakmıyor. bir sinemanın önünde duraksadı şimdi. afişlere bakıyor. gişeye gidiyor,bilet alacak galiba? bakalım hangi filme girecek? iki film var gösterimde:

özgürlüğün gölgesinde
filmin konusu:
çocuğun gözleri bir araba kazası nedeniyle kör olur ve ailesinin de desteğiyle çocuk hayata sıkı sıkı bağlanır. başarılarla dolu yılların sonunda bilimsel bir buluşa imzasını atar. bu arada çıkan iç savaş nedeniyle çocuk, hayır adam, faşist diktatörün adamları tarafından esir edilir. adamın karısı ve çocukları öldürülmüştür ancak adamın bu hazin durumdan haberi yoktur. faşist diktatör adamın elindeki (aklındaki) gizli formülleri ele geçirebilmek için adamı tehdit eder. karısının ve çocuklarının yaşamlarına karşılık gizli formülleri ister. bu arada iyi bir faşist asker, adama karısının ve çocuklarının öldürülmüş olduğunu fısıldar. adam iyi bir faşist askerin ellerini sıkar ve ona teşekkür eder. diktatöre formülü vereceğini söyler ama tabii ki yanlış formüller verir. formüle bağlı olarak çalışan biyolojik silah tam da diktatörün ele geçirmek istediği, masum insanlarla dolu ülkeyi yok etmeye hazırlandığı sırada hararetle patlar ve tüm diktatörlük binası yerle bir olur. diktatör de ölür. bu sırada haykıran adamın sözleri beyinlere kazınacak cinstendir:
“çocuklarımı, karımı, beni ve hayallerimi yok edebilirsiniz ancak insanlığı asla yeryüzünden silemeyeceksiniz! özgürlük asla ölmeyecektir! geleceğin çocukları, yemyeşil ormanları ve cik cik öten kuşları mutlaka görece...”
adamın sözleri yarım kalır ama seyirci onun ne demek istediğini çok iyi anlar...


kötülüğün gölgesinde
filmin konusu:
çocuk evinde ailesiyle mutlu mutlu otururken birden içeri uyuşturucu mafyasının adamları dalarlar ve çocuğun annesini, babasını, iki kardeşini, anneannesini, kuzenini, evdeki musluk tamircisini ve her nedense o sırada mutfakta bir şeyler atıştıran kaçak silah mafyasının liderini ve onun iki adamını öldürürler. çocuk bu sırada avizenin üzerinde olduğu için olaydan yara almadan kurtulur ve yine aynı sebepten tüm vahşi cinayetleri görmüş bulunur. yere düştükten sonra kendi kendine intikam yemini eder.
yıllar sonra, uyuşturucu mafyasının sağlam bir elemanı olmuştur. ancak bu, planının bir parçasıdır. aslında sonradan toparlanan kaçak silah mafyası için çalışmaktadır ve tek amacı uyuşturucu mafyasını çökertmektir. yıllarca kendini ispat etmeye çalışır, bu arada bir çok şiddet olayına karışmış olduğundan polis tarafından da aranmaktadır.
sonunda uyuşturucu mafyasının kökünü çok kanlı bir şekilde kazır ve kaçak silah mafyasının başına geçer. peşindeki polis müfettişini öldürürken aleyhindeki delilleri de yok ettiğinden polis bir daha onu yakalayamaz.


gayet açık görülüyor ki adamımız entelektüel açıdan vasatın altında çünkü ikinci filmi tercih etti. biz bilet almadığımız için filmi seyredemedik ama bu arada çok zaman harcadık; film bitmiş ve adam çıkıyor... devam etmeli:
adam kalabalıkla beraber sinemadan çıkar. herkes film hakkında konuşuyordur. adam da onlar gibi konuşmak istediğinin farkındadır ama sorulsa, ben filmler hakkında konuşmayı sevmem, der.

artık ikinci kişiyi devreye sokmanın zamanı geldi. belli oldu ki tek bir adam çok sıkıcıdır, hele bir de sıkılan bir adamsa... sinemaya da gitmeseydi ne sıkıcı kelimeler yer alırdı adamla ilgili olarak... sürekli de sinemalara gidilmez ki? o halde bu adamı ikinci kişi ile tanışabileceği bir duruma, konuma sokmak gerekiyor. adamın durumu neyse de konum söz konusu olduğunda ikinci kişinin birazcık aktif olması yeterli görünüyor. o zaman ortamlara bakmak lazım:

birinci ortam: adam dalgın dalgın yürürken karşıdan gelen kadını fark etmez. kadın da dalgın olduğundan çarpışma kaçınılmazdır. adam özür diler, kadın sütyenini takarken, bir gören oldu mu, diye çevresine bakınır... pekala abartmamak gerekiyor: adam özür diler, kadın gülümser ve olaylar, her nedense, gelişir...

ikinci ortam: adam parka girer, bir banka oturur. küçük havuzdaki ördekleri izler. yanına bir kız çocuğu gelir.

“bunlar kuş mu amca?”
“evet.”
“uçar di mi o zaman bunlar?
“bilemem.”
“bence uçarlar... neden uçmuyorlar o zaman?”
“annen baban yok mu senin?”
“ben olsam bu sıkıcı parkta durmazdım....”
“git o zaman!”
“ama ben su tavuğu değilim ki?”
“su tavuğu mu?”
“onlardan işte...”
“onlar ördek.”
“ben ördek değilim...”
“iyi.”
“işte... uçardım, başka yere giderdim...”
“git o zaman!”

“amca sen deli misin?”
“(...)”
“(...)”
“annen baban yok mu senin?”
“bunlar geceleri uyurlar mı acaba?”
“uyumazlar.”
“niye?”
“bilemem.”
“bence uyurlar...”
“annen baban...”
“ama suda uyumuyorlardır. çünkü o zaman boğulabilirler. ben olsam uyurdum ama suda uyumazdım.”
“uyu o zaman!”
“ben... şey, neydi?”
“ne neydi?”
“onlar...”
“ördek!”
“işte, ördek değilim ki?”
“iyi.”

olacak olan:
adam bir bara girer. kapının ağzında dikilir bir süre. içeriyi gözler. boş masa yoktur. çıkar, yan bara girer. aynı şekilde bakınır. diplerde bir masayı gözüne kestirir. iç içe girmiş masaların arasından geçer ve beğendiği masaya ulaşır. oturur. ayağa kalkar, paltosunu çıkarır, katlar, çevresine bakınır. bir çıkıntıya koyar paltosunu. oturur. kalkar, paltosunu alır, iç cebinden sigara paketini ve kibriti çıkarır. paltosunu katlar ve çıkıntıya koyar. oturur. bir sigara yakar. garsonlar kendisini fark etmezler. gözüne kestirdiği bir garsona işaret eder. bir bira ister. üç beş dakika sonra bira gelir. üçüncü biranın sonlarına doğru, bar biraz sakinleşmiştir. bu arada adam, üç dört masa ötede oturan kıza arada bir bakmaktadır. derken bir kadın girer bara. bakınır bir süre. masaların hepsi doludur. kadın yalnız başına oturan adama bakar ve onu oturduğu tarafa yönelir. adama yaklaşır.

“oturmamın bir sakıncası var mı?”
adam nedenini bilmeksizin saate bakar.
“hayır, buyurun, oturun, lütfen, tabii...”
kadın montunu çıkarır, çevreye bakınır. adam atılır.
“verin şuraya koyayım...”
kadının montunu paltosunun üzerine koyar. bir sigara çıkarır, sonra kadına ikram eder. önce kadının sigarasını sonra kendininkini yakar. garson gelir, kadın bira ister. adam kül tablasına bakmaktadır.
“birini beklemiyordunuz değil mi?”
“ben? yok, hayır. hayır beklemiyordum... yani...”
kadın adını söyler. adam da adını söyler, tanışmış olurlar. hayatlarından bahsederler kısaca... bir süre susarlar.
“bu gün çok sıkıldım...” der kadın.
“neden?” diye sorar adam, ilgilenmiş görünür.
“aslında bilemiyorum. hani bazen olur ya, bilmiyorum size de oluyor mu, insanın içine bir sıkıntı çöküyor, nedensiz... evde oturuyordum, çok daraldım, kendimi dışarı attım, insan yüzü görmek lazım...”
“haklısınız, ben de aynı durumdaydım... işte, sinemaya falan gittim, sonra...”
“aa, hangi filme gittiniz?”
“öyle, zaman geçirmek için... ismini hatırlamıyorum bile...”
“keşke ben de sinemaya falan gitseydim, hiç aklıma gelmedi doğrusu... özgürlüğün gölgesinde diye bir film varmış, çok güzelmiş, öyle diyorlar..."
“bilemiyorum, hiç duymadım... neyle ilgili?”
“konusunu ben de bilmiyorum ama çok güzelmiş...”

iki kişinin yakınlaşmasını izlemek de sıkıcı olabiliyor demek ki. en iyisi yakınlaşmış halleri:

“...ben de bağırıp çağırıp çıktım!”
“iyi yapmışsın. önceleri işyerlerinde levhalar olurdu, müşteri ne derse haklıdır, yazardı... şimdi seçenekler çoğaldı ya, alırsan al almazsan alma düşüncesi yaygınlaştı...”
“ay bana ne, di mi, üzerime yakışacak mı bakmak isterim ben, denemek isterim, en doğal hakkım bu!”
“hı hı..”
adam saatine bakar. kadın üçüncü birasını da bitirmiştir. gülümser.
“saat kaç oldu?”
“on ikiye geliyor...”
“sanırım kalkmam lazım...”
“gideceğin yer uzak mı?”
“ay evet, bu saatte taksiler de gitmek istemez o tarafa...”
“sorun olmayacaksa benimle kalabilirsin?”
“bilmem ki, sizin için bir sorun çıkar mı?”
“yok canım...”

adam garsona işaret eder, hesap gelir, adam hesabı öder. bardan çıkıp taksiye binerler ve adamın evine varırlar. adam kahve yapar.
“güzel bir evin varmış...”
adam kadının hemen yanına oturur.
“güzel müzel ama sıkıcı ya...”
kadın, nedense, abartılı bir kahkaha koyuverir. bunun üzerine adam sırıtır. sonra neredeyse aynı anda susarlar. adam kadına yaklaşır. öpüşmeye başlarlar. yatağa geçerler ve sabaha kadar düzüşürler.
öğleye doğru uyanırlar. kadın giyinir, görüşürüz, der, gider. adam ıslık çalarak ortalığı toplar. birkaç bardak yıkar. televizyon seyreder. birkaç telefon görüşmesi yapar. duş alır. yemek yapar, yemek yer.

akşam yatağına girer ve uyur. sabah tıraş olur. televizyon seyreder. bulaşıkları yıkar. kahvaltı yapar. bir arkadaşı ile telefon görüşmesi yapar.
akşam yatağa girer ve uyur. sabah kahvaltı yapar. televizyon seyreder.
akşam yatağa girer ve uyur. sabah kahvaltı yapar, bulaşıkları yıkar. televizyon seyreder.
adam koltuğa oturur. sıkılıyordur. yirmi beş yirmi altı dakika sonra konuşur:
“sıkılıyorum.”

Κιτρινα Ματια Εχουν Η Μοιρα Σου

0 y o r u m
Kaderin, Sarı Gözlerindir

Bulutlar akşamdan kalma bir karmaşayla birbirinin içinden geçerek, hafif okşayışlarla sürtünürek ve sinsi bir sokak kedisi gibi uzak vadilerin dibine çökerek ilerliyorlardı. Renkleri sabah melteminde denizin üstünde sıçrayıp duran balıklarla aynıydı, karanlık ancak neşeli bir mavi...

Haftalardır yağan yağmurlar ne de olsa bir o kadar daha sürer diye temizlemeye gerek duymadığım penceremden içeri süzülen ışık huzmeleri soğuk mermerden yüzüme yansıyordu. Üzerimdeki yorganın, beni boğan ağırlığından kurtuldum. Başım yatağın kenarından sarkmıştı. Gözlerimse nehirlere benzeyen siyah damarlarında akıp gidiyordu zeminin.

Boştaki elimle ağzımın kenarından beyaz örtüye akan salyayı sildim. Başımı çevirmeye çalıştığımda boynum kıtırdadı. Bir an sonra yatağın üzerinde oturuyordum. Oda, devriliyor ve ben de nasıl oluyorsa sabit duruyor gibi hissettim. Dışarıdan gelen ışık odayı doldurmaya başlarken yatağın hatırladığımdan daha yüksek göründüğünü farketince şaşırdım. Ciddi bir atlayış yapmam gerekiyormuş gibiydi. Ben ise son derece zayıf hissediyordum, aşağı atlasam bile devrileceğimden korktuğum için karşı duvardaki çatlakları saymaya başladım.

Odaklanmakta zorluk çektiğim için doğru saydığımdan emin olamadım ve daha fazla oyalanmamaya karar verdim. Yere baktım, ayaklarım uçurumdan aşağı sallanan birer dal gibi seyiriyorlardı. Uyurken altımda kalmış olan elimin uyuşukluğu geçmişti, şimdi sadece garip bir karıncalanma vardı. Yatak örtüsünü sıkıca tutup kendimi aşağıya bıraktım.

Ayaklarım soğuk taşı hissedene kadar birkaç saniye düştüm gibi geldi. Dizlerim beni taşıyamadı ve ben sendeleyerek devrilirken yazı masasına tutunmaya çalıştım. Elim, kapağı açık siyah mürekkebe çarptı. Deriyle ağaç arasına giren sıvı hayli haykangı ve ben önce dizlerimin üstüne düştüm. Ardından başım döndü, az önce saymaya çalıştığım çatlakların her biri bana gülümseyen, muzurca sırıtan, biraz da içten pazarlıklı tebessümleriyle baktılar. Onlar yukarı çıkarken ben de aşağı iniyordum.

Tekrar kendime geldiğimde kirlik camlardan giren ışık yukarı doğru bükülüyordu, ama ilk uyandığımda olduğu kadar net değildi. Burnuma mürekkebin kokusu geldi, ve paslı bir şey... Başımı çarpmıştım, kanıyordu. Aslında çok güzeldi, o an, insanın kendini akıllı kılmak için kullandığı sıvıyla, -benim gibi- aptallığı nedeniyle meydana çıkan şeyin, alaca bir ufuk çizgisi gibi önce karışıp sonra bir olmasını izledim.

Artık başım dönmüyordu, ve bu sefer ayakta durabildim. En sonunda kafamı kaldırıp dışarı bakabildiğimde bu bahar güneşinin, nerden geldiği belirsiz bir pusun arkadasında kaldığını gördüm. Ağaçalar donmuş gibiydi. Hava soğuk değildi bile...

Aniden penceremde bir tilki belirdi, camın pisliğine rağmen doğrudan gözlerime baktığını söyleyebilirdim. Onda tanıdık bir şeyler vardı. Gerçi bir hayvanda tanıdık ne olabilirdi... Gene de beni o kadar etkiledi ki, kendimi ona bakmaktan alıkoyamadım. Bir an bıyıklarından biri titrer gibi oldu, ya da bana öyle geldi. Sonra da geldiği gibi zamansız şekilde, gerçeküstü bir kıvraklıkla arkasını dönerek, ormana doğru koştu, gözden kayboldu.

KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ (2)

0 y o r u m
(önceki bölüm)

3.

Bir tablete oyulmuş on emir olacağına, on tablete bölüştürülmüş birer emirin yazılı olduğu taş tabletler yağsın istiyordu, Zebulun.

Yok, bu taştan tabletler rasgele düşmesinler de aksine ilgili kafalara bilinçli bir şekilde fırlatılsın istiyordu.

Hangi kıstasların gözetilerek uygulamaya sokulacağı ya da hedef belirlemede en doğru değerlendirmenin nasıl yapılacağı gibi işin sistematik alanını kapsayan kısımları kafasında henüz tasarlamamıştı. Aslında işin bu yönüne kafa yormak istememişti.

Birkaç gün önce içerken aklına gelen ve içeriğinde insanların hak ettiklerini bulmalarını sağlayacak, cezai uygulamaları barındıran minimal bir fikirdi yalnızca. Elbette geliştirilmesi gerekiyordu. Bu fikir üzerinde Tanrı’nın biraz düşünmesi yeterli olacaktı.

Düşüncelerinde kendisiyle tartışırken aslında pek de lanlı-lunlu konuşmayan Zebulun, bunu ancak: Hayatın ikiyüzlü dinamizmine kendisini kasten yabancılaştırarak uzaklaştırdığı zamanlarda veya melankolik kafa yapısını kullanarak bir düşünce mekaniği işlettiğinde (ya da kendisi öyle zannettiğinde), gözlerinin önüne inen o muğlak perdeyi aralamak adına, kendisine karşı bu türden kaba bir dil kullanırdı.

Kendi deyimiyle, beynini Hypo’lu suya yatırıyor ve azmış lekelerden arındırıyordu.

Düşüncelerine hakim olan bu kireçli ruhsal yapının ördüğü kozadan sıyrıldığında ise karşısına dikilen bunaltıcı gerçeklerle yüzleşmesi kaçınılmaz oluyordu. Öyle de oldu. Aniden cebinde yalnızca içtiği üç birayı karşılayacak kadar parası olduğunu hatırladı. Daha fazlası yoktu. Fakat halihazırda dördüncü birasını bitirmek üzereydi ve beşinciyi belki de ardından altıncı birayı da içmeyi çok istiyordu. Basit gibi görünen ama bir nevi fare kapanı etkisi gösteren boktan bir durumdu. Boktan durumların her zaman ve mutlaka dramatize edildiklerini düşündü; kendisi de etmeye hevesliydi: On beş dakika önce bu bardak ağzına kadar birayla dolu ve henüz dudak değdirilmemiş haliyle önümde dururken, ücretini ödeyebileceğim üç bardak dolusu bira da midemde keyifle çalkalanıyordu. Ben ne yaptım? Her zamanki duyarsız boş vermişliğimle bu günlük bana yeterli olması gereken miktarı az bulup, önümde duran bardağı yarıya kadar boşalttım.Böylece hesabıma geçen ama kesinlikle ödeyemeyeceğim bir bardak biram daha oldu.

Açık konuşayım … sıçtım yani … tabi …sadece sıçtım demek de yeterli olmaz … oturduğum yerde, küçücük götümle sıçmanın üç türlü halini becerdim ulan …sıçtım, sıçarsın, sıçarlar … böyle mi oluyor …bilemiyorum.

Ha tabi bir de, içerisinde hayatı boklaştıran anlamıyla birlikte bu çıkmazı tetikleyen bardağımın içinde ki o köpük lekeli boşluk var … yine o boşluk!Ne bir yudum az, ne de bir miktar fazla …

Varolanların arasında, varolmadan varlığını koruyabilen muhteşem hiçlik!

Hay hiçliğinin içine tüküreyim boşluk … emme beynimi!


4.

Tmumkg’u mental olarak bir hayli hırpalayan bu motivasyonu her gün tekrardan tazelemek elbette biraz güç oluyordu. Fakat aynı zamanda bu motivasyon, onu zinde tutan gücün kaynağını da oluşturuyor ve nihayet kendi kendisini dengelemeyi başarabilen bir hayat ritmini tutturabilmiş olmanın rahatlığını sağlıyordu.Kendini bir bakıma, ‘Nirvana’ya ulaşmak için çabalayan bir keşiş gibi hissediyordu.

Doğal olarak, zahmetine değecek sonuçlara her zaman ulaşamasa da zaman zaman değerli skorlar elde ettiği de oluyordu.

Barın şu anda ki doluluk oranı, Tmumkg’un rutinleşen planına potansiyel oluşturabilecek seviyelere henüz ulaşamamış olsa da, planın incelikleri arasına bekleyen derviş düsturunun kabullenilen normları da işlenmişti. Sabretmek çok önemliydi. Mesela biraz önce, sırt dekolteli kırmızı bir elbise giymiş sarışın ve çok güzel bir bayan dj kabininin hemen önüne yanaşmış ve kulağına kadar eğilerek, işini bitirdikten sonra beraber evine gidebileceklerini söylemişti. İhtiyatı kesinlikle elden bırakmayan Tmumkg, olabilir anlamına gelebilecek bir kafa hareketiyle karşılık verse de, ortamın loş atmosferinin izin verdiği ölçüde görebildiği kadarıyla teklifi yapan kadının kendisinden ortalama on yada on iki yaş büyük olma ihtimalinin azımsanmayacak ölçülerde yüksek olduğunu fark etmişti. Dolayısıyla bekle ve gör taktiği ile hareket edecekti. Gecenin bitmesine henüz çok vardı ve şimdiden bu kadın yüzünden planı bağlamanın, rafa kaldırmanın bir anlamı olmayacaktı.

Yine de, elde var bir diye düşündü.

Tarih Dersleri

0 y o r u m
Sistem insanıyım. Katledilen çocukların fotoğraflarına kayıtsızca bakar, yahudilerin klişe özelliklerinin gerçekliğine inanır, inanır gibi yapar, inanmaz, anlatılanlar üzerinden muhabbet eder, evime döndüğümde iki peynirli, domatesli mısırlı omletimi yapar, birşeyler içerek artık hiç dinlemediğim bir müzik türünün 2/4’lük ritmlerini zikir yapmaya benzetirim. A, B, C, D bölümleri olan 3-4 enstrumanla (en az bir davul bir bas ve bir gitar kullanılırlar) yapılan bu müziği dinlerken bu müzikle kafama tıkılmış imgeleri gözden geçiririm. İlk savaşları –kılıç kalkan- şövalyeler, kan, aklını yitirmişlik, bunalım, kendine acıma, yiğitlik, onur, şeref ve buna benzer şeylerin zannı üzerine düşünürüm. Bana göre artık yeryüzü kaynaklarının büyük bölümünü kullanan kullanan kullanan kullanan kaçık insanların atalarıdır bunlar. Öyle çok öldürmüşlerdir, o kadar çok üremişlerdir ki, çoğalıp, çoklukları veya yoğunluklarıyla herhangi bir şeye hep birlikte bir olarak egemen olup bu birlikten güç alsınlar. Çift tarafın da istekli olduğu - her iki taraf da 25’inin üstünde olsun - ensest ilişki üzerinden sapkın bir tatmin yaşasınlar. Psikanaliz gerçek mi nedir? Hatırlayınız Oedipus & Electra...
Bu birliktelik ve birliğe kodlu idler gece gündüz kollektif bir ortak bilince bağlıdır. Kendilerine ortak bir isim bulurlar. Bayrakları olur. Dilleri. Ortak bir kültürleri, işte dinleri ve diğer sosyolojik zırvalıkları olur. Tüketirler. Boyuna yerler, içerler, gezer tozarlar, dedikodu ederler. O mutlu sona, babanın anneyle, kızla, oğulla, annenin babayla kızla, oğulla, herşeyle varolan herşeyle birleşerek sonsuza kadar içinde kalacaklarını sandıkları bir hazza ermesine kadar işte öyle tüketerek tatmin bulurlar. Bu kutsal ana erişene kadar daaaa bir külah dondurma yalamak, bir kıymalı pide veya bir thai yemeği yemek, Mango’dan bir elbise veya Gucci marka kostüm almak, kirayı zamanında ödeyebilmek, Acarkent’te kendi üretimleri taklit ilahlara yakın bir evcikte oturmak, komşunun açık çantasındaki cüzdanı çalmak, dağları, taşları, kadınları, çocukları, hayvanları, herşeyi s.kmek, orayı burayı bombalamak şeklinde gerçekleşir bu tatmin.

Herşey ne kadar hesaplı, nasıl tıkır tıkır işliyor. Yarabbi!!! Bu tek kollektif bilinçle tanışmak isterim bir başına bir yaratık olarak. Ne bok ne kusmuk ne ter.. Kadavradan beter bir kokusu var. Buna rağmen takdire de şayan.

İçin için bir taraftan da hasta ruhuna, hasta aklına, bu sakat birlik ve beraberliğine acırım. Tek başıma onun kadar kütlem ve ağırlığım var. Bu yüzden de oynamaya hevesli görünmek zorunda olduğum tahtırevalli oyunlarını, bu minik şeylerin toplamının şerrinden korunmak için, bir aşağı bir yukarı salınıp durarak ve sıkıntıdan patlayarak oynayabilirim ben. Sistem insanıyım. En az zararla nasıl sıyrılırım bunu hesaplarım çakıştığımız oyunlar sırasında. Kokusu nasıl üstüme sinmeden kaybolurum, bana dokunmasını, ona dokunmamı istemesini onu kırıp kışkırtmadan nasıl engelleyebilirim buna konsantre olurum.
“Tabii x Hanım, ne demek, iyi günler, geçen yıl çalıştığımız firma aynı fiyatı verdi, ne yazık ki onlarla devam edeceğiz umarım önümüzdeki yıl çalışabiliriz sizinle, sesiniz iyi gelmiyor hasta mısınız yoksa? Çok geçmiş olsun, Salı akşamı gelirim tamam, ne kadar güzel olmuşsun! Ne güzel kokuyorsun, çok akıllıca, gerçekten mi? Yaaa!?”

Zevkli, seksi, zeki, yaratıcı, güzel, çekici, azimli, iyi, akıllı, sevimli, deli, çılgın, yaramaz diye nitelerim onu. Hepsinden hoşlanır. Sırf bunları duymak için kararmış yüreği yana yana da olsa manevi maddi verir ıvır zıvırını. Oyunu bozmamak için bir aşağı iner, bir yukarı çıkarım. Korkarım şerrinden. Bela istemem. Güçler eşitse gerçekten: sonsuza gider bu oyun.

Sonra eve döner omlet yaparım. Daha çok hiçbir şey yapmam. Şarabımı ya da cin toniğimi ya da biramı, ya da başka şeyleri içer, yediğim de her neyse, bu sistem bunu bana verdiği için sevinir, dinledikçe benim yerime düşünen müziği dinleyip kendimden geçerim. Uyur, rüya görür tek başına sadece bana ait bilincimin ben bilmezken zırhımı tamir etmesini, güçlendirmesini, temizlemesini, parlatmasını beklerim. Uyurken gece gündüz uyanık milyonlarca bilinçaltının tek, biricik, sevgili bilincinin algı sınırlarının ötesine geçer, o bilmezken ben yenilenirim. Ertesi günün savaşına tribünden bakmak ve beni seçtiğinde oyunu oynamak için.

O Da Vardı

0 y o r u m
Gözleri şişmiş ağlamaktan.
Bön bön bakıyor suratıma.
Ben de ona bakıyorum.
Otur dediğimi hatırlıyorum.
Atıyor kendini yere.
Kalk deiğimi hatırlıyorum.
Zıplayıp kafasını o komik balona vuruyor.
Başının üstünde sallanıp duran,
Hani şu bulut gibi olan,
Elini içinden geçirirken onun aklındakilerin,
Parmaklarına takıldığı.
Elime bakıyorum.
Çizgilerden kayıyor koluma doğru,
Benimleyken kazandığın anıların,
Kendinleyken edindiğin takıntıların,
Onlarlarken keşvettiğin korkuların.
Ve bulaştılar mı bir kere kıyafetime,
Çıkarıp attığımı hatırlıyorum.
Sana sarılıyorum,
Kaybolup gittiğini hatırlıyorum.
Nereye gitmiştin?
Ne zamana?
Neden?
'Çünkü' diye hıçkırdığını hatırlıyorum,
'Çünkü seni haketmiyordum'
Midem bulanıyor,
Aklım bulanıyor,
Neşem ve öfkem karışarak sindiriyorlar sabrımı.
Anlayamadığımı hatırlıyorum,
Kendi mahkememde neden,
Neden bana söz hakkı verilmediğini...
Ve neden kimsenin,
-ki sen zaten herkestin-
Sende hapsolmayı arzuladığım halde,
Buna razı olmadığını,olamadığını,
Anlamadığımı hatırlıyorum.

mucho chocolate

adam (babam olur kendisi) geçmiş sanki öğretmen, değilse ne diye öğretmen masasında ahkam kesiyor ki, zaten ben de bir sırada oturmuyor muyum, bir sınıftayız, rahatladım şimdi biraz. yanımda adını bilmediğim kara saçlı kız, alkolik değil ama çok içer biliyorum, çok güzel gözleri ve zekayı tamamen gizlemiş saf mı aptal mı, işte bir tür güzel yüzü ve bence anlamlı gülümsemesi var. benden bahsedilirken hiç sıkılmıyor, benden konuşulması hoşuna gidiyor mu bilmiyorum.

benden ne diye konuşuyor bu sınıf? bu adam (babam ama) işte diyor, şurada yazdıklarına bakın, dayanılmaz! ne oluyor yahu, başka şey mi kalmadı, benden öğrenilecek ne olabilir, yok mu kimsede bir coğrafya kitabı!

sarı sayfalı defteri önüme atıp çıkıyor sınıftan babam. çok öfkelenmiş, bu kadar da saçmalık olmaz diyor... bakıyorum defterin açık sayfasına... yıllar önce yazdığım bir yazıya çok benziyor ama kesinlikle o değil çünkü bu okuduğum şey gerçekten çok sıkıcı; anlamsız bir dolu cümle… çıldıracak gibi oluyorum, yerimden kalkmak ve olayı açığa kavuşturmak istiyorum ama yanımdaki kara saçlı buna izin vermiyor. izin ver bir yanlışlık var diyorum ama o beni tutuyor, neremden tuttuğunu anlayamıyorum, ama engelliyor, kımıldayamıyorum. dur be halletmem gerek deyip fırlıyorum. öğretmen masasına varıyorum ve orada bir dolu defter var... benim defterlerime benziyor hepsi, ama sarı sayfalılar ama hepsi sahte! biri üşenmemiş sahtelerini hazırlamış, babam kızsın diye mi ben kızayım diye mi bilemiyorum. babamın bana fırlattığı defteri masaya atıyorum ve yerime oturuyorum. çok sinirliyim. kara saçlı kız gülümsüyor, güzel yüzüyle.

her nedense öpüşmeye başlıyoruz. biz iyi ki öpüşmeye başlıyoruz; sınıftı defterdi babamdı hiçbir şey kalmıyor... evrende başka bir şey yok bizim öpüşmemizden başka; hani diyeceğim ki dudaklarımız bile yok!

Hilebaz Tanrılar Ve Üzgün Soytarılar-IV

0 y o r u m
İnsanlar Kendini Kaybederek En Büyük Oyuncaklarını Buluyor

(bu bölümdeki sözler dogrudan basit bir insanın ağzından dökülecektir.)

Dönen tekerleğin üzerinde,
Hiç yorulmuyormuşcasına bir de ben dönüp durdum.
Tanrım bana sözler verdi,
Bana sevgisini vaad etti,
Bana ölümsüzlüğü önerdi.
Bense sadece onun beni hatırlamasını arzuladım.
Hiç değilse bir yalanın beni umursamasını...
Zıplayarak taklalar attım onun için,
Zamanın içinde.
Ve elimdeki haçerle hayatın kanını akıttım,
Tanrıma sundum bana bir kez dönüp,
Baksın diye.
Hayal ettim vücudum ölene kadar,
Bir ruhum olduğunu hayal ettim.
Çünkü korkuyordum,
Kendimi oyduğum kadar boş olduğumdan.
Çünkü korkaktım,
Yarını batırmıştım bugün yüzebilmek için.
Onlardı en başta bizim için.
Zamanla O oldu.
Ama hepimiz biliyordu gerçeği,
Gerçeğimizin yalan olduğu gerçeğini...
Biliyorduk o biz bile olmamıştı.
O hep 'ben'dik.
Onlar bile 'ben'...idik...
Bizimle dalga geçti,
Daha yürüyemezken bileklerimizi kesti.
Emeklerken üstümüze bastı.
Sürünürkense sırtımızda taşıttı kendini.
Sapıkça adaletiyle aklımızı gagalayan,
Pençeleri kor şişler gibi kızgın bu kuş.
Kurtuluş...
Ne kadar yakındı zaman daha yaşlanmamışken.
Ne kadar uzak şimdi,zaman kırık dişleriyle bize gülerken...
Bazılarımız yıkıldı,
Yaşamamış olmaktan.
Bazılarımız da onları kendi boş umutlarıyla dikerek yürütmeye çalıştı.
En sonunda dağılıp gittiler elbet,
Ama denemediler değil.
Neyse,
Bunun bir önemi yok artık.
Çünkü hiçbirimiz,
Kötü yazılmış birer şakadan fazlası olamadık,
Kendine acıyarak pişmanlık ağlayan,
Üzgün birer soytarıdan fazlası...

Hilebaz Tanrılar Ve Üzgün Soytarılar-III

0 y o r u m
Bilinç Uykusundan Uyanır Ve Gördüklerinden Pek De Memnun Kalmaz

Uyanır ve der ki;
Bildigim hiçbir şey gercek degil artık.
Benim gerceklerime yalan der olmuşlar.
Benim gerceklerimle dalga geçer olmuşlar.
Kendilerinden başka her şeyi biliyorlar.
Bilmedikleri kendileri de işte o cahillikleri.
Anladıklarını zannediyorlar ama anlamayı bile yanlış kavramışlar.
Birbirleriyle yarışıp,
Başarmış taklidi yapıyorlar.
Zaten taklit etmek zorundalar çünkü,
Bunu yaşamıyolar.
Yaşamıyorlar bile.
Kendilerini inandırmakla bir ömür geçiriyorlar.
Ruhları çürüyene kadar kendilerine hakaret ediyorlar.
Hiç meydana gelmemeliydiler.
Hayat bir hata yaptı.
Ve bunu kendine bir kancayla tutunurken,
İnsanların bencilliklerinin ucundan sallanmakla,
Bir sonsuzluk geçirerek ödeyecek.
Ben bir hata yaptım.
Onların içini kendime yeni bir ev bildim.
Evlerini yıkan bu insanlar,
Hepsi ayrı birer kasırga gibiler.
Birkaçı bir araya gelinceyse,
En berrak suları bile ölümle karartıyorlar,
Aptal kalmak için direnirken,
Sıçrayıp ışığa tutunmaya çalışanların çabalarını katlediyorlar.
Ben tekrar uykuya dalamam,
Varlığımdan zincirler geçirdiler,
Zincirleri hırslarına gömdüler,
Hırslarını tatminsizlikleriyle dağladılar.
Tanrılar yarattılar ve kendilerine taptılar,
Kendine tapanları tanrılar adına yakarak,
Başka tanrılar türettiler içlerinden.
Hizmet etmek ve 'uğruna ölmek' için yaşar oldular.
Ölmek için yaşar oldular.
Yaşamak ise en büyük kabuslarıydı...

KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ (1)

0 y o r u m
1.

Gökten üzerinde birbirinden farklı yaptırımların yazılı olduğu on ayrı taş tabletin düşmesini istiyordu, Zebulun!

Kendisini içen sigarası parmakları arasında külün boyunu uzatırken, yalnız başına oturduğu masasında dördüncü birasının da dibini bulmak üzereydi. Yarılanmış bardağını yüzünü buruşturarak memnuniyetsiz bir ifade ile seyretmeye başladı. Bir nefes çektiği sigarasının, yaktığından beri silkelemediği külü kucağına düştü ama o bunu önemsemedi. Bir süre çevresine bakındı. Başka masalarda oturan başka insanlar vardı. O başka insanlar yapılması gereken hemen her şeyi çok iyi biliyor gibiydiler. Replikler ezberlenmişti ve her şey yolundaydı.

Yarısı hala dolu olan bardağının boş kısmına dikti gözlerini. Gördüğü şey, yani bardaktaki boşluk, sanki onu hüzünlendiriyordu. Üst dudağını tamamıyla örten birayla ıslanmış bıyıklarını emdi bir süre; aynı anda o boşluğun oluşturulmasında ki sorumluluğunun farkında olmasının bile onu, içinde yoğurduğu pişmanlığın haricinde başka bir bok barındırmayan bu fakir hüzünden arındıramayacağını düşündü. Ne de olsa o anda o boşluğa bir galaksiyi bile sığdırabilirdi. Üzerine saatlerce düşünebilir, hakkında sayfalar dolusu yazı yazabilir hatta zihninin bir köşesini işgal eden bazı hatıraların yerine o boşluğu gönül rahatlığıyla koyabilirdi. Bir nefes daha çekti sigarasından…

Vakumunu sikeyim boşluk … Beynimi emiyorsun!

Laan!

Ne ki bu şimdi? Otuz bir yaşına gelmişsin; içinde bulunduğun durumu olduğu gibi kabulleneceğin yerde, acıklı bir dramatizasyon yaratma ve yapay bir romantizmin kucağına oturma eğilimindesin. Ayıp … ayıp … silkin ulan biraz!


2.

Bir gece kulübü veya bar her ne kadar düzensiz, köhne ve boğucu bir atmosfere sahip olsa da, çalınacak iyi bir müziğin, bu kasvetli ve sıkıcı ortamı tamamıyla değiştirebileceği inancını taşıyordu. Bu sebepten dolayı, oraya gelenler aslında mekana değil de dj’i dinlemeye gelenler olmalıydılar. Bir dj kendini dinletebilmeliydi.

Bir süre elini yanak ve çenesinin etrafında dolaştırdı Tmumkg. Yüzünde bir tek sakal tanesinin bile avucuna batmayacağını çok iyi biliyordu. Daha o sabah tıraş olmuş, saçlarını yıkayıp duşunu almış ve tırnaklarını kısaltmıştı. Bu işçiliğin mahsulü, bir çalışma gününün sonunda ortamdan seçeceği afet bir hatunla tutkulu bir sevişme olmalıydı. Bakımlı görünmesi ve karizmasını öne çıkararak fark edilmesini kolaylaştıran sade ama pastel renkli kazaklar seçmesi aslında hep bu yüzdendi.

Bu durum kendi açısından tercihi bir zorunluluk olduğu kadar, çalıştığı müessesenin dj’i olarak da her an göz önünde olması sebebiyle işvereninin de talebiydi. Gerçi işvereninin talepleri zerre kadar umurunda olmasa da, bakımlı görünme hususu kendi ufak planı doğrultusunda mantıklı bir zaruretti. Yaptığı planın mantığı o kadar basitti ki; fazla kafa yormadan tasarlanmış, özünde “olayların akışı” etkeninin başrol oynadığı, nihayetinde karşılıklı ihtiyaçların gözetildiği şeklinde masumlaştırılmış adil bir plandı.

Filmlerde rastladığımız o plan sökmediğinde uygulamaya konulan bir ‘B’ veya ‘C’ yedeklemeleri yoktu. Net bir şekilde: Gecenin ilerlemiş saatleri, kafa yorgunluğu bünyeyi etkisi altına almaya başlamış ve bu köhne barın fuzuli ortamından ayrılmanın zamanı geldiği anda yanında kendisine eşlik edecek güzel bir bayanın olması zorunluluğu … devam eden gecenin varılan mekanında ise, fazla civcivleşmeye fırsat bırakmadan yüksek oranda skor icra edilmesi …

(Devam Eder Bu...)