İzin verirsen biraz söylenmek
istiyorum. Uzun süredir yapmak istiyorum bunu. Karşıma birini alıp - bugün o
muhatap sen oluyorsun – şöyle esaslı dökülmek amacındayım. Yok, canını
sıkmayacağım, hatta anlatacaklarım seni eğlendirebilir bile. Ha sen yine de “diyeceklerin
umurumda değil, bana ne senin derdinden & tasandan” diyebilirsin elbette. Senin
bileceğin bir şey. Bu yazıda böyle.
Pekâlâ…
Beyan ediyorum! Bugünlerde pek
keyifli hissetmiyorum.
Nasıl tarif etsem ki sana…
Ne hissettiğimi de pek çözemedim
aslında; kendimi, kendimin dışında bir benmişim gibi, kendim harici olan o beni
de, aslında daima asıl ben oymuş gibi ve şimdiye kadar dışarıdaki beni bir
başka benden izlemişim gibi duyumsuyorum. Ürküyorum da bazen bundan…
Karışık mı?
Biraz açayım öyleyse: şu aralar
meselâ, aynada gördüğüm ve ben olduğumdan emin olduğum kişinin gözleriyle,
aynanın dış tarafında duran kendimi izlerken buluyorum beni. Ayıp oluyor; dik
dik bakıyorum elin adamına gibi mahcup pozlarına da yatamıyorum, nasıl yatayım
o da bakıyor çünkü ve yan gözle bir kaçamak bakış atayım desem, yok o hiç
olmuyor. Gözlerimiz birbirini buluveriyor.
Sanki tuhaf bir yabancılaşma
hissi uyandırıyor bu durum bende. Çok kafa yormama karşın ne olduğunu tam olarak
çözemediğim, galiba çözünürlülüğü bozuk bir hissiyat bu.
Bu tuhaf ve içli-dışlı
farkındalık hissine, bazen çok yoğun, bazı zamanlarda ise gözümün kenarına
ilişen ama asla bütününü yakalayamadığım, silik gölgeler misali, değişken
hallerin peşi sıra kapılıyorum. Nedir bu haller? Muhtemelen herkeste olan
şeylerden. Sadece geçişler biraz hızlı. Meselâ birdenbire buz pateni yapar gibi
melânkoliden öfkeye doğru kayabiliyor, hemen ardından havada üç buçuk tur
dönerek üçlü axel hareketiyle neşelenip, ikisi arasındaki geçiş zorluğu
derecesinden ötürü artistik değerlendirmede yüksek puanları yakalayabiliyorum.
80’li yılların TRT çocuğuyuz; ne
bekliyorsun başka.
Bedenimi böyle duyumsuyorum da,
peki ruhum farklı mı? O da başka bir âlem. Sanki yarısı boşalmış bir dondurma
kovasının içinde, külâhlara veya kaplara doldurula doldurula bütününden eksilip
gitmiş, görünürde hoyratça çekip çıkarılmış parçaların ardında bıraktığı kepçe
oyukları yüzünden ayın yüzeyindeki kraterlere benzemiş, dolayısıyla bir yığın
girinti ve çıkıntılarla dolu, renksiz bir dondurma öbeğine benzetiyorum onu. Her
an eriyip akmaya müsait ve hatta ilk tercihi bu. İşte tam da bu yüzden,
kıvamını veren ustaya, her türlü şikâyetin, küfrün gelmesine zemin oluşturan
bir isteklilikte. İsteklilikte mi dedim? Evet. Öyle demişim. Demek ki ruhumun,
kusurundan tuzaklar tasarlayacak bir doğası var. Sümen altı sabotaj modunda!
Allah kahretsin!!
İyi tamam, kafdaanarkasına…
kafdaanarkasına…
Eğer hala terk edip gitmediysen
yazıyı, belki de bana karşı bir empati oluşturuyorsun içinde ya da tüm bu kafa karışıklığının
neticesinde yaşadığım sıkıntıya katma değer olarak, bir de üzerine farklı
eziyetler çekmiş miyim diye merakından dolanıyorsun buralarda. Yok, hiç sorun
değil. Haklısın aslında. İçinde merak edilecek serüvenlerin yaşandığı, bölümler
arasında nefes nefese bir heyecanın ve tutkunun hayal gücüne omuz verip seni
hayatın gerçekliğinden çekip alacak bir öykü değil bu. Cümlelerimin içinde yok
böyle şeyler ve muhtemelen olmayacak da çünkü bu sadece bir beyanname. Burnu
boktan çıkmayan bir adamın sızlanmaları.
Hala burada mısın? Diyelim ki
buradasın. Ne diyordum…
Madem ruhum bir dondurma
bidonunda diye söylendim durdum; söyle bakalım hadi: sen de dondurmayı
yalayarak değil de ısırarak yemeyi sevenlerden misin?
“ Manyak mısın yahu? Dişlerin
donar lan! ” deme…
Ben, dondurmanın yalanmaktansa,
ısırılmayı yeğlediğinden yanayım. “Haydi oradan canım!” mı dedin? Bunu da deme. Dondurma dediğin, ahlâkı yerinde olacak üstat. Diğer yandaş arkadaşların aksine ben bundan yanayım.
Bak şimdi! Sadece ruhen
duyumsadıklarımla kalmıyor yanar-döner hissiyatım. Beni, çok fena telâş
reaksiyonuna sevk edecek bir takım emareler görülüyor bedenimde. Bir takım
dolaplar dönüyor benden habersiz. Sanki bir ayaklanma çıkarma hesabında, bazı kendini
bilmez organlarım. Çok ağırbaşlı bir uysallıkta seyrederken anîden sinsice
üzerime çullanmaları, onlardan fena halde nem kapmama vesile oldu. Bu vesileye
çanak tutan anlayışım, vücudumdaki asayişi büyük ölçüde sarsan rahatsızlıklar
silsilesinin başlamasına zemin hazırlayan ve bu saldırıyı yaparken de birbiri
peşi sıra hatta bazen sırasını beklemeden, demokratik gelenekleri hiçe sayan
bir kahpelik meşrebinde hücuma kalkan kimi kendini bilmez organlarımdan kaynaklanıyor.
Onları asla unutmayacağım. Hatırladıklarımı sayayım hemen sana:
İkidir, kum döküp-taş düşürüyor,
kıymet bilmez, hayırsız böbrek. Bağıra çağıra yolluyor beni ambülâns sedyesinin
üzerine! Şeklim ve şemailim, “The Exorcist” filminde içine şeytan kaçmış
Regan’dan hallice, çarpık-çurpuk bir vaziyette kıvrandırıyor beni yerlerde. Evde,
üst kata çıkılan bir merdiven olsa, sırt üstü emekleyerek ineceğim oradan
neredeyse! Sinirleri yay gibi geren bir filmdir o da ha!
Malazgirt ovasında cenk eden cengâverler
gibi şahlanıyor tansiyonumun değerleri. Hâlbuki ne cengi ne de cengâveri
severim. Anlaşılan kurtuluş yok. İlâca raporlanıyorum. Her gün aynı saatte
randevulaşıyoruz co-diovanla. Fakat bu ilâçla nişanı öyle hemen takamıyoruz. Önce
doktorların deneme tahtasına dönüyorum. Doğru ilâcı bulana kadar uzun zaman
çalışıyorlar üzerimde. O sürede sayısız kaba işeyip teslim ediyorum lâboratuar stajyerlerine;
bunu yaparken kim bilir kaç tüp kan da veriyorum aynı lâboratuarın farklı
umursamaz tavırlı ve değişik salaklık modunda dolanan stajyerlerine. Bazen
lâboratuarlar değişiyor ama stajyerlerin modunda bir değişiklik göremiyorum. Yüksek
tansiyonumun çaresini arayadursunlar, o tansiyonum hiç yerinde durmuyor bu
salaklık muhitinde seyreden stajyer nesli yüzünden!
Dönemsel tarihlerde, seğirmeler
hortluyor bilumum yerlerimde. Sağ ayağımın iki orta parmağını birbirine bağlamak
zorunda kalıyorum bir ara. Ha bire, dalkavuk vezirler misali eğilip duruyorlar
o ara. Üstelik ikisi birden! Bir mecburiyet olmaksızın; yahu hani olur ya,
saydığın sevdiğin birinin karşısında eğilmek istersin yerlere kadar, ama sadece
istersin lan, bunu göstermezsin de hissettirirsin belki, e yok efendim ben illâki
göstereceğim, hadi bakalım ha babam, eğil dur! Ne kadar sünepe, ne kadar
prensipsiz parmaklar ulan bunlar!
Parantez aç; ikidir ulan diye
hitap ediyorum; yanlış anlama, sana değil o. Kendimin dışındaki bendir bu hitabın
muhatabı. Aynada yüzüne söyleyemediklerimi oturup yazıyorum, parantez kapa.
Ayrıca sağ elimin başparmağı, sol
göz kapağım ve üst dudağımın sol kıyısı bu başkaldırıya destek çıkan Vandallar
olarak geçiyor kayıtlara. Büyük harfle mi yazılıyor bunların baş harfleri, onu
da bilmiyorum. İsyanlarla çalkalanıyor vücudumun her bir toprağı. Topraktan
gelmedik mi? Niye olmasın?
Yaz kızım! Satır başı!
“İşte öyle bir şey…” dedi Erol
Evgin, benim ruhum henüz kaşıklanmamış ve bidonunda bir bütünken. Ruhumun
evvelini özledim be ya. Evet!
Ne var! Özleyemez miyim?
Bir zamanlar, tahta sandalyelerde
saatlerce oturur ve perde süsü verilmiş beyaz badanalı pürüzsüz duvarda seyrettiklerimizin
çetelesini tutardık.
Onlardan birinde “Acele etme,
papaz efendi!” diye haykırdı duvarın arkasından Battal Gazinin Oğlu! Filmin
içinde bir duvardı bu. Hiç kimse üstüne alınmadı. Belki de oğlunu
tanımıyorlardı. Zaten oğul da babasını tanımıyordu.
Dur yahu! Konuyu dağıttın,
dediğini duyar gibi mi oldum acaba? Gaipten deyip geçiyorum öyleyse.
Bir yazlık sinema matinesinde
Rocky 4’ün koskoca ikinci perdesi seslendirildi. Dublâjda çığır açan yeni yetme
fırlamalardık biz! Arada yükselen gülüşmeler, piçlik mertebesinde mansiyon
ödülüne lâyık görüldüğümüzün kanıtıydı bize göre. Kendi fantezimizde sinemaya, elvan-kola-gazoz
satışında tavan yaptırmıştık o gece. Başka filmleri de seslendirme hayalleriyle
ayrıldık sinemadan o gece yarısı. Lâkin heyhat! Bir daha hiçbir teknik arıza
bir türlü bize denk gelmedi. Tüm kariyer plânlarımız, bakımı iyi yapılmış
projektörlerin bobinleri arasında eridi gitti.
Koskoca bir hayattı o belki de.
Gördün mü? Sanırım söylenme ve
sızlanmaların çoğu eninde sonunda nostaljiye makas kırıyor. Ziyan edilmiş
yılları ayıkladıktan sonra geriye kalanlar avucumuza değil, ancak hafızamıza
sığacak kadar yer tutuyor.
Ne diyeceğim biliyor musun? Belki
de böyle hissetmem gerekiyor bugünlerde. Tuhaf olan şey keyifsizliğim değil,
belki de benden başka hiç kimsenin aynı keyifsizliği içinde hissetmemesidir.
Yani bugünlerde başka nasıl hissedebilir ki insan?
Biliyorum artık gitmek istiyorsun
ama…
Sen bir şey hissediyor musun?