kola bitmez, bitmiyor

0 y o r u m
neredeyse onbir aylık bir bebeğim var. ne kadar kolaymış ruhları berelemek.. çünkü bütün bebekler birbirinin aynı. demek ebeveynin hatta belki sadece annenin tutumu eğip büküyor kişiyi baştan. mükemmel insan için annenin 4 kollu ve uyumayan bir yaratık olması gerek. geçmişsiz olmalı ve sabrı sonsuz. nasıl bozulduğumuzu görebiliyorum. korku yok, önyargı yok, sadece "ben" sadece keşif. zaman hem çok yavaş hem çok hızlı. enerji uyanıklık halinde sonsuz. merak merak merak.. nasıl ayrışılıyor bakalım. sanırım iki yaşına kadar anlayamayacağım. kendi adıma ise bomboşum. zavallı küçük patates.. hiç birşeyim kalmadı. yavaşım, hafızam ölü, dayak yemiş gibi hissediyorum sürekli, neredeyse yokum ve bunun farkındayım. o kumandadan istiyorum işte, hayatı ileri sarandan..

şarlatan

0 y o r u m
Göz kapaklarım açık ve gözlerim dünyanın çok ötesinde bir yerde ve niye olmasın; sanırım, galaksinin de dışında…

İşte oralardan bir yerden bakıyorsa sanki: uzun ve çok uzun sabitlenmeler işte, bilirsin…

Dua okumalısın dedi arkamdan bir ses; yüzyılların bilgeliği cüppesinin baldır derinliğine uzanan ceplerinde ve tuhaf bir tınıdaki sesinde, sanki yan duvarlardan kopuk kopuk gelen anlaşılması güç lisanında…

Sesimi ona uzatmıyorum ve zaten mecalim yok.

Arkamda hala ve bekliyor. Beni. Beklesin.

O anda, toprağın içindeyim. Sol elim, bileğe kadar. Sol elim artık ben olmuş. Ben artık sadece kendi sol elim olmuşum ve toprağın içindeyim. Sıkıyorum. Beni bütünleyen, geride kalan her şey dışarıda; boş kabuk, amaçsız, anlamsız, önemsiz ve kıç deliğinden ve kamıştan ve buz kesmiş sırttan, ter boşalmış enseden, kemiği kaynamış bir burundan, kulak çınlamasından, kirpiğe dolanmış kurumuş çapaktan, göbek deliği kokusundan, bacaktaki bıçak yarasından, at toynağı gibi ayak tırnaklarından, yeterli!

Herkesin kendine göre acıyı kavrama ve bir şekilde üstesinden gelme yöntemi vardır. Kalkıp da burada, bu yüzden sol elim ben olmuşum açıklamalarına girmeyeceğim, girmem ve sana ne…

Uzaklaşmalıyım…

Ben ufak bir fırlamayken, daha bu kadarım –elimin yerden 50 ila 60 santim yukarıda olduğunu hayal et- yamuk ve sivri kafamla önüme geleni kovalardım. Kaçıyorlardı benden. Nedensiz. Belki onları kovaladığım için. Ben de kaçtıkları için…

Nevrotik bir fırlama kısırdöngüsü… ya da çok daha önemsiz…

Lanet şekilsiz ve tıpkı kurabiye hamuruna şekil verircesine zahmetli, eski bir tülbent parçasıyla yoğurulmuş ve boktan plastik makyaja bulanmış Boris Karloff benzeri kafamı patlattığımda ancak vazgeçebildim bu lanet olası kovalamacalardan. Lanet olası!

Sonrasında ise durgunlaştım. O deli kan, bütünüyle kafatasımdan dışarıya fışkırmıştı belki de. Yüzüme, gözüme, ellerime, günışığına ve sokağa ve kan görmemiş henüz körpe zihinlere!

O zihinler daha sonra -olur ya- kendi deliliklerinde, öngörülmeyen ve asabi sanrı krizlerine prim tanıyan solucan derisi misali kaygan beyin kıvrımlarında olgunlaşıp damıtılmış ama küf kokan cinnetlere dönüşecek emsalsiz ve korkunç ve bir bakıma naif, duru ama acı bir öfkenin ve nefretin tetik boşluğunu alan hassasiyetine kavuşacak ve neden?

Önceden planlanmamış ve tamamıyla tesadüfen, yalnızca arızalı beynimin sıska bacaklarıma verdiği dolduruşla motive edilmiş bir refleks ve neticesinde mezuniyet balosunu büyük bir hayal kırıklığı ile terk eden “Carrie” misali fecaat bir teşhirden dolayı mı?

Belki de.

Gururlanmalı mı?

BELKİ DE!

Pamuk prensesin elmadan aldığı ısırıktan bahsetmiyorum size. Aynı zehir değil!

Sümüklü böceğin sırtında taşıdığı kabuk kadar kırılgan ve onun kadar güvensiz bir sakinliğin gürültülü ve görkemli çöküşüne olanak veren ya da karıncanın ayak izi kadar belirsiz veya ancak kibrit alevi kadar sıcak o an…

Utanmış ve korkmuş ve gücenmiş ve…

HAHAHA!!

Yakıcı güneşin altında üzerinde yakamozlar çakan kan oluğunun yumuşattığı ve göreni dehşete sürükleyen, bacak kadar çocuğun ani ve peşi sıra ifade sürüklenmeleri ve elbette göz teması.

Daha anlatayım mı?

Ha şunu da belirteyim; hiçbirine acımıyorum. Üzülmüyorum ve umurumda değiller. Zerk ettiğim zehri gözleriyle yudumladılarsa; ……………………………………………..?

Görüyorsunuz, benim için koca bir BOŞLUK!

Ama zor iştir devasa BOŞLUKLARI içinde muhafaza etmek ve içinde ona yer temin edebilmek. Sadece yürek yeterli olmayabilir ve bilirsin; elde tutmak hiç kolay bir iş değildir. Marifet ve beceri gerekir. Sen de takdir edersin ki, boşluğu tutmak çok daha zor ve imkânsıza yakındır ve risklidir…

Bütünüyle onun olma yolunu seçmediysen…

Bu sana kalmış, beni ilgilendirmiyor.

Kimse tuvaletin kuburu genişliğinde sıçmaz değil mi? Evinizde bir fil beslemiyorsanız.

Neyse…

Pencereden baktım, binaların arasından bana ancak görünebilen dağa. Uzakta. Çok gri. Kalbim çökmüş ve ıstırap çeken yalnız ve aç sokak kedilerinin inisiyatifine bırakmışım. Belki böylesi daha iyi diye.

Ne şiirsel! Karın doyurmuyor ama, ne onlarınkini ne de…

Şimdi kendi kendime diyorum ki, ulan bırak artık bu gözdağı verme oyunlarını; kim ve niye sallasın ki seni! Hem herkesin -ona şüphe yok- bir zehri vardır; belki hiç zerk etmediği ya da olduğundan bile bihaber…

“teee!” derdi dedem, eğer hiçbir bokun farkında değilsen ki, bu alaycı ve “senden bir sikim olmaz” anlamı çıkarılabilecek sözcüğü de ondan en çok ben işitmişimdir. Milleti kovalamakla meşguldüm lan! Ne yapayım…

Bu arada hala, hayatla aramdaki kaygılı aşk da devam ediyor ya; hani her aşk, içerisinde gömülü bir hazine sandığı misali nefreti ve bıkkınlığı barındırır ya; öylesine soğuk ve mesafeli ve kararsız, sıkıntılı, saldırgan, timsah derisinden kalkanlarını açarak dolaşan insanların her dakika yanınızdan yürüyüp gittiği böbrek sancısı gibi ağır geçen yıllar…

(vay benim başım!)

Hiç yalan söylemeyeceğim; hazırlıklı ol: hakaret etmek istiyorum, bağırmak –hayır- haykırmak istiyorum, küfretmek ve aşağılamak istiyorum, ellerimle sertçe iteklemek –hayır, hayır ulan- tepenize sıçmak istiyorum, tüm soba borularındaki kurumları başınızdan aşağı boca etmek istiyorum ve belki buna katıla katıla gülmek istiyorum ya da sizi Büyük Sihirbaz Houdini’nin jilet gibi keskin kılıçlar sokuşturduğu o sihirli dolabın içine koymak ve onun hiç başaramadığı bir şeyi –sizi delik deşik etmeyi işte yahu- ben başarmak istiyorum ve aslında o dolabın içine ben de girmek istiyorum.

Tamam! GEL ÖYLEYSE!

Dur, ötesi var…

“…ey, fıskiyeli mabedler, ey taşak derileri, ey fıskiyeli taşak derileri, ey insanlığın sabah ayakkabısının yine görmediği taze köpek boku misali her yerdeki çirkinliği; ey ulu polis, ey ulu silahlar, ey ulu diktatörler, ey her yerdeki ulu budalalar, ey yalnız ahtapot, ey dengeli ve dengesiz ve kutsal ve kabız hepimizi tek tek güzelce sızdıran saat tiktakları, ey altın dünyanın sefil ara sokaklarında yatan berduşlar, ey çirkinleşecek çocuklar, ey daha da çirkinleşecek çirkinler, ey hüzün ve kapanan duvarlar –ne Noel Baba, ne kancık, ne Sihirli Değnek, ne Külkedisi, ne de Büyük Dehalar Asla; guguk -bok sadece ve köpeklerin ve çocukların kırbaçlanışı, bok sadece ve bokun silinişi; sadece hastasız doktorlar sadece yağmursuz bulutlar sadece günsüz günler, ey bütün bunları başımıza musallat eden Tanrı.

Uçurtmadan sarayına ve zamankartı meleklerinin huzuruna çıktığımızda bir kez olsun KENDİN, bizim ve SANA bütün yapacaklarımız için

MERHAMET
MERHAMET
MERHAMET
diye bağıran sesini duymak istiyorum.”


Aslında başından beri sizlere BUKOWSKİ okumak istiyorum!


HEPSİ BU