tasdike bel bağlamayan beyanname

1 y o r u m
İzin verirsen biraz söylenmek istiyorum. Uzun süredir yapmak istiyorum bunu. Karşıma birini alıp - bugün o muhatap sen oluyorsun – şöyle esaslı dökülmek amacındayım. Yok, canını sıkmayacağım, hatta anlatacaklarım seni eğlendirebilir bile. Ha sen yine de “diyeceklerin umurumda değil, bana ne senin derdinden & tasandan” diyebilirsin elbette. Senin bileceğin bir şey. Bu yazıda böyle.

Pekâlâ…
 
Beyan ediyorum! Bugünlerde pek keyifli hissetmiyorum.

Nasıl tarif etsem ki sana…

Ne hissettiğimi de pek çözemedim aslında; kendimi, kendimin dışında bir benmişim gibi, kendim harici olan o beni de, aslında daima asıl ben oymuş gibi ve şimdiye kadar dışarıdaki beni bir başka benden izlemişim gibi duyumsuyorum. Ürküyorum da bazen bundan…

Karışık mı?

Biraz açayım öyleyse: şu aralar meselâ, aynada gördüğüm ve ben olduğumdan emin olduğum kişinin gözleriyle, aynanın dış tarafında duran kendimi izlerken buluyorum beni. Ayıp oluyor; dik dik bakıyorum elin adamına gibi mahcup pozlarına da yatamıyorum, nasıl yatayım o da bakıyor çünkü ve yan gözle bir kaçamak bakış atayım desem, yok o hiç olmuyor. Gözlerimiz birbirini buluveriyor.

Sanki tuhaf bir yabancılaşma hissi uyandırıyor bu durum bende. Çok kafa yormama karşın ne olduğunu tam olarak çözemediğim, galiba çözünürlülüğü bozuk bir hissiyat bu.

Bu tuhaf ve içli-dışlı farkındalık hissine, bazen çok yoğun, bazı zamanlarda ise gözümün kenarına ilişen ama asla bütününü yakalayamadığım, silik gölgeler misali, değişken hallerin peşi sıra kapılıyorum. Nedir bu haller? Muhtemelen herkeste olan şeylerden. Sadece geçişler biraz hızlı. Meselâ birdenbire buz pateni yapar gibi melânkoliden öfkeye doğru kayabiliyor, hemen ardından havada üç buçuk tur dönerek üçlü axel hareketiyle neşelenip, ikisi arasındaki geçiş zorluğu derecesinden ötürü artistik değerlendirmede yüksek puanları yakalayabiliyorum.

80’li yılların TRT çocuğuyuz; ne bekliyorsun başka.
     
Bedenimi böyle duyumsuyorum da, peki ruhum farklı mı? O da başka bir âlem. Sanki yarısı boşalmış bir dondurma kovasının içinde, külâhlara veya kaplara doldurula doldurula bütününden eksilip gitmiş, görünürde hoyratça çekip çıkarılmış parçaların ardında bıraktığı kepçe oyukları yüzünden ayın yüzeyindeki kraterlere benzemiş, dolayısıyla bir yığın girinti ve çıkıntılarla dolu, renksiz bir dondurma öbeğine benzetiyorum onu. Her an eriyip akmaya müsait ve hatta ilk tercihi bu. İşte tam da bu yüzden, kıvamını veren ustaya, her türlü şikâyetin, küfrün gelmesine zemin oluşturan bir isteklilikte. İsteklilikte mi dedim? Evet. Öyle demişim. Demek ki ruhumun, kusurundan tuzaklar tasarlayacak bir doğası var. Sümen altı sabotaj modunda!

Allah kahretsin!!

İyi tamam, kafdaanarkasına… kafdaanarkasına…

Eğer hala terk edip gitmediysen yazıyı, belki de bana karşı bir empati oluşturuyorsun içinde ya da tüm bu kafa karışıklığının neticesinde yaşadığım sıkıntıya katma değer olarak, bir de üzerine farklı eziyetler çekmiş miyim diye merakından dolanıyorsun buralarda. Yok, hiç sorun değil. Haklısın aslında. İçinde merak edilecek serüvenlerin yaşandığı, bölümler arasında nefes nefese bir heyecanın ve tutkunun hayal gücüne omuz verip seni hayatın gerçekliğinden çekip alacak bir öykü değil bu. Cümlelerimin içinde yok böyle şeyler ve muhtemelen olmayacak da çünkü bu sadece bir beyanname. Burnu boktan çıkmayan bir adamın sızlanmaları.

Hala burada mısın? Diyelim ki buradasın. Ne diyordum…

Madem ruhum bir dondurma bidonunda diye söylendim durdum; söyle bakalım hadi: sen de dondurmayı yalayarak değil de ısırarak yemeyi sevenlerden misin?

“ Manyak mısın yahu? Dişlerin donar lan! ” deme…

Ben, dondurmanın yalanmaktansa, ısırılmayı yeğlediğinden yanayım. “Haydi oradan canım!” mı dedin? Bunu da deme. Dondurma dediğin, ahlâkı yerinde olacak üstat. Diğer yandaş arkadaşların aksine ben bundan yanayım.
   
Bak şimdi! Sadece ruhen duyumsadıklarımla kalmıyor yanar-döner hissiyatım. Beni, çok fena telâş reaksiyonuna sevk edecek bir takım emareler görülüyor bedenimde. Bir takım dolaplar dönüyor benden habersiz. Sanki bir ayaklanma çıkarma hesabında, bazı kendini bilmez organlarım. Çok ağırbaşlı bir uysallıkta seyrederken anîden sinsice üzerime çullanmaları, onlardan fena halde nem kapmama vesile oldu. Bu vesileye çanak tutan anlayışım, vücudumdaki asayişi büyük ölçüde sarsan rahatsızlıklar silsilesinin başlamasına zemin hazırlayan ve bu saldırıyı yaparken de birbiri peşi sıra hatta bazen sırasını beklemeden, demokratik gelenekleri hiçe sayan bir kahpelik meşrebinde hücuma kalkan kimi kendini bilmez organlarımdan kaynaklanıyor. Onları asla unutmayacağım. Hatırladıklarımı sayayım hemen sana:

İkidir, kum döküp-taş düşürüyor, kıymet bilmez, hayırsız böbrek. Bağıra çağıra yolluyor beni ambülâns sedyesinin üzerine! Şeklim ve şemailim, “The Exorcist” filminde içine şeytan kaçmış Regan’dan hallice, çarpık-çurpuk bir vaziyette kıvrandırıyor beni yerlerde. Evde, üst kata çıkılan bir merdiven olsa, sırt üstü emekleyerek ineceğim oradan neredeyse! Sinirleri yay gibi geren bir filmdir o da ha!
   
Malazgirt ovasında cenk eden cengâverler gibi şahlanıyor tansiyonumun değerleri. Hâlbuki ne cengi ne de cengâveri severim. Anlaşılan kurtuluş yok. İlâca raporlanıyorum. Her gün aynı saatte randevulaşıyoruz co-diovanla. Fakat bu ilâçla nişanı öyle hemen takamıyoruz. Önce doktorların deneme tahtasına dönüyorum. Doğru ilâcı bulana kadar uzun zaman çalışıyorlar üzerimde. O sürede sayısız kaba işeyip teslim ediyorum lâboratuar stajyerlerine; bunu yaparken kim bilir kaç tüp kan da veriyorum aynı lâboratuarın farklı umursamaz tavırlı ve değişik salaklık modunda dolanan stajyerlerine. Bazen lâboratuarlar değişiyor ama stajyerlerin modunda bir değişiklik göremiyorum. Yüksek tansiyonumun çaresini arayadursunlar, o tansiyonum hiç yerinde durmuyor bu salaklık muhitinde seyreden stajyer nesli yüzünden!
          
Dönemsel tarihlerde, seğirmeler hortluyor bilumum yerlerimde. Sağ ayağımın iki orta parmağını birbirine bağlamak zorunda kalıyorum bir ara. Ha bire, dalkavuk vezirler misali eğilip duruyorlar o ara. Üstelik ikisi birden! Bir mecburiyet olmaksızın; yahu hani olur ya, saydığın sevdiğin birinin karşısında eğilmek istersin yerlere kadar, ama sadece istersin lan, bunu göstermezsin de hissettirirsin belki, e yok efendim ben illâki göstereceğim, hadi bakalım ha babam, eğil dur! Ne kadar sünepe, ne kadar prensipsiz parmaklar ulan bunlar!

Parantez aç; ikidir ulan diye hitap ediyorum; yanlış anlama, sana değil o. Kendimin dışındaki bendir bu hitabın muhatabı. Aynada yüzüne söyleyemediklerimi oturup yazıyorum, parantez kapa.
    
Ayrıca sağ elimin başparmağı, sol göz kapağım ve üst dudağımın sol kıyısı bu başkaldırıya destek çıkan Vandallar olarak geçiyor kayıtlara. Büyük harfle mi yazılıyor bunların baş harfleri, onu da bilmiyorum. İsyanlarla çalkalanıyor vücudumun her bir toprağı. Topraktan gelmedik mi? Niye olmasın?

Yaz kızım! Satır başı!

“İşte öyle bir şey…” dedi Erol Evgin, benim ruhum henüz kaşıklanmamış ve bidonunda bir bütünken. Ruhumun evvelini özledim be ya. Evet!

Ne var! Özleyemez miyim?

Bir zamanlar, tahta sandalyelerde saatlerce oturur ve perde süsü verilmiş beyaz badanalı pürüzsüz duvarda seyrettiklerimizin çetelesini tutardık.
 
Onlardan birinde “Acele etme, papaz efendi!” diye haykırdı duvarın arkasından Battal Gazinin Oğlu! Filmin içinde bir duvardı bu. Hiç kimse üstüne alınmadı. Belki de oğlunu tanımıyorlardı. Zaten oğul da babasını tanımıyordu.

Dur yahu! Konuyu dağıttın, dediğini duyar gibi mi oldum acaba? Gaipten deyip geçiyorum öyleyse.

Bir yazlık sinema matinesinde Rocky 4’ün koskoca ikinci perdesi seslendirildi. Dublâjda çığır açan yeni yetme fırlamalardık biz! Arada yükselen gülüşmeler, piçlik mertebesinde mansiyon ödülüne lâyık görüldüğümüzün kanıtıydı bize göre. Kendi fantezimizde sinemaya, elvan-kola-gazoz satışında tavan yaptırmıştık o gece. Başka filmleri de seslendirme hayalleriyle ayrıldık sinemadan o gece yarısı. Lâkin heyhat! Bir daha hiçbir teknik arıza bir türlü bize denk gelmedi. Tüm kariyer plânlarımız, bakımı iyi yapılmış projektörlerin bobinleri arasında eridi gitti.

Koskoca bir hayattı o belki de.

Gördün mü? Sanırım söylenme ve sızlanmaların çoğu eninde sonunda nostaljiye makas kırıyor. Ziyan edilmiş yılları ayıkladıktan sonra geriye kalanlar avucumuza değil, ancak hafızamıza sığacak kadar yer tutuyor.

Ne diyeceğim biliyor musun? Belki de böyle hissetmem gerekiyor bugünlerde. Tuhaf olan şey keyifsizliğim değil, belki de benden başka hiç kimsenin aynı keyifsizliği içinde hissetmemesidir. Yani bugünlerde başka nasıl hissedebilir ki insan?

Biliyorum artık gitmek istiyorsun ama…

Sen bir şey hissediyor musun?

HEPSİ BU