birgün o da olur

0 y o r u m
· Sen Aksaray’ da mı doğdun ?
· Evet, Pamucak Mahallesi’nde.
· Kaç yaşına kadar kaldın orda ?
· 1983’ e kadar..ee..Dokuz galiba işte..Neden lan?
· Gidip görmek istiyor musun diye.
· Yok be yav... En son askerlik işlemleri için gitmiştim, acayip değişmiş; nazarımda Anadolu’ nun herhangi bir şehridir...
· Ne bileyim ben doğduğum yere hiç gitmedim; o yüzden gitsem bişey hatırlar mıyım diye düşünüyorum da.
· Sen Fransa doğumlu muydun?
· Evet.
· E gitseydin uzun zaman kaldın Fransa'da. Gerçi kaç yaşında terk etmiştin ki? Görsen de hatırlamazsın bazı şeyleri belki de.
· 3 yaşındayken döndük; ne bileyim hatırlamasam da görmek fena olmaz herhalde. Bir de bu merak bu sıralar geldi aklıma.
· Evet; aslında annenlerle gideceksin ya da orayı hatırlayan biriyle; aha şuradan düştüydün kafa üstü; ondan böylesin falan diye anlatacaklar sana.
· Aynen.

mürekkebin lanetine uğrayan sevgili yazar arkadaşlarım

0 y o r u m
Mürekkebin lanetine uğrayan sevgili yazar arkadaşlarım;

Şu anda büyük düşleriniz, tiyatro tarihinde köşetaşı olacak oyun fikirleriniz, sinemada bir dönemi kapatıp bir dönemi açacak film projelerinizle bilgisayarınızın başındasınız. Lütfen oradan kalkmayın…
Çok ünlü bir yazara, hayranı olan kadın yanaşmış “Üstad ne büyük bir beyniniz var. Nasıl da yazıyorsunuz...” Üstad gülmüş ve şöyle demiş... “Büyük olan beynim değil, popom oturup yazıyorum...” Oturup yazın arkadaşlar... Yazdıklarınıza tapmayın... Gavur senaristlerin dediği gibi “kıll your babıes”
Yazarlık yolunda ilerlemek bambu yetiştirmeye benzer. Bambu ilk beş sene toprağın altındadır. Çiftçi toprağın altında çürümüş olabileceğini bir an olsun aklına getirmeden sular. Beş yıl dile kolay. Beşinci yılda bir iki santimlik cılız bir ot parçası olarak yüzeye çıkar. İki yıl hiç uzamaz. Ama siz sabırla sulamaya devam edeceksiniz... Sonra ne mi olur? On beş gün içinde beş altı metreye ulaşır. Hepimiz toprağın altındaki o minik tohumu suluyoruz... Sulamaya devam edin. Bilginin beyhudesi yoktur. Nükleer fizikten veterinerliğe kadar her şey ilgi alanınız olmalı... Bilginizle sulayın, sabrınız güneş olsun... Budama zamanı geldiğinde de budayın!!!
Her dönem bazı türler moda olur. Moda olan türleri yazın. Çünkü sizden iyi kimse yazamaz... Ekmek paranızı kazanın... Asıl yazmak istedikleriniz için gerekli olan kağıdı, kalemi, sigarayı ve Rakıyı onun sayesinde alacaksınız. Unutmayın ki, Vivaldi bir yandan saraydaki yetenek özürlü şımarık kızlara keman dersi veriyordu bir yandan da dört mevsimi besteliyordu. Önemli olan dengeyi kurmanız...


YAPMANIZ GEREKENLER
· İyi bir kütüphane kurun çalın, çırpın, satın alın ama kurun (TDK sözlük, Ali Püsküllüoğlu sözlüğü, Felsefe, Sosyoloji, Psikoloji, Osmanlıca, İngilizce, Argo sözlüğü, Atasözleri sözlüğü, deyimler sözlüğü (atasözleri sözlüğüne ben tema ansiklopedisi diyorum)... kısacası iyi bir sözlük bölümünüz olmalı. İşiniz kelimelerle) Psikoloji, Tarih, Sosyoloji, felsefe okuyun
· Mutlaka hergün iki gazete karıştırın. Haftalık bir dergiyi alın. Arşiv yapın.
· İyi bir oyun ve film arşiviniz olsun... Sezen Aksu’unun bir parçasını dinlediğinizde ikinci kez “aaa ben daha önce dinledim ” deyip kapatmıyorsunuz değil mi? Öyleyse bir filmi ya da oyunu en az üç kez seyredebilirsiniz. (Bu geç anladığınız anlamına gelmez )
· Türkçe sözlüğü masanıza koyun. Diğerlerini tuvalete koyabilirsiniz. Yapıbozum maddesini ishalken okumanın ne kadar eğlenceli olduğunu bilemezsiniz.
· Sıradan giyinin. Ne kadar entellektüel olduğunuz bangır bangır bağıran kıyafetlerden, aksesuarlardan kaçının... Yazacağınız insanlardan farklı görünmeyin... İstereniz ava çıkan avcının fark edilmemek için kamuflajı olarak düşünün.
· Hilton’da viskinin kaç para olduğunu da bilin, Ulus’un arka sokaklarında köfte ekmeğin fiyatını da...
· Semt pazarları, dolmuş durakları, genelev, camiiler, devlet daireleri kısacası her yer sizin alanınız. Girin, çıkın... 92’de Ankara’ya geldiğimde Sakarya’da sanatı ve vatanı kurtaranlar vardı. Hala oradalar... Bataklığa düşen taşlar halka yaratmazlar...
· HER GÜN YAZIN İSTERSENİZ YARIM SAYFA!!!!
· Gezin... otostopla, uçakla fark etmez... Gezin ve notlar alın... Yanınızda serçe parmağınız kadar bir kalem, küçük bir bloknot mutlaka olsun. Asla onlarsız adım atmayın... Akıl fikir kutunuz olsun. Büyükçe bir kutuyu alıp salonun bir kenarına koyun küçük kağıtlara bir espri, bir fıkra ya da küçük bir not yazıp atın. Sonra canınız her sıkıldığında tombala oynayın. DADAİST OLMAYIN!!
· Örneğin “Adamın biri hapisten kaçmıştır. Bir eve girer. Evde ölmek üzere olan yaşlı bir adam vardır. Rehine ölürse kendisi de bitecektir. Yaşlı adam öleceğini bildiği için intahar etmek istemektedir” İşte böyle bir not yazıp attığınızı düşünün. İlerde bundan iyi bir komedi çıkabilir. DEMLENMEYE İHTİYACI VARDIR. KUTUNUZA DEMLİK ADINI KOYABİLRSİNİZ.
· Gazetede üçüncü sayfayı didik didik okuyun, kesin ve arşiv yapın. Bazen ilginç bir ilan bile oyun konusu olabilir.
· AŞIK OLUN HER AN HER DAKİKA. AŞK GERÇEK VE TEK YAŞAM ENERJİSİDİR. “AH ULAN LEYLA BANA BUNU YAPMAYACAKTIN” kıvamında değil tabii.
YAPMAMANIZ GEREKENLER
· YAZDIKLARINIZA DEĞİL, YAZMANIN KENDİSİNE AŞIK OLUN.
· HAYAT, ÖLÜM,SANAT, YABANCILAŞMA, SOSYALİZM, HAYATIN SAÇMALIĞI VE BOŞUNALIĞI KONUSUNDA AHKAM KESMEYİN HELE HELE BUNU BİR OYUN KİŞİSİNİN AĞZINDAN SÖYLEMEYİN!!!! SEYİRCİ SİZİN NE KADAR ENTELLEKTÜEL OLDUĞUNUZ GÖRMEYE GELMİYOR.. FELSEFE, SOSYOLOJİ KONUSUNDA OKUDUĞUNUZ HER ŞEYİ OYUNA, SENARYOYA SOKUŞTURMAYA ÇALIŞMAYIN. UNUTMAYIN Kİ, BİLGİ HAZMI ZOR BİR YEMEKTİR... EĞER HAZMEDEMEZSENİZ KAVRAM GEĞİRİR, TEZ YELLENİRSİNİZ...
· AKILLI ADAM AKLINI, DAHA AKILLI ADAM BAŞKALARININ DA AKLINI KULLANIR... FİKRİ ALIN...
· ANLATMAK İSTEDİĞİNİZ ŞEYİ KAHRAMANINIZ DİREKT SÖYLÜYORSA BAŞINIZ DERTTEDİR!!!
· BAŞKALARININ YAZDIKLARINI AŞAĞLAYARAK YÜKSELEMEZSİNİZ. DAHA İYİSİNİ YAPIN. YAPMAYANLARI ÇEKİŞTİRMEK YERİNE YAPANLARI İNCELEYİN. YAPAMAYANLARIN NEDENLERİNİ KEŞFEDİN...
· ASLA ALKOLİK OLMAYIN HER AKŞAM BİR DUBLE RAKI YETER...
· KİMYASALLARDAN UZAK DURUN. OTTUR GÜNAHI YOKTUR AMA OTOBUR DA OLMAYIN...
KAĞDINIZ DÜŞLERİNİZ KADAR AK, MÜREKKEBİNİZ KANINIZ KADAR SICAK OLSUN... FİKRİNİZE BEREKET....

Erkan BİRGÖREN

(yazarının kendi blogundan, bizzat kendisinden izin alınarak, olduğu gibi aktarılmıştır. erkan birgören, düzenli olamamakla birlikte "senaryo nasıl yazılır" , "film ve tv'de yazarlık" gibi konularda ya kola biterse'de yazacaktır)

bir "ya kola biterse" nedir?

1 y o r u m
çok eskiden bir fotokopi dergi çıkarmak istedik ve "ya kola biterse" isminde şahane, 16 sayfa, a4 yarısı bir şablon yaptık. ilk (ve son) sayıyı arkadaşlar arası okşadık. bir şey yapmak üzerine konuşmak, bir şey yapmaktan daha keyifli, sanki?
facebook ya da msn ya da elektronik posta aracılığıyla "toplu eylem" ve "forward" muhabbetleriyle dalga geçmek amacıyla facebook grubuna isim düşünürken "ya kola biterse" hortladı. "bak bunu forward etmezsen beni de arkadaş listenden sil" "eğer insan evladıysan avatarındaki görseli türk bayrağı yaparsın" derecesinde histerikleşen dalgayla ne kadar uğraşılır ki? tamam bundan kaçamıyorsun; "ahahaha çok ilginçççç!" yazısı altında (ya tamam bazen gerçekten ilginç) bir video ya da görsel malzeme manasızcasına dolandırılıyor... ilginç, dikkate değer bir şeyi işaret etmek istersin, ama bari kendinden bir şey kat; ne bileyim, sil o ilk mesaj(lar)ı ve sen bir yorum yaz?
her neyse...
bir sonraki aşamada "ortak" blog yazma söz konusu oldu; tekrar "ya kola biterse" hortladı. ama bir konsept belirlenmedi: "kafamıza göre yazalım, en kötü birbirimizin yazdıklarını okuruz, fotokopi dergi gibi bir şey olur?"
öyküler, günlükler, şunlar bunlar kısacası...
vitamin değeri nedir; dünyayı ele geçirme planı olarak kullanılabilir mi; kola derken pepsi mi yoksa coca-cola mı, gibi sorulara cevap, dertlere derman olacak mı zamanla görürüz sanırım... ya da hepimiz ölürüz, hiç bir şey göremeyiz?

come on! get me in my sleep.

0 y o r u m
Acıtır mı ? Acıtır hem de çok acıtır. Ama iyidir, güzeldir.
Ama acıtır. Ruhunu acıtır. Kalbini acıtır. Mideni acıtır.
Kafanı acıtır. Adımlarını yavaşlatır. Kalbini hızlandırır.
Götünü büyütür. Dengeyi bozar. Çirkinleştirir.
Ama o çok güzeldir. O an için daha iyisi yoktur.
Çok özeldir. Heyecanlandırır. Hayal kurdurur.
Şapşallaştırır. Gülümsetir. Mutlu eder. Zayıflatır.
Adı sekstir.

sihirli gazoz açacağının çalınması

1 y o r u m
1.
elini uzattı. sihitli gazoz açacağı parmaklarının ucundaydı. acele etmesi gerekiyordu.
tam dokunacaktı ki...

2.
"tam dokunacaktım ki"
"ee?"
"bir ses duydum.."
"ne sesi?"
"yaşlı, otoriter, güçlü bir ses..."
"ne dedi?"
"bir şey demedi; bir osuruk sesiydi"
"osuruk mu?"
"evet"
"otoriter bir osuruk sesi?"
"öyle denebilir..."
"peki ne yaptın?"
"tabii ki hemen döndüm. arkamda saçı sakalına karışmış, kirli, lekeli beyaz bir elbise giymiş, perişan görünümlü, ak sakallı bir dede vardı"
"ne yapıyordu?"
"hiç? öylece duruyordu."
"ne yani öylece karşılıklı bakıştınız mı?"
"bir süre için... sonra onun zararsız bir tip olduğuna karar verdim ve sihirli gazoz açacağını aldım..."
"ne hissettin?"
"bilmem? alelade bir açacak gibiydi; paslanmış..."
"ee?"
"gazoz açacağını cebime koydum, yaşlı adamı başımla selamladım ve çıkmaya çalıştım"
"niye; zormuydu çıkmak?"
"muydu ayrı söylenir"
"ne?"
"yok bi' şey..evet zordu çünkü çarpım tablosunun yediler kısmını yazmak gerekiyordu..."
"nasıl yani?"
"bir kere yedi eşittir yedi, iki kere yedi eşittir on dört, üç kere yedi eşittir yirmi bir, dört kere yedi eşittir yirmi sekiz, beş kere..."
"pakala yeterli. nereye yazıyordun bunu?"
"bir kağıda, özel bir kağıda. sonra tüm sonuçları toplayıp beş ile çarpman gerekiyor. çıkan sonucu da dijital tarayıcı ile merkez bilgisayara aktarman..."
"mağarada?"
"elbette! yersen!"
"her neyse. ee?"
"ben bu işlemlerle uğraşırken arkadan yaşlı, otoriter, güçlü bir ses geldi..."
"götünü tutamıyor galiba amca?"
"hayır bu sefer osurmuyordu; konuşmuştu"
"ne dedi?"
"ne mi dedi? yanlış hatırlamıyorsam, 'genç, açacağı alabilir miyim?' dedi"
"hadi ya? sen ne dedin?"
"ona dik dik baktım ve 'niye ki?' dedim"
"o ne dedi?"
"elindeki bira şişesini göstererek, 'şunu açacam da' dedi."
"verdin mi peki?"
"vermek istemedim. 'bu kutsal gazoz açacağıdır, bununla bira açman doğru olmaz' dedim."
"o ne dedi?"
"diş kalmamış iğrenç ağzıyla, berbat bir gülümseme sahneledi. 'evlat, her kim olursan ol, yapabileceklerin de yapamayacakların da zaten sınırlıdır' gibi bi' şey dedi."
"bilgece bir laf etmiş?"
"bana da öyle geldi ancak umursamadım. sadece sırıttım."
"ee?"
"bu... de.. de.. deprem oluyor!"
"sence kaç şiddetinde?"
"en az yedi!* her şey kayıyor gibi oldu birden... sanki çok sıcak bir hava dalgası çarptı... ber bat bir duygu!"
"her neyse, geçti galiba?"
"iyi de... hadi yine olursa?"
"korkma, sakin ol... kaldığın yerden devam et..."
"kaldığım yer?"
"bu... ee? bu ne?"
"ha! bunun üzerine o... yahu hala yer altımdan kayıyormuş gibi hissediyorum... sıcaklık da geçmedi? yeni bir tane geliyor sanırım?"
"pekala, en iyisi yat uyu... sonra devam ederiz..."

*4.2 şiddetinde...

gergin migros poşeti günlükleri

0 y o r u m

“bakış açısı çok önemlidir...” demiştir, ‘gergin migros poşeti günlükleri’nin yazarı karuman derdil. belki de doğru söylemiştir...
‘gergin migros poşeti günlükleri’ bir anne ile iki çocuğunun, evdeki erzakın bitmesi üzerine alışverişe çıkmaya karar vermeleriyle başlar. babanın huzuruna çıkan anne, para ister. ancak baba bir alışverişin o kadar da gerekli olduğunu düşünmemektedir. bir yandan da annenin, hele bir de çocuklarla beraber, gerçekten de oldukça gereksiz şeyler alıp mevcut parayı çarçur edeceğinden emin olduğunu iddia etmektedir. çocukların da desteğiyle anne ikna çalışmalarına girer; gereksiz hiçbir şey alınmayacağına dair yeminler edilir. ilk iki bölümde babanın ikna edilmesine yönelik planların yapılması ve uygulanması, bütün bunlarda da başarılı olunmasıyla geçer ve nefes kesici bir bölüm başlar: ‘canavar asansörle mücadele’. soluk kesen bir heyecan barındırır bu bölüm: kana susamış sivrisinekler, kopmaya yüz tutmuş halatlar, yoğun bir sidik kokusunun baskısı, bozuk düğmeler, her an kesilmesinden korkulan büyük güç elektrik... sağ salim asansörden çıkan anne ve çocuklar bir sonraki bölümde, otobüs durağında garip bir bekleyiş içine girerler. anne çocukların huzursuzluğunu ve sıkıntılarını gidermeye çalışır ancak gerçekten de çok sıkıcıdır çünkü otobüs bir türlü gelmek bilmiyordur. çocukları ayrıca, bir köşede duran şemsiyeli ihtiyar da oldukça huzursuz etmektedir zira çocuklardan daha büyük olanı, şemsiyeli adamın bir kötülük peşinde olduğundan emindir...
bu gerilimli bölümden sonra, otobüs yolculuğu başlar. beraber otobüse doluşurlar ancak boş yer sayısı azdır. anne pencere kenarında bir yere oturup yerini sağlama almıştır ancak yan koltukta oturan çocukların dibinde bastonlu adam durmaktadır ve pis pis bakmaktadır. ihtiyarın, ayaktaki diğer yolcularla yaptığı işbirliği sonucunu verir ve küçük kardeş annenin kucağına, büyüğü de koridora geçmek zorunda kalır. aslında bu tam bir yenilgi değildir çünkü yolculuğun yirminci dakikasında ihtiyar adam fenalaşır ve bir kargaşa olur. ihtiyarın otobüsten indirilip, hastanenin birine koşullandırılan bir taksiye bindirilmesiyle çocuklar tekrar eski yerlerine kavuşurlar. bu bölüm birçok açıdan heyecanlıdır çünkü şoför aracı çok hızlı kullanmaktadır. çocukları heyecanlandıran, aracın hızlı kullanılmasından başka, çevrede bir sürü aracın da bulunması ve yolların çok dar olmasıdır. otobüsü durduran polisin şoförle tartışması da bu bölüme bir gerilim katar; anne ve çocukların, kalabalık ve sıcak havayla mücadelesi oldukça zorlaşmıştır...
bir sonraki bölüm, kalabalık bir caddede olanları anlatır. anne çocukların ellerini sıkıca tutmuş kalabalık içinde yol almaya çalışıyor ancak satıcılar, tanıtımcılar ve boş boş dolananlar ona engel oluyordur. uzun olması eleştirilen bu bölümden sonra nihayet beklenen bölüm başlar: ‘süpermarketin karışık dünyası’
annenin alışveriş hırsına karışan çocukların doyumsuz istekleri eldeki parayla çeliştikçe okuyucu sayfaları art arda çevirmekten kendini alamaz. süpermarketin büyülü dünyasında, fiyat etiketleri ve renkli ambalajlar arasında bir o yana bir bu yana savrulan anne ve çocuklar, yer yer gerilim dolu, yer yer okuru kahkahaya boğan olaylar yaşarlar. oldukça uzun olan bu bölüm, kasalarda gerilimin doruğuna ulaşır: para yetmemektedir; bu yüzden alınan şeylerden bir bölümünü bırakmak gerekmektedir. okur, kahramanların duygularını ister istemez paylaşır. paranın alabileceğinden fazlasını almaya kalkışmışlardır ve işin üzücü yanı, her birini severek ve isteyerek almış olmalarıdır. kasiyerlerin soğukkanlılığından nefret eden okur, anne ve çocukların yer yer fedakarcasına, yer yer acı dolu iadeleri karşısında, kendisini, daha doğrusu evrendeki yerini ve önemini düşünmeden edemez... şu soruyu sorar kendine: “ben olsaydım ne yapardım?”
kalan bölümler dönüş yolculuğunu anlatır. yine otobüs, kalabalık, sıcak... bütün bunlara iki koca paket de eklendiğinden, bu bölümler tekrar etkisi yaratmıyor. özellikle otobüste, paketin birinin yırtılması,okuru oldukça heyecanlandırıyor.
final bölümünde babanın, rakıyı nası’ unutursunuz yahu, bağırtısıyla başlayan gerilim, gayet yorgun düşmüş annenin, kolay mı her şeyle uğraşmak, her gün her şeyin peşinden ben koşturuyorum, canımdan bezdirme beni, tehdidiyle ve çocukların zırlamalarıyla son buluyor ve hep beraber, televizyondaki magazin programlarından birine aptallaşmalarıyla yerini anlamsız bir mutluluğa bırakıyor.

haftalık hikaye: büyük patlama

0 y o r u m
bölüm 1

Çok eski zamanlarda çok eski zamanlar yokmuş çünkü zaman o kadar eskiymiş ki ondan önce çok kısa bir süre geçmişmiş. İşte bu manyak, gerizekalı, salak masal da teee o zamanlarda geçiyormuş. Masalımızın ana karakteri Nazort Tübitak bir tarihçi olduğu için hem fazla çalışmasına gerek yokmuş hem de zaten işsizmiş salak. Bu sebeple günlerini saçma sapan boş işlerle geçirip sıklıkla da otuzbir çekiyormuş.
Aynı şehirde yaşayan (evet, Nazort Tübitak bir şehirde yaşıyor, nooldu şaşırdın mı!) Nazbrazyaz Prezeşta denen hatun kişi Türk Dil Kurumunda kelime uydurucusu olarak gayet saygın ve aktif bir hayat yaşıyormuş. Üstelik o vakitler daha Türkler icad olmamış bile. Sonradan Çinliler icad edecekmiş Türkler’i. Ama olsunmuş, hazırlıklı olmak lazımmış. Tahmin edilebileceği gibi bu iki kişinin karşılaşması an meselesidir. Zaten aşağıdaki paragraflar da bunu anlatacak. Masalı ben yazıyorum ya, ondan biliyorum.
Ender de olsa Nazort salağı işini yapabiliyormuş. Örneğin şehrin tek üniversitesi olan “TEK” üniversitesinde “Büyük patlama ve sonrası” adlı sempozyuma konuşmacı olarak çağrılması bu duruma bir örnektir. Sevgili Nazort’umuz sempozyumdan önceki gece sıkı bir çalışma yaparak iyi bir konuşma sunmak istemektedir dinleyicilere. Şimdi Nazort’un notlarına bir göz atalım.
“Büyük patlama oldu. Büyük patladı.”
Notlarını cebine koyan Nazort salona girdi ve yerini aldı. Dinleyiciler arasında kim vardı dersiniz? Nazbrazyaz Prezeşta! Bu hanım kızımız da kendi işi gereği bu sempozyumda bulunup bazı notlar almak ve gerekli olursa bunlara Türkçe kelimeler bulmak için bulunmaktadır. Konuşma sırası Nazort’a gelince derin tarih bilgisini herkesle paylaştı. Dedi ki;
“eee! Öncelikle beni de buraya çağırdığınız için teşekkür ederim. Tarihteki tek tarihçi olarak burada bulunmaktan onur duyuyorum. Her ne kadar büyük patlama olalı 26 gün geçmişse de hafızası zayıf olanlarınız vardır belki. Üstelik sekiz milyar yıl sonrası için de şimdiden dipnotlar almaya başlamak gayet yerinde bir davranıştır. Ancak üniversitede tarih kürsüsünün bulunmayışı bence büyük bir eksikliktir. Kadrolu değilse bile sözleşmeli olarak bana bir maaş bağlanması gayet yerinde olacaktır zira dün tarihte ilk defa yaptığım alışveriş sonrası Lidyalı bir arkadaşıma borç taktım. İşte uygarlığımızın geldiği nokta budur! Bilim adamları …
(Yeter! Konuya gel bağırışları) eee!...ah evet…pardon, dalmışım…”
Cebinden notlarını çıkarır, hım hım diye sesler çıkararak biraz göz gezdirir ve söyler;
“Büyük patlama oldu. Büyük patladı.”
Bu noktada burnunu kaşıyormuş gibi görünüp aslında sol elinin serçe parmağının yarısını burnuna sokmuş olan Nazbrazyaz hanımefendi çabucak elini burnundan çekerek havaya kaldırır ve konuşur;
“Afedersiniz sayın Tübitak, büyük patlama derken neyi kastediyorsunuz?”
Nazort sorunun geldiği yöne doğru bakar ve hemen görür sümüklü parmağı, onu takip eden zarif kolu ve birleştiği yerin hemen yanındaki Washington portakalı büyüklüğündeki memeleri ve hemen aşağısında daralarak inen beli ve yeniden mucizevi bir kıvrım yaparak sanki tanrıya ulaşmak istercesine yükselen dişlenesi popoyu. Üstelik bu sıfat tamlamalarının sahibi Nazbrazyaz hanımefendi oturmaktadır! Bunun bir açıklaması yoktur. Olan olmuştur, Nazort her ayrıntıyı görmüştür ve böyle zeka dolu bakan gözlerle aynı gözlerin sahibinin sorduğu beyinsiz soru arasındaki tezatlık karşısında boş bulunup;
“Sen bennen dalğa mı geçiyon itoğluit!” deyivermiştir bile. Salonda yükselen “ouuuuv!” sesleri arasında hemen toparlanan Nazort gayet haklı olarak anında pişman olur ve yalayamadığı memeler, dişleyemediği popolar gözünün önünde uçuşur. Üstelik bu bir animasyon film olsaydı kesin “cikcik” diye ses de çıkarırdı uçuşan erojenler. Aldığı sert tepkiye rağmen istifini hiç bozmayan Nazbrazyaz;
“Estağfirullah, sizin gibi saygın bir tarihçiyle dalga geçmem, belki de sorumu doğru soramadım, demek istiyorum ki patlama mı büyüktü yoksa büyük bir şey mi patladı?”
Nazort’un odak noktasını washington’dan Nazort’un gözlerine doğru kaydırması zor da olsa isteksiz birkaç saniyede gerçekleşti.. Bundan dolayı kendisini özellikle kutladı Nazort ancak bütün enerjisini odak noktasını değiştirmeye ve kendisini kutlamaya harcadığı için sorunun tekrarını taleb etti.
“eee, ne?”
“Gözlerime bakar mısınız lütfen?”
“Aaah, ne? Haa! Pardon!, Evet, büyük patlamaydı di mi? Zaman ne kadar çabuk geçiyor, nasıl da patladı di mi?”
“Merhaba, buradayım, biraz daha yukarıda, şimdi daha iyi, teşekkür ederim.”
“Aslında, patlayanın ne olduğu şimdiye kadar çözülebilmiş değil ancak önemli ve büyük bir şeyin büyük bir şekilde patladığını söyleyebilirim, yoksa burada olmazdık değil mi?”
Cevabın tatmin ediciliği ve bir erkeğin bu kadar uzun süre washington’a değil de gözlerine bakabilmesi (1 dak. 42 sn.) Nazbrazyaz’ın aklında ve kalbinde bu garip tarihçi hakkında güzel fikirler oluşturmaya başlarken salonun başka bir tarafından bir el kalkar ve sorar;
“Ancak sayın Tübitak bundan önceki konuşmanızda patlayanın ne olduğunun önemli olmadığını ve beş boyutlu uzayda büyüklük kavramının bizim boyutumuzda bir şey ifade edemeyeceğini belirtmiştiniz, üstelik bir fizikçi bile değilsiniz?”
Soruyu soran, şehrin ünlü matematikçisi Sakallı Mayruk Coni’dir. Bu zat sempozyumun yapıldığı TEK üniversitesinin de rektör yardımcısıdır. Hakkında söylenenlere göre hırslı ve kurnaz oluşu sayesinde bu makama gelebilmiştir. Sorusunu sorduktan sonra döner ve Nazbrazyaz Hanımefendiye tam 1 dakika 43 saniye boyunca bakar. Hem de gözüne gözüne. Hanım kızımızın kafası iyice karışmıştır. Sakallı Mayruk Coni’yle daha önce de çeşitli cemiyet toplantılarında karşılaşmıştır ama hiç dikkatli bakmamıştır. Hoş bir adam. İnsanda sakallarını çekme ve çektikten sonra gevrek gevrek sırıtma isteği uyandırıyor. Ancak gözlerinde daha doğrusu bakışlarında bir boşluk belki de bir çiğlik var sanki. Prezeşta düşüncelerinden sıyrıldığında Nazortun cırtlak bir sesle söylediği son cümleleri duyar.
“…değilsem de araştıran, okuyan bir insanım ulan eşşoooğleşşek, o zamandan bu zamana çok sular aktı köprünün altından, şimdi de böyle söylüyorum. Ve evet büyüktü işte oooooohhh kocamandı, eşek kadardı, öyle büyüktü ki annen bile alamazdı hepsini!”
Belli ki bu düzeysizlikle uğraşmak istemeyen Mayruk hiçbir şey demeden kalkıp salonu terk etti, arkasını dönmüş çıkışa doğru yürürken göz çizilmiş gözlüklerini çıkarttı. Bunu yaparken sanki “Hıh hıh tıs hıh hıh!” gibi tatminkar tilki sesleri de çıkarıyordu ya da bize öyle geliyor, günahını da almamak lazım.
Nazort’un Mayruk’un annesinin kapasitesi hakkındaki son sözlerini düşünen Nazbrazyaz kendi kendine güldü ve Nazort’un yanına gitti. Salon boşalmıştı, ikisi kalmıştı, bir de üniversitenin hademesi temizlik yapmak üzere içeri girmişti henüz. Sinirleri yeni yeni yatışan Nazort ne washington’a ne de gözlere bakamadan konuştu;
“Umarım cevap tatmin etmiştir sizi.”
“Evet etti, teşekkür ederim. Aslında hala konuyla ilgili sormak istediklerim var, uygun olduğunuz bir gün bana biraz vakit ayırabilir misiniz acaba?”
Nazort umutlanmadan edemedi. Belki de kendisinden hoşlanmıştır bu kız. Bir an kendisini Washington’un üzerinde bungee jumping yaparken hayal etti. Sırıttı.
“Sizce” dedi “Bungee jumping için uygun bir Türkçe kelime düşünülemez mi?”
“Nasıl bir bağlantı kurdunuz bilmiyorum ama üstünde çalışmam gereken ellibin kadar kelime var önümde ama gene de sizin için bir kıyak yapabilirim.”
“Kıyak mıı? Ho ho hoooo! Bana kıyak yap. He he heee!”
“Salaaaaaaaag” dedi Nazbrazyaz ama bunu neden dediğini bilemedi. Sanki gelecekten bir şeyi hatırlamış gibi bir duygu yaşadı. Üstünde durmadı fazla.
“Uyyyy!” dedi Nazort. El sıkışıp ayrıldılar.
Hademe koşarak dışarıda bekleyen Sakallı Mayruk’un yanına gidip tüm diyaloğu aktardı. Bu sefer net bir şekilde “Hıh hıh tıs hıh hıh!” dedi Coni. Günahını almamışız.

(devamı burada)

konfigürasyon

0 y o r u m
1.
“bazı zamanlar, canım çok sıkıldığında, çevremdeki insanları bilimkurgu filmlerinin ürkütücü kahramanlarına çeviririm. sadece insanları da değil. diyelim ki bir işaret levhası var önümde; bu işaret levhasının yavaştan sallanmaya başladığını, gittikçe hızlanarak sağa sola eğildiğini hayal ederim. bu arada alevler içinde bir sokak köpeği salına salına geçiyordur hemen yanımdan. ilerideki apartmanın pencerelerinden eşyalar fırlıyordur, falan filan... can sıkıntısı işte...
“bir yerde bulunmam şart ise ve bulunduğum bu yerde sıkıntı içindeysem, bir şeylerle uğraşmaya başlarım. orada birisi, eğer aktif ise, yani ne bileyim, konuşup duruyorsa mesela, onun konuşma tarzına, el kol hareketlerine yoğunlaşır; veri toplarım... bu veriler de o insan hakkında bir fikir geliştirmeme, bazı yargılar oluşturmama yarar. o kişi itici bir insansa başka bir iş bulurum kendime . duran maddeleri hareket ettirmeye çalışırım örneğin... kaçamak bir konsantrasyonla, çünkü böyle bir bok yemeye çalıştığımın bilinmesini istemem, duvar dibinde duran çöp kutusunu hareket ettirmeye çalışırım. olacak bir iş değil! bir yandan da bunu düşünürüm. sonra sırf böyle bir düşüncem, inancım olduğu için yapamadığıma karar verir ve sıkılırım. aslında insanın birden bire havalanıvermesi diğer insanları çok şaşırtır. ama bunu yapmaya çalışmam. bir çöp kutusunu havalandırabilen insan bu işi kendisinin yaptığını belli etmeyebilir. diğerleri gibi çöp kutusunun havalanıvermesi karşısında şaşıranlardan biridir, dikkat çekmez. ama kendisi havalanıyorsa tüm gözler ona çevrilecektir ve ne kadar uğraşırsa uğraşsın, kendisinin bu havalanma dalgasıyla bir ilgisinin bulunmadığını ispatlayamayacaktır. çok can sıkıcı..."

2.
elektrik kesilir, karanlıkta kalırlar. biri el yordamıyla çakmağı bulur ve mum aramaya başlar. diğeri pencereyi açar; yağmur yağıyordur ve şimşek çaktıkça oda aydınlanır. bir diğeri hiç kımıldamaz, uzandığı yerden birkaç laf geveler. elinde iki mumla içeri girer ilk gölge. pencerenin önüne sandalye çekip oturmuş olan mumların söndürülmesini ister. koltukta oturan da katılır ona. mumları getiren isteksizce söndürür onları. uzunca bir süre sessiz kalırlar. yağmurun ve gök gürlemelerinin sesi duyulur sadece. önceden beri konuşup duran gölge sessizliği bozar.
“yağmur sonsuza dek yağacak, güneş de doğmayacak bir daha. elektrik de gelmeyecek. mumları söndürmekle iyi yaptık, çok gerektiğinde yakarız. aslında, karanlık ve ıslak bir ortamda yaşamaya alışmayı öğrenmemiz gerekecek. yani birkaç ay içinde her yan sular altında kalacak. belki de birkaç hafta içinde... şu anda dünyanın her tarafında yağmur yağıyordur. insanlar biraz daha fazla yaşayabilmek için yüksek yerlere kaçmaya başlarlar yakında. güçleriyle, silahlarıyla yüksekliklerini korumaya çalışacaklardır. ama ne fayda; öyle bir yağacak ki yağmur, galaksimiz bile sular altında ya da üstünde kalacak. tüm evren sırılsıklam olacak. bazı balıklar gidebilecekleri kadar uzağa gidecekler uzayda. her ne kadar sürekli balık yemek iğrenç olsa da denizaltıyla aya gitmek de harika olurdu herhalde? ömürleri yettiğince gezebilirler... sönmüş güneşin yüzeyinde yürümeye çalışırlar belki de... ama en ilginç olanı kara deliklerin sularla dolması... kara deliklere giren sular zamanda atlama yapacaklar ve bu paradoksal devinim ile dünyamızda başlayan yağmur her an, biraz daha önce başlayacak. aynı nedenden bizler de hiçbir zaman var olamayacağız. olamayarak yok olacağımıza göre üzülmenin ya da paniğe kapılmanın da bir anlamı yok...zaten yoksak, şu anda bu paradoksun tadını çıkaralım...”
elektrik gelir; birbirlerine bakarlar. koltuktakilerden biri kalkar müzik başlatır. pencerenin önündeki pencereyi kapatır, sandalyeyi yerine koyar, sevgilisinin yanına geçer. yağmurun sesi hafifledikçe kısık sesli müziğin tınıları daha net duyulur.