0 y o r u m
saçlarını kurtar istersen
acımasnlar,

bir yıl böyle geçecek...

İÇBÜKEY YAN(IL)sıMA (ek: 6)

0 y o r u m
bedeni,
damarlardan pompalanan kanla
ağır ağır şişerken:
yükseldiğini hissetti
yavaşça …
ortasına doğru süzüldü
hiçliğin
veya niteliği yalnızca
nitelendirilmekle değişen
dinamiksel boşluğun …
ayak tabanlarından dökülen irin,
koparılıyormuş hissi uyandıran
kaldırılışına inat
sanki onu tutan son bağlardı
manevi alışkanlığına.

yükseldiği boşlukta
onu kavrayan kılcal damarlar,
ani ama bu kez bilinçli
bir düzenlilikle
birbiri üzerine dolanmaya
ve kısmen şekilsiz,
orantısız kıvrımlar oluşturma
çabası içerisine girdiler !

milyonlarca uçuşan kırmızı şeritler
dolanıyordu çevresinde !
şüphesiz
vücudunu delip giren
ve onu besleyen
damarlar haricinde …

nihayet
telaşlı bir düzensizliğin
hakim olduğu,karmaşık
fakat bilinç kokan
planlı oluşum yavaşlarken
sona doğru;
yüksekte asılı duran,
yapısal çarpıklığın
eşsiz bir örneğiydi …

iğrenti veren oyukları
ve sert, keskin
köşeleri hala
sonsuz sayıda kıvrılıp,
birbirine dolanan kılcal damarlar tarafından
biçimsel olarak
detaylandırılırken;
şekli ve tedirginlik veren yapısı,
korkuyla karışan bir huşu ile
yüceltilmiş mitolojik
değerde eski bir tanrının,
yüksek huzuruna layık
benzersiz bir tahtı
andırıyordu …

kesikler ve yarıkların
kapladığı vücudu,
bu güruhun tam ortasında
kısmen bükülmüş
ve kolları yanına açık
kavranmışken;
bileklerine dolanan damarlar
gerilerek sıktılar
acımasızca ve açmaya zorladılar
avuçlarını …

parmakları,
basınca dayanamayıp
kendiliğinden açılıncaya dek
direndi …

gözlerinin önünde
ve üzerinde asılı durduğu
biçimsiz tahtının
oluşturulduğu yöne bakan
etten duvar üzerinde,
aniden ince bir kan sızıntısı
ve o kanın içine karışan
bir miktar
irin akıntısının öncülüğünde;
dışa doğru kabararak
yarılan,
tiksinti uyandıracak ölçüde
çürük kokan,
dairesel ebatlarda
yeni bir yaranın açıldığını
fark etti !

(Devam Edecek)

birinci bölüm burada
ikinci bölüm burada
üçüncü bölüm burada

yedi : iyi günler bu gün kimlerin cenaze törenleri vardı

(burada başladı, burada da bir önceki bölüm var)

şimdi içeri biri girse, bende ericsson 337’nin şarj cihazı var, ama telefonunu bulmam gerekiyor dese, ben de çekmecemdeki tabancama çaktırmadan uzansam aa öyle mi al sana diye üzerine kurşunları yağdırsam sonra şarj aletini cebime atıp yaşlı kadının yanına gitsem, alın bakalım size istediğiniz şarj aleti, verin bana paramı desem, o da çok iri ve çok siyah takım elbiseli dört korumasını çağırsa, dur hele bakalım mesaj yerinde mi dese, ben de ne mesajı, benden şarj aletini istediniz ve getirdim benim hiçbir şeyden haberim yok alın üzerimden şu gorillerinizi desem ama beni dinlemese ve telefonunu çalıştırsa, mesajlar bölümüne gelse ve kadim dillerden birini özenle kullanarak bir şeyler okusa oradan, ben neler oluyor, bakın çok fena olacak, bırakın beni diye bağırsam, ama beni dinlemeseler ve kadın çok korkutucu olmaya gayret ederek, kabala hakkında ne bilirsin sen diye sorsa bana, ben de tabii ki, ne kabalası yahu, benim matematiğim berbattır desem ama bu cevabıma sadece gülse ve zavallı aptal ulaşmaya çalıştığım mesaj sadece bu telefonda okunabiliyor çünkü bu telefonun yazı karakterleri ustaca bozulmuştur ve harfler oldukça değişik çıkar, yoksa ben de biliyorum sim kartının ne olduğunu ne işe yaradığını, dese, ben hayretler içinde kadına bakakalsam ve yine hayretler içinde aslında onun hiç de yaşlı olmadığını hatta çok genç ve güzel olduğunu hatta ve hatta kafeteryada benimle tanışmaya çalışan, pekala tanışmak istediğim kadın olduğunu titreyerek fark etsem ve ne tür bir manyaklık bu, kimsiniz siz diye haykırsam ve onlar beni bir kenara fırlatıp attıktan sonra bir cipe binip kaçmaya başlasalar tam bu sırada doki ve kısadalga bir arabayla gelseler ve beni alsalar, hep beraber onların peşine düşsek, ben neler oluyor sizin ne işiniz var burada diye onları sıkıştırırken onlar ceplerinden tabancalarını çıkarsalar ve işlerin bu noktaya geleceğini tahmin etmiyorduk, biz gizli servisteniz ve sen bu aşağılık orospu çocuklarıyla aramızdaki tek bağlantıydın al şu silahı deseler ben hayretler içinde benim de silahım var deyip silahımı çıkarsam ve çok şaşırıp gülümseseler ve vay be aslında hiç de boş biri değilmişsin deseler ama ben hiç havaya girmeyip, kısadalga’ya, benimle bu operasyon yüzünden mi beraber olmuştun diye sorsam o da evet ama senden gerçekten hoşlanmıştım dese ama ben ona pis pis baksam ve hiçbir şey insanların duygularıyla oynamanın bahanesi olamaz desem ve fakat bunun bir önemi yok çünkü ben seninle ilgili her şeyi doğru yere koydum artık kendime güveniyorum hem de tamamen güveniyorum desem ve arabanın camını açıp takip ettiğimiz arabanın lastiklerine ateş etsem ama ha ha ha aslında başka bir araba olsa o ve sert bir çarpışmayı ucuz atlatsak ve ben de hay aksi takip ettiğimiz arabayla aynıydı fark ettiniz mi desem ama onlar bana saçmalama alakası bile yoktu, bi kere o cip bile değildi deseler ve aman be her şeyi siz bileceksiniz bundan sonra sadece nefsi müdafaa söz konusu olursa ateş edeceğim, size yardım için tek bir kurşunumu bile harcamayacağım desem, bu sırada öndeki cipin benzini bitse ve biz de onları yakalasak, ben silahımı kadına doğrultsam ve yaşlı bir bayana göre çok hızlı bir yaşantın var desem o da bana küstahça bir kahkahayla karşılık verdiği sırada....

“iyi günler... aidatı şeyetmek için...”
“ne aidatı kardeşim?”
“ama her ay siz bunu yapıyorsunuz?”
“siz bir şey yapmasanız ben de yapmayacağım?”
“ne yapıyoruz ki biz?”
“ben aidat vermek istemiyorum... aidatı ne için verecekmişim hem?”
“bu binanın bir dolu masrafı var biliyorsunuz...”
“asansör bile çalışmıyor?”
“ama siz zaten birinci kattasınız?”
“o zaman neden asansör masrafları alınıyor benden?”
“asansör çalışmıyor biliyorsunuz....”
“ben de onu diyorum... asansör bile çalışmıyor ama siz aidat topluyorsunuz...”
“temizlik, güvenlik ve diğer masrafların karşılığı olarak bu binadaki her büro sahibi... pardon her işyeri sahibi aylık periyotlarda katkıda bulunuyor... biliyorsunuz...”
“hayır bilmiyorum... ne temizliği yapılıyor ki bu binada? her yer izmarit dolu... ayrıca güvenlik diye geceleri bekleyen o amcayı diyorsanız bir de sağlık memuru tutmak gerektiğini söyleyebilirim çünkü adamcağız yıkıldı yıkılacak halde... diğer masraflardan elektrik harcamasını falan kastediyorsanız... eh o da talep ettiğiniz parayla on kere karşılanır!”
“aidatları zamanında ödemeyenler için yaptırım hakkımız var....”
“hapis cezası mı? hah!”
“yönetim ciddidir bu konuda...”
“yönetim başka konularda da ciddiyet göstermeli... buyrun...”
“teşekkürler...”
“bir harcama raporu istiyorum! zor değil harcama listesi oluşturmak!”

aptal adam! bak burada iş yapmaya çalışıyorum ben... kontörüm de azaldı; şimdi bu geveze kadın tüm kontörlerimi eritecek!

“e.. merhaba müesser hanım ben minnet...”
“pardon yanlış numara galiba?”
“yanlış mı? hay aksi; çok özür dilerim hanımefendi...”

cep telefonuyla yanlış numara düşürebilmek de bir yetenektir... ama numara doğru sanki? aptal ihtiyar! ev numaran neydi senin? cep telefonuyla daha ciddi dolayısıyla daha kısa süreli bir konuşma olacaktı ama böyle de idare edebilirim galiba....

“merhaba...”
“alo?”
“ee. merhabalar... ben ee... müesser hanımla görüşmek istiyordum?”
“ben onun torunu sinan...”
“evet... müesser hanım benden bir şarj aleti bulmamı istemişti de... bilgi vermek için aramıştım... görüşebilir miyim acaba kendisiyle?”
“kendisi dün akşam öldü...”

başka bir yıldız sisteminden ışık hızıyla fırlayan bir kafa, evet bu benim kafam, tam burnumun ucunda durmak üzere koşullanmış olarak yola çıktı... birkaç saniye içinde karşımdaydı ve hemen yok olmadan önce, sadece şunu dedi:

“sıçtın!”

“ee... başınız sağ olsun... çok üzüldüm...”
“annemi vereyim mi?”
“ee... yok... oldu....”

bir süre öylece durmam gerek... durmak konusunda bir uzman olduğumu düşünmüşümdür zaten. hatta astral durma konusunda, tamamen para kazanmaya yönelik bir meditasyon kursu bile açmayı düşünmüştüm. çok kolay, sadece duracaksınız... gümüş kordonunuz da içinize doğru uzayacak.... böylece hem kendinizi de tanımış olursunuz... falan filan bir sürü saçmalık... saçmalık ama kendimi bulmam gerek çünkü dağıldım. birazdan kendime olan güvenimi tekrar kaybedebilirim hem de bir daha bulamamak üzere...

doki bana yardım et! gerçekten sıçtım! ama bana sen yardım edemezsin, bana daha güçlü biri yardım etmeli... hayatla ve ölümlerle mücadele etmeyi bilen, bu konularda tecrübe kazanmış biri... bana atatürk yardım etmeli! olmadı ismet paşa!
“evlat! sen nasıl gençsin böyle!”
doki! bu ne soytarılık! hemen tanıdım sen olduğunu... utanmadan dedemin kılığına girmişsin sen! farkettin paşa olmuşsun! ayıp bu yaptığın ama hadi neyse....
farkettin paşa bana yardım et!
“evet, bana farkettin paşa derlerdi...”
paşam ben galiba mahvoldum!
“dur bakalım delikanlı! gidişata el koymuş durumdayım... evelallah ne badireler atlattık, bunun da üstesinden geliriz...”
o öldü paşam... tek müşterim öldü!
“ölüm karşısında soğukkanlı olmak gerekir. doğal bir hadiseye fevri yaklaşmak pek akıllıca değildir...”
ama tek müşterim...
“şimdi önce rapora göz atalım... vaziyet neymiş anlayalım...”

farkettin paşaya sunulan vaziyet raporu:

1. şarj cihazının bulunmasını isteyen yaşlı bayan bazı istihbarat kaynaklarına göre, ölmek suretiyle müşterilik vasfını kaybetmiştir.
2. elinde ericsson 337 ile bok gibi kalan minnet isimli kişi böylelikle tek müşterisini kaybetmiştir.
3. bu kişi her ne kadar müşterisini bazı konularda bilgilendirmemek suretiyle aldatmış olsa da kendisine bırakılan avansı yaşlı kadının yakın bir akrabasına iade etmelidir. bahsi geçen paranın bir bölümünün keyfi harcanmış olması ödemenin tam olarak yapılmasına engel teşkil etmez.
4. kısadalga ile bir görüşme daha yapılmasına gerek kalmamıştır. bu durum olayın bir yan sonucudur.
5. abartılacak bir şey yoktur. minnet isimli kişinin pireyi deve yapma gibi bir huyu vardır. akıl ve zaman açısından bu durum bir kayıptır.

“kadın ölmüş ve sen onun bıraktığı parayı iade etmelisin. ben rapordan bunu çıkarıyorum...”
ama ben onu harcadım... az önce aidat verdim... başka şeyler de var... ama siz bana yardımcı olmuyorsunuz ki?
“ne yapayım ölmüş kadını mı dirilteyim? ölmüş işte... başka müşterilerin de olacaktır... sadece bu kadın için mi çalışıyorsun?”
hayır ama ne kadar belli etmemeye çalışsam da o benim ilk müşterimdi ve bu durum bir uğursuzluk belirtisi!
“saçmalama evlat! yıkma koca dünyayı! kendine güven biraz! dik dur!”
ama doki! pardon, paşam! şu raporu bir de beraber inceleyelim! benim de fark edebileceğim bazı gerçekler vardır belki! böyle paşalık yapılmaz ki? bana taktik vermeniz gerekir sizin!
“dün akşam öldüğüne göre bu gün cenazesi vardır. genellikle öğle namazı sırasında olur... yani iki saatin var. git cenazesine... kalan parayı ve telefonu iade et. başsağlığı falan dile. insani ilişkiler kurmak için cenazeler çok uygundur. hem küçük de olsa tanıtımını yapmış olursun... sonra işyerine dön ve kapın çalınana kadar bilgisayar başında mayın tarlası oyna...”

bunu ben de düşünebilirdim... ama cenazelerden hiç hoşlanmam ki ben. gerçi mezarlıkları huzur verici bulurum... benim katlanamadığım cenaze evleridir. sanki ölmek çok sıra dışı bir şeymiş gibi herkes, özellikle garip olmasına özen göstererek bir ölü hatırası anlatır. şu şöyle ölmüş bu böyle ölmüş allah böyle ölüm nasip etsin... bu tıpkı bir düş anlatıldığında mutlaka dinleyen kişinin de kendi düşünü anlatmadan rahat edememesi gibi. dinlemezler bile aslında. sabah çok zattırı zutturu bir düş gördüm der demez karşıdaki, lan ben de düş gördüm galiba, ne gördüm, haa amcamgillerle bir minibüsteydik, gibi bir şeyler düşünmeye başlar. anlatılan düşlerden sonra genellikle, hayırdır inşallah denmesinin nedeni de bu: dinlememiş olmak. cenaze evlerinde de aynı kendini tatmin etme duygusu eser işte. senin ölü öykün senin cenazende anlatılsın; sus ve saygı göster demez kimse. sonunda muhabbet mutlaka hortlak hikayelerine gelir dayanır. ben de hiç gelemem böylesi şeylere... kadını bir daha mı arasam? ne kadını yahu, kadının evini... ama ne diyeceğim ki? cenazeye gidemem ben. bu paşa da çok bilmişin teki... paşa işte... hem hangi mezarlıkta? mezarlığın neresinde? kimseyi tanımıyorum ki? iyi günler bu gün kimlerin cenaze törenleri vardı, diye sorabileceğim bir danışma da olmaz ki?

“ev adresi var sende, oraya en yakın mezarlığa gideceksin! beni hiddetlendirme!”

hiddetlendirme!... hiddetlendirme!... hiddetlendirme!...

sesin yankılanıyor paşa! tamam be! nasıl olsa artık bir işim yok...

(...devam ediyor)

İÇBÜKEY YAN(IL)sıMA (ek: 5)

0 y o r u m
onlarca fısıldayan ses,
gürlerken göğsünde
çöktü ve kaldı dizlerinin üzerinde.
bedeni lime lime bölünüyordu
sanki …
ağrı tutarsız ve değişken
şiddetlerde vururken,
sönmüş ereksiyonuna takıldı
gözleri …
elinde taşıdığı aynasını yüzüne yaklaştırdı;
boş ve manasız medetler umarak
ve azı dişi sökülüp,
yuvarlandı ağzının içinde …

tarifi imkansız bir acı
şakaklarında patlarken,
inancı tamdı
yüksek sesle haykıracağına …
fakat
bakışları donuklaştı
ve irkildi şaşkınlıkla.
kendisi de hiç ummuyordu;
öğürtüler eşliğinde gelen
histerik bir kahkahanın,
gırtlağından kurtulacağına !

avucuna tükürdü ve çıkardı sökülen dişini:
üstüne yapışan
bir öbek salya ve bolca kanla.

kökleri kararmış dişi
bıraktı dilinin üstüne
ve yutmadan tutarken orada,
avucunda ki kanla karışmış salyayı
yavaşça sildi;
kasığına ve boynuna …

o anda dönüşüm başladı
kubbenin içerisinde
ve içindekinde kubbenin !

gürleyen fısıltıları bastıran,
şiddetli kopma ve yırtılma sesleri
doldu kulağına …
dilinde çevirdiği dişi
telaşla avucuna geri tükürürken
gözlerine inanmak istemedi;
çevresini saran etten duvarlardan
sökülüp yırtılarak,
üzerine yağan yüz binlerce
kılcal damarın bedenine dolandığına !

söküldükleri etten duvarlardan
koparmadan bağlarını,
ürkütücü bir hızla
aynı zamanda karmaşık
ama planlı bir devingenliğe sahip,
bilinç dışı motivasyonlarıyla
her yönden yağıyorlardı
üzerine …

vücuduna dolanan kırmızı şeritler gibi
sardılar tüm bedenini.
çok fazla direnç göstermedi
ve boynunu, sırtını, karnını
daha sonra da uyluklarını
delip giren binlerce kan toplamış
damara,
cesur bir yüreklilikle izin verdi !

milat kusan yaraları
artık göremiyordu;
her şey
kırmızıya kesmişti …

(Devam Edecek)

birinci bölüm burada
ikinci bölüm burada
üçüncü bölüm burada

altı : bana yardımcı olabilir misin peki?

(burada başladı, burada da bir önceki bölüm var)

insan sürekli olarak kendini kandırma eğilimindedir. işte hiçbir işe yaramaz bir hakikat! bende bunun gibi daha bir dolu işe yaramaz hakikat var... insanlar hakkında, eylemler hakkında, hayatın yapısı hakkında.... kendimi futbol hakkında her şeyi ama her şeyi bilen ama bacakları olmayan biri gibi hissediyorum. biraz daha sol ayağının içiyle vursaydı kesin gol olurdu diyor ve yutkunuyorum, olmayan ayaklarıma bakarak.... insan olmayan bir şeye de bakabilir doki... bunda mantıksızlık yok... mesela ben karşı sandalyede henüz oturmayan kısadalga’ya bakıyorum. tabii ki yine zamanında gelmedi... daha doğrusu gelmeyecek çünkü buluşma zamanına daha iki dakika var. ben her zaman olduğu gibi beş dakika öncesinden buluşma yerine vardım. ortama alışmam bir dakika bile almadı. çalan müzikten hoşlanmamam ise saniyelerle ölçülebilir. ve diğer masalarda oturanları, çalışanları ve dekoru inceleme zamanım oldu böylece. buna hayata karışırken uyanık ve ihtiyatlı olmak denmez de ne denir? belki paranoyaklık?

“hoş geldiniz...”
“aa.. bir arkadaşımı bekliyorum da ben... o gelince....”
“tabii... nasıl dilerseniz...”
“gerçi... bir bardak neskafe... var di mi neskafe?”
“evet.. sade mi olsun?”
“ya da ben çay alayım en iyisi... evet... kulplu bardakta olursa....”
“ tabii...”

evet buna paranoya denir ve aklın hükmettiği bir paranoya insana zarar getirmez... insana zarar getiren aptallıklarıdır... off... işte ilk dakika geçti... en iyi ihtimalle dört beş dakikam daha var... şarj aletini unutmamış olsa bari... çok şaşırtıcı olur ama unutmaması! gecikme davranışı değişmediğine göre unutma davranışı da değişmemiştir. belki hiç değişmemiştir aynı kalmıştır? ben ne kadar değiştim acaba? sabahtan bu yana epeyce değiştiğim söylenebilir... söylenebilir tabii... kendime güvenim tam... evet tam! bunu ta içimde...
bu kadının zamanlama konusunda sıkıcı bir yeteneği var!

“efendim?”
“merhaba... ben şarj aleti için...”
“aa merhaba... nasılsınız efendim?”
“teşekkür ederim siz nasılsınız?”
“teşekkür ederim... şarj aletini arama çalışmalarım oldukça umut verici sonuçlara doğru yol alıyor efendim...”
“pardon duyamadım... sesiniz gitti geldi?”
“teşekkür ederim diyordum... şarj aleti...”
“neden teşekkür ettiniz?”
“hanımefendi, hatırımı sormuştunuz ya o bakımdan...”
“gidip geliyor sesiniz...”
“şarj aletini diyorum! bulmak üzereyim!”
“çook sevindim! demek buldunuz?”
“hayır hanımefendi! ben... ben onu bulacağım yakın zamanda.... şimdi kapamam gerek....”
“aman efendim biliyorsunuz çok önemli mesaj...”
“alo? aloo? sesinizi hiç alamıyorum artık! ben sizi arayacağım! iyi günler!”

teker teker gelin be! dağıtacaksınız beni!

“kusura bakma geciktim biraz...”
“yok canım... önemli değil... ne haber?”
“kimle konuşuyordun öyle bağıra bağıra?”
“ee.. bir müşterimle... telefonu çekmiyordu heralde... bir türlü duyamıyordu beni....”
“ay çok hoşsun! yerin iki kat altındayız asıl senin telefonun çekmiyordur...”
“her neyse... görüşmeyeli hiç değişmemişsin...”

yalan bir: kesinlikle kilo almış... eski samimiyetimiz ya da muhabbetimiz olsa “kıçın kazan gibi olmuş!” bile derdim.

“...yok bee... biraz kilo aldım... belli olmuyor mu?”
“yoo?”

yalan bir buçuk: bal gibi belli oluyor. oturduğu için görüş alanımdan çıktı sadece...

“sen de değişmemişsin...”
“eh işte...”
“ne içiyorsun?”
“çay?”
“neskafe içerdin sen?”
“kendim hazırlamayınca sevmiyorum... ayarını yapamıyorlar bir türlü... ben hissederek yaparım neskafeyi ve hatırlarsan çok da güzel olur...”

bir görüntü: ben neskafe yapıyorum. içiyor ve eline sağlık çok güzel olmuş diyor. ben de neskafe işte... alt tarafı... afiyet olsun... diyorum... böyle bir görüntünün canlanmasına gerek var mı? tabii ki yok! ama canlandırmaya çalışıyorum... eski günlerden bahsederek şimdinin yapmacıklığına gölge düşürmek ve böylelikle bir gerilim yaratmak istiyorum... neden? çünkü ben sakatım!

“ilahi... neskafe işte... alt tarafı... neyse afiyet olsun... ben neskafe içmek istiyorum ama.. niye bakmıyorlar?”
“gelir şimdi... ee? nasıl gidiyor?”
“eskisi gibi aslında... müşterim dedin? ne yapıyorsun?”

işte bu kadar... şarj aleti hedefte belirdi... konuyu hedefe ayarlayın!

“insanların bulmak isteyip de bulamadıkları şeyleri onlar için arıyor ve buluyorum?”
“gerçek aşk, mutluluk, bol para gibi şeyleri mi?”

şimdi buna bir cevap verirdim ama kariyerim ve insan hakları bakımından susmam daha doğru olacak... dalga geçiyor benimle yahu? doki duyuyorsun di mi? oysa ben uygar ve iyi niyetli bir insan olmaya çabalıyorum...

“o tür şeyleri isteyenlerden ücret almıyorum... sen arıyor musun saydıklarını?”

hay aksi, ağzımdan çıkanları kontrol edemiyorum... şarj aleti konusundan uzaklaşıyoruz...

“kim aramıyor ki?”
“daha çok maddi şeylerle, eşyalarla falan ilgileniyorum...”
“tabancaydı uyuşturucuydu? gerçi senin pek işin olamaz o tür şeylerle...”

hah! sana inat, gazına gelip suç dünyasına atılayım bari... bak becerebiliyorum işte, al sana kokain, al sana şaibeli ilişki, al sana onbeşlik... onaltılık mıydı yoksa?

“tabii ki işim olmaz... ne bileyim adamın biri gelip benden bir buçuk litrelik cam coca cola şişesi bulmamı istiyor... kola şişesi koleksiyonu yapıyormuş...”
“aa... bizde var onlardan... su şişesi olarak kullanıyoruz...”
“iyi de açılmamış, içinde kola olan bir şişeden bahsediyorum...”

ayrıca sende bana lazım olan başka bir şey var... acele etme...

“ne olacak canım... kola koyarsın içine, bi tane de kapak uydurursun olur biter?”

yalan iki: bırak şimdi şişeyi yahu! attım! yok öyle bir müşterim... bu benim idealim... kapıdan girmesini beklediğim sevgili müşterilerimle ilgili kurduğum onlarca hayalden sadece biri... ben sadece boktan demode bir şarj aleti arıyorum.

“ama bu müşteriyi kandırmak olur ve ben dürüst çalışmak isteyen biriyim...”

yalan üç: yaşlı bir kadını kazıklamaya çalışıyorum ve ne zaman aklıma gelse beni iplerin üzerine çıkarıyor bu durum!

“kim dürüst ki bu günlerde! biraz değiştirmen gerek kafa yapını....”

bana yardımcı olabilir misin peki? kafa yapımı sana bırakayım hatta, kafana göre biçimlendir... ben sabahtan beri cebelleştim hala rayına oturtamadım da kafamı, düşüncelerimi, otumu bokumu... belki sende bir keramet vardı da ben hiç fark edemedim bunu! hah! hayır! seninle tartışmayacağım... biraz aklın olsaydı zaten bana böyle bir şey diyecek konumda olmazdın... doki! omuzlarıma masaj yapar mısın lütfen... kid loco çalsın; relaxin' with cherry adlı eseri...

“her neyse... işte bir şeyler arayıp duruyorum...”
“ne demişler arayan mevlasını da bulur...”

geceyi bir geyikle geçirdin galiba? merak etme doki... kendimi tutabiliyorum... çok mu saldırganım? hayır değilim... savunmadayım ben... neye karşı... eee... kendime güven duygumu kaybetmemeye karşı? pekala... olumlu düşüneyim... arayan mevlasını da bulur... şarj aletini de!

“sen eskiden bu kadar espirili değildin... yani bu kadar kötü espirili demek istiyorum...”
“yok canım aynıyım hala....”

dikkat: şarj aleti hedefinde sapma var... bu muhabbet it dalaşına doğru dümen kırıyor sanki! derhal hedefe kilitlenmekten başka yapacak bir şey yok!

“bu arada... baktın mı şarj aletine?”
“şarj aleti mi?”
“bahsetmiştim ya sana... telefonda...”
“tamamen unuttum ben onu... neydi?”
“en baştan başlayım mı?”
“şu gaz toz bulutu esprisini mi yapacaksın her zaman olduğu gibi?”
“hayır sadece mobil telefonlara geçilmesiyle beraber insanların hayatına giren kavramlardan başlayacağım!”

iki insanın anlaşamamasının her zaman için en az iki nedeni vardır. tek bir neden olamaz... demek istiyorum ki aslında benden de kaynaklanıyor anlaşamamamız... ama ne var ki tüm esin kaynağım o! öyle laflar ediyor ki dayanamıyorum! ve tanrıya şükür garson geliyor!

“hoş geldiniz...”

ben daha önce gelmiştim!

“merabalaar... neler var?”

saydır adamcağıza ne varsa... neskafe içeceksin işte....

“soğuk, sıcak?”
“soğuk ne var?”
“kola, gazoz, soda, meyve suları...”
“ananas suyu var mı?”

neden portakal suyu vişne suyu değil de ananas suyu? neskafe içeceksin... laf olsun diye soruyorsun... ananas suyu yok desin diye soruyorsun... sormuş olmak için soruyorsun... bir önceki yaşamında ananas yetiştiricisiydin de ondan soruyorsun... kim bilir beynindeki hangi sapıkça elektrik atlaması sorduruyor o soruyu sana!

“ananas suyumuz kalmadı... portakal, vişne, şeftali...”
“ya da ben bi kahve alayım?”
“nasıl isterseniz... sütlü mü olsun?”
“evet... ama bol sütlü.. ya da sütü ayrı olarak getirebilir misiniz?”
“tabii...”
“sıcak di mi süt?”
“hayır efendim... soğuk...”
“tamam fark etmez...”

sen zavallı adamı hayatından bezdirirken ve zavallı adamın senin hakkında itinayla küfretmesine neden olurken ve alt tarafı boktan bir kahve isteyeceğini bildiğin halde mal sayımı yaptırırken ben ne yapıyordum biliyor musun? yaşlanıyordum... hem de yıpranarak yaşlanıyordum... almanya’ya gidip ericsson iletişim araçları müzesinden 337’nin şarj aletini çalmanın daha iyi bir fikir olabileceğini düşünüyordum... aslında şarj aleti bir kenara seni bunca zaman sonra görmenin bana çok iyi geldiğini, bok kokusundan tamamen kurtulduğumu düşünüyordum.... ve şimdi bana ne düşünüyorsun diye sorsan kesinlikle “senii...” diye cevap veririm ama buna sakın aldanma..... hadi sor... hadi!

“niye öyle garip garip bakıyorsun suratıma?”
“ee... yok bişey dalmışım... işle ilgili düşünüyordum da...”
“aslında çok ilginç bir işin var...”
“evet... sayılır... insanlar biraz daha ilginç olsalar....”
“bu arada şarj aleti diyordun?”
“senin telefonun vardı... ericsson... 337 miydi o?”
“hiç bilmiyorum... çok eskiden olanı mı diyorsun?”
“işte... benim bildiğim...”
“onun üzerine kaç telefon değiştirdim allah bilir... bilmiyorum gerçekten modelini...”
“şundan değil miydi?”
“a-a! evet bundandı... bu mu yoksa?”

buna düşünmeden tamamen arınarak konuşmak denir... nasıl bu telefon olabilir ya!

“yok canım...”
“ay doğru... ekranı parçalanmıştı benimkinin...”

salak... hayır, düşünme tembeli... hayır, garip bir şey olsa da şaşırsam budalası...

“işte bunun şarj aleti lazım bana...”
“bu telefona mı ait olması gerekiyor?”
“...”
“şaka be! şaka yapıyorum!”
“bir an gerçekten endişelendim.... senin şarj aleti duruyor mu?”
“bilmem? duruyordur... kolay kolay atmam ben ıvır zıvırları...”

o zaman ilişkimizin psişik kayıtları da duruyordur zihninde! ha ha ha! bunu ona da söylemek isterdim ama başta psişik kelimesine takar kafayı sonra da yeni bir it dalaşının yaldızlı davetiyesini elime sıkıştırıverir.... eh ben de hayır demem kabul ederim o daveti... hiç gerek yok...

“umarım onu da atmamışsındır... çok yaşlı ve çok şirin bir teyzeye lazım da...”

yalan 4: oldukça geveze ve kesinlikle şirinlikten nasibini almamış bir ihtiyar o! ama böyle söylendiğinde hoş bir etki bırakmıyor....

“hadi ya? ne yapacakmış?”
“bilmiyorum... bu telefon onun... benden şarj aletini bulmamı istedi ve ben de tamam dedim...”

yalan 5: hayır biliyorum... saçma sapan bir amacı var ve içimin rahat olabilmesi için bunu bilmezden gelmek durumundayım.

“bakayım ben ona bu akşam...”

bir adile naşit imajı gözünün önünde canlandı... işte buna başarı denir. çok yaşlı şirin bir teyze için bunu yapacağım, senin için kılımı kıpırdatmazdım diye bir şey duyar gibiyim... onu bulacak ve bana getireceksin... bu kadar... bu da bitti... bundan sonrası artık adile teyzenin sponsorluğunda, olabildiğince uygar, olabildiğince yapmacık bir muhabbet... artık kivi suyu bile istesen umurumda değil!
şimdi bir kahve isteyebilirim....

(devam ediyor)

biz olan ben

"genellikle kendimi yalnız hissederim" dedi ve ben (bak, ben diyorsam şunu anlatmak istiyorumdur: ben olan ben; bildiğin en yüce varlık; hiç bir işe yaramayan bir pislik; bir yaşlı orospu; güneşli ya da bulutlu bir günün fotoğrafı; teklifsiz ama şımarık da değil bir kedi; olmak istediğim ben; sonbahar, özellikle eylül; aklına gelebilecek en iyi fikir; her iki tarafı bozkır, uzun düz bir yol; gorecki'nin üçüncü senfonisi; her dinin tanrısı; tökezlenmek ama düşmemek; siyah yazan bir pilot marka kalem; kumandanın kanal değiştirme tuşu; conan'a ve onun heybetli bedenine hayran olup da ibne olmama; sadece güldüren bir espiri; jackie chan'in bir duvarı iki hareketle aşması; turncu rengin hakim olduğu her türlü eşya/şey; kafayı duvara dayamak; gecenin sonuna yolculuk'tan her hangi bir paragraf; meyvelerden muz; sabah ezanının farklı sözleri; dut ağacı; suda nefes tutmakla ilgili çok eskiye dayanan bir inatçılık; isa'nın saçı ve sakalı; bir çok fotoğraf; gündüz düşü avcılarının silahları; yıllardır çalışan bir saat ve çakmak; krallar ve paşalar; alkol; sonuna duvar örülmüş bir tünel olsa da, o tünelin çekiciliği vs vs vs) sadece sustum.
ondan pek hoşlanmadım: boş konuşuyordu ve komik, eğlenceli, ilginç falan değildi. sadece kendinden bahsetmek istiyordu.

Zagor'la bir gün...

0 y o r u m

Saat 15.15 mekiğiyle karşıya Kadıuzay'a geçtim.

Zagor karşıladı beni.
Bildiğiniz Zagor...


Önce hep yemek yemek istediğim Hacı X Et Lokantası'nda yemek yedik. Önceki gece evin durumuna göre ona gidebileceğimizi söylemişti Zagor, dolayısıyla emin değildim gidip gitmeyeceğimizden ama gittik. Ben evlere, odalara düşkün biriyim. Benim için festival havasında geçecek bir gündü. Odası tam da kafamda biçimlendirdiğim ve hatta kafamdaki görüntüye fark atacak biçimde kendine özgüydü. Her şeyden önce, odada balta yoktu... Perdesi olmayan bir odaydı. Panjurlar odanın dışında kalacak şekilde çevreliyordu pencereleri. Balkona açılan pencerelerin hemen solunda otantik ve balkona açılan camlı bir kapı vardı. Benim için oda içinde en etkileyici kısım işte burasıydı. Bu kapı, sanki kapıyı aralayınca farklı bir ufka geçiş yapacakmışım gibi bir his uyandırdı bende. Zarif bir kapı, kırılgan belki ama bir o kadar da sert... Pencereler tam yere kadar uzanmasa da yere kadar uzanır bir halleri vardı. Odada onlarca tablo, eski bir akordeon, bir yığın kitap dolu uzunlamasına bir kitaplık, yüksekçe bir yatak, tv karşısına yerleştirilmiş ve üzerine battaniye tarzı bir örtü serilmiş ikili bir koltuk, bir akvaryum, çokça dvd, yerde biri ufak diğeri orta boyda iki kilim, tuvaller, boyaların ve fırçaların sıralandığı bir masa, duvarda örnek alınarak resmedilecek magazin dergilerinden kesintiler... Meğer, Zagor resim de çiziyormuş...

Ben önce tabloları inceledim. En hoşuma gidenler kara kalem çalışmaları ve bir de tarzının "soyut figüratif" olduğunu öğrendiğim tablolar oldu. Genelde çıplak hayvan figürleri var. Benim de yeteneğim olsa sanırım en çok beden ve hayvan ifadesi üzerine şeyler karalardım. Tablolara göz gezdirdikten sonra Zagor’un eski video kayıtlarını izlemeye başladık. 2003 senesi sanırım, emin değilim. Zagor’u vaktinde yakalayıp kahramanlık ederken birebir izlemek isterdim. Kayıtların tümünü izleyemedik tabii ki. Zaten bir yandan Süpermen diğer yandan Sponge Bob aramaya başlamışlardı. Ama evden çıkmadan önce benim kasaptan aldığım eti lime lime ettik. Bu eti kasaptan alalı takribi 10 ay olmuştu ve ben ilk defa bugün balta eşliğinde parçaladım eti. Zagor sinirlerini de ayırdı etin. Yani şöyle bir düşünüyorum da benim için böyle zarif bir hareket kim yapmış, bulamıyorum. Ve bir de video kaydı yaptım. Benim için büyük hatıra bunlar. Evden çıktık. Süpermen ve Sponge Bob’la buluştuk. Kırtasiyede takribi iki saat oturduk ve ardından Zılgıt’a geçtik. İki tip ayrıldı bizden... Biz de Devi Bar diye bir yere girdik. Tam olarak kaç saat oturduğumuzu anımsamıyorum ama 2008 Metallica konserine beraber gitmeye ant içtik. Önceleri kapının ağzında otururken daha sonra arkalara doğru bir masaya geçtik. Yan yana oturulması gereken bir koltuk düzeni vardı. Ve masanın önü dış kapıya kadar olabildiğince boştu. Takribi sekiz dokuz metrelik bir mesafeden bahsediyorum. Tuhaf bir görüntümüz olduğuna emindik ve hatta bunun üzerine Zagor öyle laflar etti ki gülmekten gözümden yaş geldi. Yani dış kapıdan içeri giren biri, dokuz metre ilerisinde, arkalarındaki duvarda televizyon olan ve o masaya sanki belirli bir amacı yerine getirmek üzere yerleştirilmiş görevliler ile karşılaşmış gibi hissedebilirdi kendisini. Derken Zagor’a hediye olarak aldığım kitabı verdim. Paul Auster'ın 'Yazı Odasında Yolculuklar'ını. 99.sayfasındaki "Zagor" kelimesinin altını çizerek bir ok çıkartıp şöyle yazmıştım bir önceki gece: "Bu kelimenin altını çizmem gerekiyordu ". Bilmiyorum okumaya başladı mı kitabı, o kısmı gördü mü görmedi mi. Önemli de değil aslında, içimden geldi ve yazdım. İlla bir tepki almam gerekmiyor. Kitabın ilk sayfasına da "Zagor'a uzunca süreli sevgiyle... Sen üzerinden tükenmez ile geç, Tj." yazdım. Kurşun kalemin silinmesi olasılığına karşılık...

İÇBÜKEY YAN(IL)sıMA (ek: 4)

0 y o r u m
fark ederek anladı ki;
tüm sorumlusu
yaralara gömülmüş aynalardı,
kulaklarını sağır edecek denli
sessiz fısıltıların …
çünkü:
bir adam ağlıyordu
çırılçıplak ve küvetin içinde !
kendine sövüp duruyordu.
ancak, anlaşılmayan
ve çatlayan
iniltiler eşliğinde.

bir başkası,
yürürken tekmeler savuruyordu
boyası dökülmüş duvarlara
ve çöp bidonlarına …
haykırıyordu bir yandan
fakat duyulamıyordu
öfkesinin detone tizliği
onlarca aynadan yankılanan
boğuk mırıltılar
yüzünden

diğeri,
geniş bir lavabodan taşırıyordu;
salyasıyla yoğunlaştırılmış
yeşilimsi gri
kusmuğunu …

şurada ki adam,
yüzünü buruşturmuştu acıyla
ama mutluydu
ve yarım bir gülümseme
oturmuştu muzipçe
çehresine …
ve bilecek olan dışında
hiç kimse bilmiyordu;
gömleğinin içine sakladığı
gülün,
dikeni batıyordu göğsüne !

anlaşılan, bütününde yaraların içindeymiş döngü …

biraz solda ki,
kıskanıyordu …

hemen yanında ki,
nefret ediyordu …

daha ötede ki,
itham ediyordu …

bu,
arkasından bakıyordu …

bu ise,
arkasından koşuyordu …

mümkün mertebe,
devinimsel hareket olanaklılığı
parçalıyordu zihni.

ve görebildiklerinin
neredeyse tamamı
buydu işte …
kabuklar tırmanırken
örtmek üzere,
eriyik cam sızdıran
yaraların içinde !


“ tüm istediğin,
artık saklanmaksa …
dışına değil,
içine örmelisin kozanı.

kendini,
uzunca bir süre
sakınabileceğin
tek yöntemdir !
dışına değil,
içine attığın ilmikler. ”

(Devam Edecek)

birinci bölüm burada
ikinci bölüm burada
üçüncü bölüm burada

beş : sen nasılsan hayat öyledir

(burada başladı, burada da bir önceki bölüm var)

hoş geldin doki. malikaneme gelmeni uzunca bir süredir bekliyordum. beni kırmayıp buralara kadar zahmet ettiğin için teşekkür ederim....
“araba göndermişsin... pek zahmet olmadı...”
olsun... bir sürü önemli işin arasında bana zaman ayırman bile büyük incelik doğrusu....
“ne demek kıymetli dostum...”
sana bir içki hazırlayım ellerimle... büyük lebowski isimli filmi izlemiş miydin?
“hatırlamıyorum aslında... izlemiş olabilirim?”
o filmin baş karakterinin her daim kendine hazırladığı bir kokteyl vardı. beyaz rus. içtin mi hiç?
“içkiyle aram pek iyi değildir...”
biliyorum doki... içkiyle aran iyi değildir. seni çok iyi tanıyorum dostum; hatta kendini tanıdığından bile fazla... her neyse... kendime hazırlayacağım; bana eşlik etmek ister misin? yoksa bir bira falan mı açayım sana?
“sen ne içiyorsan ondan rica edeyim...”
benim zevklerime güvenmen senin de zevkli bir insan olduğunu gösteriyor doki... ben kendime güvendiğime göre sen de bana güvenebilirsin... sonsuza dek!
“çok güzel eşyalarla döşemişsin büyük salonunu...”
evet... ister istemez öyle oldu. şu resimleri bizzat ressamları hediye ettiler. tabii ben seçtim her birini... ah görmeliydin onları, en güzel ve değerli eserlerini bu olsun, şu olsun diye seçtikçe zavallıların yağları eridi. benim sanattan ve buna benzer insani dışavurumlardan ne denli anlıyor olduğumu gördükçe saygıyla titrediler karşımda.
“teşekkür ederim...”
afiyet olsun... seni davet etmemin nedenine gelince, beni bilirsin lafı uzatmayı ya da karıştırmayı hele ki dallandırıp budaklandırıp arap şaçına çevirdikten sonra iyice işin içinden çıkılmaz hale getirmeyi pek sevmem, ne diyordum, hah, işte seni davet etmemin nedenine gelince diyordum değil mi... evet aynen öyle diyordum, işte seni davet ettim çünkü bir konuda senin görüşlerine ihtiyacım var.
“aman estağfurullah...”
hayır hayır! gerçekten sen kendi çalışma alanında bir uzmansın ve herkes her şeyi de bilemez değil mi? elbette ki de bilemez. gerçi çalışma alanınla alakalı bir konu değil ama her neyse...
“merak ettim doğrusu....”
o ne biçim bir yüz ifadesi öyle?
“ah kusura bakma... içkiden kaynaklanıyor...”
güzel yaptım ama? tam da kıvamında?
“bilemiyorum... yani eminim tam ayarında yapmışsındır ama ben hayatımda ilk defa içiyorum ve bilirsin... içkiyle aram...”
evet evet... pek iyi değildir.... her neyse... içmek zorunda değilsin..
“yok.. içerim canım... o kadar emek harcadın...”
ne emeği yahu... her gün defalarca yapıyorum... hoşuma gidiyor hazırlamak....
“birkaç yudum sonra alışırım...”
alışmak zorunda değilsin doki? unutma ki insan asla alışkanlıklarının esiri olmamalıdır. bazen sadece alışkanlıktan isteriz oysa ihtiyaç yoktur onu istememize....
“ee... pardon neyi istememize?”
alışkın olduğumuz şey neyse artık... onu....
“ah... anladım... pardon...”
bence ver onu bana ve bir kahve falan iç...
“gerçekten... içmek istiyorum ve istememin ardında savunabileceğim sağlam bir temel bulunuyor!”
eh bunun üzerine ne diyebilirim! şerefe aziz dostum!
“sağlığına...”
ıhı... evet bu sefer votkayı biraz fazla karıştırmışım....
“beğendim doğrusu... hatta bana tarifini vermeni isteyeceğim senden!”
ne demek! hemen! derhal! çok basit! votka, kahve likörü, ve süt... bütün malzeme bu... tabii buz falan da... elbette nasıl ki eline her hesap makinesi alan tersten leblebi yazmayı ilk seferde beceremezse, bu malzemeyi doğru şekilde karıştırıp en güzel beyaz rusu yapmak da zamanla olacak bir şey.... ben oran vermeyi pek sevmem... orana göre pilav bile yapılamaz! neymiş, pirincin iki katı kadar su katmak gerekirmiş... olur mu o zaman karakterli bir pilav? olmaz tabii... hissetmek gerek... ruh katabilmek için hissetmek gerek... zamanla olacaktır... benim de yaptığım ilk karışım pek beyaz rusa benzemiyordu... hatta avam bir espri olacak ama hafif esmer rus olmuştu!
“anlıyorum...ha ha ha...”
bu arada, şu dvd’leri de yeni aldım... incelemek ister misin?
“ben pek anlamıyorum doğrusu sinemadan...”
biliyorum! evet, biliyorum bunu... her neyse... ne diyordum?
“beyaz rus tarifinden önce mi? inan hatırlamıyorum...”
konuşmalarımız ve fikirlerimiz her zaman bir çizgi üzerinde ilerlemelidir... ben buna çok önem veririm... sana inanılmaz gelebilir ama, her şeyi hatırlıyorum ve bunda şaşılacak bir şey yok... çünkü yürüdüğüm çizginin farkındayım... işte tam da bundan bahsedecektim zaten... biliyorsun yakın zaman önce kendime güvenimi neredeyse tamamen kaybetmiştim ve doğrusu ne bir konu ne de çizgi kalmıştı hayatımda... sadece bir bok kokusu... inanabiliyor musun doki? tanrı aşkına! nereye gidersem gideyim, o bok kokusu burnumun direğini sızlatıyordu... burnumun direğini sızlatmak denirdi di mi? yanlış hatırlamıyorsam? direk sızlamaz ama? hay aksi... her neyse! bunun bir önemi yok! ve işte aslında ben düşüyordum. düşmek hiç de hoş bir durum değildir. aristoteles zamanında bile düşen insana hep gülünmüştür... bu dünyanın en ilkel komik durumudur. ama ben tabii ki düşmeyi ilk anlamıyla kullanma basitliğini göstermiyorum şu anda... her anlamıyla düşmekten bahsediyorum... bok kokan bir düşmek... kanalizasyona düşmek... ruh hali olarak düşmek... düşme hissiyle yaşamak... bütün bunlardan bahsediyorum... kısacası ayakların yere basmamasından bahsediyorum. şimdi müsadenle sana bir kısa film izleteceğim... sanatsal bir yapım ama biz işin düşünce kısmıyla ilgilendiğimizden bu filme belgesel gözüyle bakabiliriz. yanındaki sehpada duran, üzerinde daha çok yeşil tuşlar olan kumandayı uzatır mısın bana, rica etsem, saygıdeğer dostum?
“ee.. bu galiba?”
evet teşekkür ederim... önce ışıkları kapatmak gerekiyor... evet... biraz daha kısayım mı?
“bilmem... iyi oldu?”
biraz daha kısayım... evet çok hoş oldu... ee... bir de ortasında kocaman yuvarlak düğme olan bir kumanda olacaktı... oralarda bir yerde...
“bir çok kumanda var burada...”
evet... modern teknoloji, insan yerinden hiç kalkmasın diye çabalıyor... ha ha ha... bulamadın mı?
“ee... çok karanlık... aslında göremiyorum...”
ah! doğru yahu! dur biraz açayım ışığı... nasıl buldun mu?
“rica etsem! ..ee.. rica etsem ışığı biraz daha açabilir misin?”
ne demek tabii ki açabilirim... gerçi çok güzel bir ışık tonu yakalamıştım ama neyse...
“al istersen şunları... daha kolay olacak...”
ah ama sen bana bütün kumandaları verdin doki! alem adamsın doğrusu! işin kolayına kaçmamak gerek oysa... her neyse... işte dev ekranın kumandası... önce onu açalım... eveet... şimdi de oynatıcıyı çalıştıralım.... sen gelmeden oynatıcıya yerleştirmiştim filmi... zaman kaybetmeyelim diye... ışığı da kısalım... evet... başlıyor... jenerikle fazla ilgilenmemişler... işte düşen adam... filmin ismi bu... dikkatli izlemeni tavsiye ediyorum... filmde pek diyalog yok... kopuk konuşmalar oluyor biz de izliyoruz... oyuncular çok iyi ama... işte... adam düşüyor... çok güzel yapmışlar buraları... sıkılmıyorsun di mi doki?
“...izliyorum...”
tamam... bak şimdi... ya da ben susayım da rahat izle....

düşen adam isimli sanatsal içerikli filmin başı:

pause.

düşen adamın elindeki kağıt, bir fatura... elektrik faturası... zaten birazdan anlaşılıyor. adama oldukça yüklü bir fatura göndermişler. ne güzel görünüyor düşmesi değil mi... ama aslında buna aldanmamak lazım... şimdi telefon idaresini arayacak...cep telefonuyla....

play:
düşen adam: ben düşüyorum yahu ne faturası şimdi böyle… olacak şey değil hani!”
elektrik idaresi baş müdürü: ama bakın şimdi de telefon idaresine borç yapıyorsunuz? demek ki siz bir şekilde devletin ya da özel teşebbüslerin hizmetlerinden yararlanabiliyorsunuz….

pause.

boş yere müdür yapmamışlar adamı. belli ki kadrolaşmaların, şaibeli durumların etkisiyle değil aklıyla gelmiş o makama… en basitinden düşmüyor: koltuğunda oturuyor; masasının başında… belli oluyor zaten.... çok başarılı bir oyuncu bence bu adam...

play:
düşen adam: “benim elektrikli bir eşyam yok ki ama yok ki yok ki!”
elektrik idaresi baş müdürü: “beyefendi fatura size ulaştırılmış işte…üstünde de sizin adınız yazıyordur… biz idare olarak elektriğin hangi yolla kullanılmış olmasıyla ilgilenmeyiz… bir şekilde kullanmışsınız işte…”

pause.

bak koydu cebine telefonunu. daha fazla mücadele edemiyor hakkını aramak için... şimdi karısı çıkacak... dikkatli izle doki...

play:
düşen adamın karısı: seni hiç sevmiyorum! terk ediyorum seni! terk! teeeeerk!

pause.

bak tam yerinde durdurdum... ne kadar da şaşkın bakıyor di mi? hayatının en büyük parçası, biricik karısı değil mi o? eee? ne saçmalıyor öyle? ha ha ha... sen düşersen peşinden o da düşecek değil ya....

play:
düşen adam: yapamazsın bunu! nedeeeen!
düşen adamın karısı: sus! suuuss!

pause.

gördün mü nasıl da fırlatıverdi adamın üzerine vazoyu. kadınlar filmlerde, sinirlendiklerinde hep vazo fırlatırlar ya... bence güzel bir gönderme olmuş... vazo adama yaklaşmak ister gibi ama yaklaşamıyor.. adam açık ara önde ve vazonun yetişmesi hatta adamın kafacağızında patlaması çok zor. ikisi de düşüyor ne de olsa...

play:
düşen adam: onu ben sana hediye etmiştim! ama beni böyle bırakamazsııın!

pause.

durduralım... bak gördün di mi, kadın arkasına bile bakmadı... çekti gitti... bizimki sataşacak birilerini arıyor; kafası çok bozuk. bak şimdi...

play:
düşen adam: kim itti lan beni! kim ittiiii!

pause.

karısına mesaj çekiyor...şey yazıyor... ee... neyse oynatayım... telefonun ekranından görünüyor ne yazdığı...

play:
telefonun ekranındaki yazı: hem sen ittin beni hem de terk ettin. allah da seni itip itip terk etsin:)

pause.

komik di mi? bak bu kareden sonra iyice deliriyor...

play:
düşen adam: ben düşmüyorum yükseliyoruuuumm!
penceredeki adam: bağırıp durmasana kardeşim!
düşen adam: ipin var mı birader! ip atsana bana!
penceredeki adam: ana ne güzel vazoymuş lan bu.
düşen adam: bırak onu, o benim! ip atsana beeee!
penceredeki adam: hastir lan!
düşen adam: iiiiip!

pause.

penceredeki adam ne kadar komik di mi? aldı vazoyu girdi içeri... bir de adama doğru sigarasını attı... çok aşağılayıcı bir davranış... bundan sonra film değişiyor. adam artık düşmüyor... sanki... şimdi lunaparkta kadınla gezerken söylediklerine dikkat et... konuşmamdan rahatsız olmuyorsun di mi bu arada?

play:
düşen adam: düşüyorum. atladım mı, ayağım mı kaydı, biri mi itti beni, yoksa yer mi yok oldu birden? bilmiyorum… bildiğim:düştüğüm. ama mutluyum:düşüyorum… pozisyonum belli… bir tutarlılık var işte hayatımda
kadın: ne güzel… kendinden emin erkeklere bayılırım…

pause.

bundan sonrasını yönetmen bence karışık yapmış... olur ya bazı filmlerde altta bir yazı belirir, iki ay sonra, beş yıl sonra falan yazar... öyle bişey yapsaymış daha anlaşılır olurmuş bence... bak sen de fark edeceksin.....

play:
kadın: ister etek giyerim ister pantolon neden karışıyorsun bana!

düşen adam isimli sanatsal içerikli filmin sonu.

gördün di mi adamın kafasına izmarit düştü... tam oturdukları banktan kamera uzaklaşırken... sonunu da güzel yapmışlar... kamera uzaklaşıyor ve park, sonra şehir, sonra dünya... hepsi birden uzayda düşüyorlar...
“evet.”
etkileyici bir film değil mi doki?
“güzelmiş...”
işte bu düşen adam gibiydim yakın bir zaman önce... sen düşüyorsan evren de düşüyordur. bak bunu unutma, sen nasılsan hayat öyledir. sen gülümsersen hayat da gülümser, seninle tam bir uyum içindedir her şey... ne ararsan kendinde ara diye boşuna dememişler. kendimi boktan hissettiğim için devamlı suretle bok kokusu alıyor olmam da işte bu sebepten... kokunun kaynağını aradım doki.. ve kokunun aslında benden daha doğrusu geçmişimden geldiğini gördüm...
geçmişini bir zarfa koyup göz önünden kaldıramazsın. eski fotoğrafları yırtmayıp zarflamıştım. fotoğrafları yırtmanın, kesmenin aptalca bir iş olduğunu düşünürüm zaten... her neyse, işte, fotoğrafları buldum ve koku yok oldu. inanabiliyor musun buna! kendime olan güvenim o zarfın bulunmasıyla ortaya çıkıp hoop eski yerini alıverdi!
“ne fotoğrafları?”
kısadalga’yla beraberken çektirdiğimiz fotoğraflar... onun yalnız başına olduğu fotoğraflar... onlara baktım ve eksik olan her neyse o tamamlandı. bir putu kırmak gibi heralde... bir tabuyu yıkmak demeliyim aslında, daha doğru olur....
“anlat bana o tabunun ne olduğunu?”
kısadalga, evrenimin yanlış oturmuş bir parçasıymış.... bunun farkında olmadığım gibi bu konuda hiç düşünmemişim bile... ama bu beni her zaman etkileyen bir şeymiş çünkü onu önemli bir parçanın yerinde tutuyormuşum... fotoğraflara baktım ve bütün o fotoğrafların bir öykünün ya da bir filmin kareleri olduğunu fark ettim... o fotoğrafın gösterdiği yaşantıların ve kişilerin de bu öykünün parçalarından başka bir şey olmadığını.... benim değil, benim de kahramanı olduğum bitmiş bir öykünün.....
“ya da böylece öykü bitmiş oldu... demek gerekir...”
hay ağzını öpeyim aziz dostum, ne güzel dedin!
“peki ben sana nasıl yardımcı olacağım? sen her şeyi halletmiş görünüyorsun?”
ehm.. atları hazırlatayım ben... tilki avına çıkalım... köpekler de huzursuz bikaç gündür... hareket istiyorlar....
“galiba halledemediğin bir şeyler kalmış ha, aziz dostum?”
pekala doki... bana çok samimi olarak cevap vermeni istiyorum...
“elbette... rica ederim samimiyetimden şüphelenme!”
bütün bu düşmelerin kalkmaların ötesinde....
“evet?”
acaba... ee.... ben...
“rahat ol lütfen!”
ben... kendimi olması gereken benle mi kandırıyorum yoksa olması gereken dediğim şey koca bir saçmalık mı?
“a.. anlamadım?”
demem o ki... hayır doki; ben kendime güvenimi falan kazanmadım... bu malikane, duvardaki resimler, dışarıda bekleyen atlar ve kırlarda fink atan tilkiler, hepsi uydurduğum şeyler... olması gereken hakkında benim abartmalarım bunlar. oysa olması gereken... şey gibi... basit... sanki...
“sadece olan bitenle uyumlu olmaya çalışsan? tasarlanmış biri olmaya çalışmaktansa ne gerekiyorsa ona göre davranman akıllıca değil mi?”
akıllıca olmasına akıllıcadır ama akıllıca davranabilir miyim ben?

(devamı : burada)

İÇBÜKEY YAN(IL)sıMA (ek: 3)

0 y o r u m
değişiverdi aniden her şey,
dönüştü gözlerinin önünde
ve evirildi …
yürüdü biraz daha içeri,
şimdi kabuk bağladı görünürde ki yaraların üzerleri
ve birer birer soyulup döküldü,
diğer yaraların kabukları …
gittikçe daralan ve içbükey
bir açıyla ilerliyordu yoluna.

derken; tekrar değişti
ve evirildi her şey …
kılcal damarlar peyda oldu çevresinde;
takip ediyorlardı sanki
sinsice …
geriye dönüp baktı son bir defa
ve ilk kez gülümsedi;
içleri iltihap dolu ayak izleri
bırakıyordu ardında.

değişerek eviriliyordu her şey,
yeniden ve hiç durmadan …
boğuk mırıltılar yükseliyordu bir kez daha,
deltanın zirvesine.
altında gömülü fısıltılarla birlikte …
soyulup dökülen kabuklar,
azimle tırmanıp yeniden kapattılar;
eriyik cam sızdıran yaraları
ve biraz önce kabuk bağlamış
görünürdeki yaralar, açıldılar yeniden
birer birer …

bir kat daha arttı tedirginliği,
mutlak bir dinginlik
ve göreceli olarak,
şefkatin hakim olduğu bu yere
tekinsiz ve şüpheli fısıltılar doluşmuştu !
korkutuyordu onu
ve duymak istemiyordu.

soluk bir parlama,
nabız gibi çakıyordu
kabukları yeni dökülmüş
ve taze yaraların içinden …
aslında mırıltılar eşlik ediyordu,
her bir nabız atışına
parmaklarla oyulmuş kanıksanmış yaraların içinden …
ilerledi biraz daha
ve gördüğünde hiç şaşırmadı;
kristal çerçeveli aynaları
mübalağasız yansıttıklarıyla,
dönüşerek evirilen yaraların içinden …


“ tüm titizliğinle
sok neşteri ve kesip çıkar …
diyorum ki,
iğrentiyle kopartıp at !
inatla orada kalan
ve onu isteyen,
mesnetsiz
beyin kıvrımlarını

tutuyorsan bir kısmını
hala,
avucunun içinde …
koru mesafeni ki
yıkılmasın bağışıklığın,
siyah siyah akan
gözyaşlarına. ”


isteksizce baktı;
çevresinde bulunan onlarca
boğum boğum pörtlemiş ve kabarmış,
kör bir kuyunun
ağzı gibi dairesel
yaralara ve içlerinde paranoyakça gizlenen
kristal çerçeveli aynalara …

(Devam Edecek)

birinci bölüm burada
ikinci bölüm burada
üçüncü bölüm burada

İÇBÜKEY YAN(IL)sıMA (ek: 2)

0 y o r u m
adımları gittikçe yavaşlarken,
dolanıyor elleri tüm bedenine
ve usul usul
işiyor üstüne sıcak bir tazyikle;
gri bir cüppeyi andıran pardösüsü
parçalanarak
eriyip gidiyor üzerinden.

çırılçıplak kalan vücudundan
sarı bir buhar yükseliyor
ve yakıcı idrar kokusu karışıyor,
cüretkar cesaretinin içine !


“ şimdi anlıyor musun?
gördün mü plasentayı;
dengede duruyor
sopası ile,
göbek bağının üzerinde … ”


bir yandan, kabullenilmiş bir korku
sinmiş içine,
ama hala kafa tutuyor inkarın gerekliliğine.

işte şimdi gördü,
kaygılı adımlarının onu sürüklediği
devasa kapıyı …
çevresini saran uzun tüylerin örtmeye çalıştığı,
dikey olarak duran dev dudakları.
istemsiz bir ereksi yon yakaladı bedenini aniden
ve sertleşti.
kıstı gözlerini,
uzandı ve araladı kadife yumuşaklığında ki ağzı.
önce başını uzatıp baktı yavaşça
ve ardında bırakmadan aynasını,
girdi içine
sivrilmiş ihtirası ile …

vıcık vıcık bir sıcaklık dolanıverdi tüm bedenine,
irkildi ve aynı anda boğuk bir inilti kurtuldu gırtlağından.

ıslaktı,
tuhaftı
ve farklıydı
görülebilenler
nispeten aydınlıktı;
ancak bir mum ışığı kadar.


“ fark ettin mi?
kovalar dolusu sinek pisliği
taşıyan adamı.
hiçbir zaman izin verilmedi,
duvarı sıvamasına …

lâkin
bir güvercinin kanatlarına sahipti;
kovalar dolusu sıçabilen
o sinek de ! ”

(Devam Esecek)

birinci bölüm burada
ikinci bölüm burada
üçüncü bölüm burada

İÇBÜKEY YAN(IL)sıMA (ek:1)

0 y o r u m
DÖNÜŞ YOK



içimde !


yüzü bir ölünün teni gibi solgun beyaz …
birbirine dolanmış saçları, ifadelerden ifadeler karışmış
ve yerleşmiş altındaki yüzüne.
nefesi nefese geçiyor hiç beklemeden …


“ben mantığım
ve bilincim,
bilincindeyim bilincin
ve ben akılım,
türeviyim çığlığın. ”


kıpırtısız duruyor …
sol eli, baltanın sapını isteksizce tutmakla yükümlü.
kuru kabuklar yapışmış üstüne,
suçlar gibi.
hırıldıyor saldığı nefesi …


“deliliğim !
deliliğim: içinde boş kümeyim … ”


kurtarıyor sol elini yükümlülükten,
tutmuyor artık.
bekliyor kıpırtısız …
üzerinden akıp gidiyor;
yok ettiği bağımlılığının
ambalajlı sorumluluğu …


“kusurum ben,
kusurum: doluların kapsamında yalnızca boşalmışım !

artığım,
keza o artığın içinde evrenim ! ”



yürüyor üzerime bu kez,
elinde tuttuğu aynası ile.
temkinli yavaşlıkta adımları ele veriyor,
içinde barındırdığı ikircikliğin kaygısını.
bedenini hala muhtaç hissediyor aydınlığa.
olağanüstü bir çekiciliği var; karanlığa girmenin bir yandan !
bütünüyle içine girmenin hazzı …


“onun içiyim ve içindeyim.
belirgin bir biçimde:
işte o kubbeyim !

anlatılan;
en başında tülbentle yoğuran
elin tezahürüyüm. ”


sade zariflikte ki adımlarıyla giriyor.
kabulüm sarıyor birden tüm bedenini.
içimde ki içeride yol alıyor artık …
korkularla dopdolu kafası.
Fışkırıyor teri tüm gözeneklerinden;
mavi bir şüphe, dönüştürüveriyor kimyasını
vücudundan sızan ekşi akıntının …


“paraşütle iner
dışarıda yağmur damlaları …

ve ben çukura yükselirken …
beyaz atın nuru ile. ”


bir çocuk gibi titriyor.
kontrolsüz ve şefkate muhtaç …
neredeyse geriye doğru giden adımları,
korkak ve gönülsüz.
hissetmiyor beni,
benim onu hissettiğim gibi …
senin müşfik karanlığın bu,
kavra !


“farkıma var;
yukarıda, başının üzerinde
salınıp duran bir sarkaç mıyım?

peki zaman nerede?

yoksa,
savrulurken
başını da alıp giden bir balta mıyım?

bil önce
ve
ver kararını …
yalnız, unutma:
tut iki elinle
sımsıkı
çanağı;
kanın dökülmesin
basacağın yere. ”


(Devam Edecek)

birinci bölüm burada
ikinci bölüm burada
üçüncü bölüm burada başladı

İÇBÜKEY YAN(IL)sıMA (3/4)

0 y o r u m
günler birbirini kovaladıkça, o geçen zaman diliminde, hiçbir şeyin aynı kalamayacağı fark edilmeye başlandı; aralarındaki iletişim artık eski çocuksu heyecanından çıkmış, donuk, güvensiz ve aralarda imalı sözcüklerin okunduğu manalı göndermelerle dolu tuzak kokan konuşmalara dönüşüvermişti.neler olup bittiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu.

İkisi arasındaki o olağandışı - kızın tülden olması sebebiyle – büyülü bağ birdenbire kopuvermiş gibiydi.coşkuyla paylaşılan onca zaman ve istekli bir hevesle anlatılan eski tecrübeler, hikayeler sanki hiç yaşanmamıştı.

birbirleri için tekrar özlemsiz iki yabancıya dönüşmüşlerdi.Hezekel’in fazlasıyla kırılgan ruh yapısı, onu bu yeni durum karşısında savunmasız bir konuma doğru sürüklemiş; tamamıyla içedönük ve suskun biri haline getirmişti.

bu ani değişim beni de afallatmıştı; sorunun kökeninde yatan nedeni en başında algılayamadığım ve ayrıntıları gözümden kaçırdığım için, kimin haklı kimin haksız olduğu konusunda bir değer yargısı üretemiyordum.önceleri aralarında ki bu soğukluğun ufak bir anlaşmazlıktan kaynaklandığını umarak çok da üstünde durmamıştım ama ilişkilerinde giderek artan gerginlik ve Hezekel’ de oluşmaya başlayan değişimler beni oldukça kaygılandırmaya başlamıştı.

bıkkın bir ruh haliyle, beklemediği bir ihanetin muhatabı olmuş gibi … aslında daha az dramatize etmek gerekirse; savaş alanından yenik çıkmış bir asker edası ve şaşkınlığıyla kararmış yüzü, hayal kırıklığı ve mutsuzluktan ötürü iyice uzamıştı.bedeninin iki yanından sarkan kolları işlevsiz iki uzuvdu sadece.gözkapakları yarıya kadar kısılmış, bakışları yaşadığı beklenmedik şokun donuk birer resmi gibiydi.hiç konuşmuyor ve belki de dinlemiyordu da …

‘Kirpi’ sanki umursamıyordu … olacakları önceden tahmin etmiş gibiydi … çoğu zaman, geldiği şekilde süzülerek geri gidiyordu …tepkisizdi.

ziyaret süreleri giderek kısaldı ve tül elbiseli kız artık bize daha az vakit ayırır oldu.garip bir gizeme sahipti.

varoluşu bir aldatmacadan ibaret olsa da … şüphesiz onda,çevresindekilerde ilgi uyandıran bir şeyler vardı; onu çekici kılan görünmeyen bir gizeme sahipti.bütününde koca bir hiçti ama o hiçliği beceriyle örtebilen zarif bir kamuflaj giyiyordu üstüne.

bir amacı var mıydı … ya da Hezekel, eğer varsa bu amacın ne kadarını kapsıyordu bilemiyorum.takdir edersiniz ki, ileriye dönük tasarlanmış planlar yaşlı bir çınarın ilgisini pek çekmiyor.

Hezekel’ de ki yıkım göz ardı edilemeyecek kadar belirgindi.

nihayet tül elbiseli kız, epey seyrekleşen ziyaretlerinin sonuncusunda, boş gövdemin kovuğuna küçük bir el aynası bıraktı ve bir daha hiç geri gelmedi.Hezekel, bir daha onu göremeyeceği endişesiyle ısrarla yolunu gözlemeye devam ediyordu.kızın geliş yolu üzerinde ki tepeyi daha iyi görebilmek için en yüksekteki kalın dallarıma tırmanmaya çalışırken, onun içime bıraktığı aynayı - güneş ışığının aynada ki ani yansıması sayesinde – buldu ve onu şaşırtıcı bir özenle içimden çıkardı.

onu, geliş yolu üzerinde ki tepeye doğru yürürken seyrettim … elindeki aynayı önce merakla inceledikten sonra gri pardösüsünün iç cebine koydu ve tepenin arkasında gözden kayboldu.bu son ziyaretlerinden biriydi.

gri-yeşil gökyüzü!

yıkılmamdan hemen önce berrak maviydi oysa …

onun altında gerçekleşiyordu; olan ve süre giden her şey …

aklıma gelmişken … hiç dokunmadı ona; bunca zaman, hiç dokunmadı …

tül elbisenin içindeki boşluktan sormuştu ona:

“ artık benimle neden hiç konuşmuyorsun?ne oldu? ”

“ beni yakıyorsun … ”

demişti ona … kısa ama her şeyi netleştiren bir yanıttı.

tüm yontulmalar acı vermek zorunda mı?

sizce …

Bölüm Sonu

birinci bölüm burada
ikinci bölüm burada
üçüncü bölüm burada başladı