tasdike bel bağlamayan beyanname

1 y o r u m
İzin verirsen biraz söylenmek istiyorum. Uzun süredir yapmak istiyorum bunu. Karşıma birini alıp - bugün o muhatap sen oluyorsun – şöyle esaslı dökülmek amacındayım. Yok, canını sıkmayacağım, hatta anlatacaklarım seni eğlendirebilir bile. Ha sen yine de “diyeceklerin umurumda değil, bana ne senin derdinden & tasandan” diyebilirsin elbette. Senin bileceğin bir şey. Bu yazıda böyle.

Pekâlâ…
 
Beyan ediyorum! Bugünlerde pek keyifli hissetmiyorum.

Nasıl tarif etsem ki sana…

Ne hissettiğimi de pek çözemedim aslında; kendimi, kendimin dışında bir benmişim gibi, kendim harici olan o beni de, aslında daima asıl ben oymuş gibi ve şimdiye kadar dışarıdaki beni bir başka benden izlemişim gibi duyumsuyorum. Ürküyorum da bazen bundan…

Karışık mı?

Biraz açayım öyleyse: şu aralar meselâ, aynada gördüğüm ve ben olduğumdan emin olduğum kişinin gözleriyle, aynanın dış tarafında duran kendimi izlerken buluyorum beni. Ayıp oluyor; dik dik bakıyorum elin adamına gibi mahcup pozlarına da yatamıyorum, nasıl yatayım o da bakıyor çünkü ve yan gözle bir kaçamak bakış atayım desem, yok o hiç olmuyor. Gözlerimiz birbirini buluveriyor.

Sanki tuhaf bir yabancılaşma hissi uyandırıyor bu durum bende. Çok kafa yormama karşın ne olduğunu tam olarak çözemediğim, galiba çözünürlülüğü bozuk bir hissiyat bu.

Bu tuhaf ve içli-dışlı farkındalık hissine, bazen çok yoğun, bazı zamanlarda ise gözümün kenarına ilişen ama asla bütününü yakalayamadığım, silik gölgeler misali, değişken hallerin peşi sıra kapılıyorum. Nedir bu haller? Muhtemelen herkeste olan şeylerden. Sadece geçişler biraz hızlı. Meselâ birdenbire buz pateni yapar gibi melânkoliden öfkeye doğru kayabiliyor, hemen ardından havada üç buçuk tur dönerek üçlü axel hareketiyle neşelenip, ikisi arasındaki geçiş zorluğu derecesinden ötürü artistik değerlendirmede yüksek puanları yakalayabiliyorum.

80’li yılların TRT çocuğuyuz; ne bekliyorsun başka.
     
Bedenimi böyle duyumsuyorum da, peki ruhum farklı mı? O da başka bir âlem. Sanki yarısı boşalmış bir dondurma kovasının içinde, külâhlara veya kaplara doldurula doldurula bütününden eksilip gitmiş, görünürde hoyratça çekip çıkarılmış parçaların ardında bıraktığı kepçe oyukları yüzünden ayın yüzeyindeki kraterlere benzemiş, dolayısıyla bir yığın girinti ve çıkıntılarla dolu, renksiz bir dondurma öbeğine benzetiyorum onu. Her an eriyip akmaya müsait ve hatta ilk tercihi bu. İşte tam da bu yüzden, kıvamını veren ustaya, her türlü şikâyetin, küfrün gelmesine zemin oluşturan bir isteklilikte. İsteklilikte mi dedim? Evet. Öyle demişim. Demek ki ruhumun, kusurundan tuzaklar tasarlayacak bir doğası var. Sümen altı sabotaj modunda!

Allah kahretsin!!

İyi tamam, kafdaanarkasına… kafdaanarkasına…

Eğer hala terk edip gitmediysen yazıyı, belki de bana karşı bir empati oluşturuyorsun içinde ya da tüm bu kafa karışıklığının neticesinde yaşadığım sıkıntıya katma değer olarak, bir de üzerine farklı eziyetler çekmiş miyim diye merakından dolanıyorsun buralarda. Yok, hiç sorun değil. Haklısın aslında. İçinde merak edilecek serüvenlerin yaşandığı, bölümler arasında nefes nefese bir heyecanın ve tutkunun hayal gücüne omuz verip seni hayatın gerçekliğinden çekip alacak bir öykü değil bu. Cümlelerimin içinde yok böyle şeyler ve muhtemelen olmayacak da çünkü bu sadece bir beyanname. Burnu boktan çıkmayan bir adamın sızlanmaları.

Hala burada mısın? Diyelim ki buradasın. Ne diyordum…

Madem ruhum bir dondurma bidonunda diye söylendim durdum; söyle bakalım hadi: sen de dondurmayı yalayarak değil de ısırarak yemeyi sevenlerden misin?

“ Manyak mısın yahu? Dişlerin donar lan! ” deme…

Ben, dondurmanın yalanmaktansa, ısırılmayı yeğlediğinden yanayım. “Haydi oradan canım!” mı dedin? Bunu da deme. Dondurma dediğin, ahlâkı yerinde olacak üstat. Diğer yandaş arkadaşların aksine ben bundan yanayım.
   
Bak şimdi! Sadece ruhen duyumsadıklarımla kalmıyor yanar-döner hissiyatım. Beni, çok fena telâş reaksiyonuna sevk edecek bir takım emareler görülüyor bedenimde. Bir takım dolaplar dönüyor benden habersiz. Sanki bir ayaklanma çıkarma hesabında, bazı kendini bilmez organlarım. Çok ağırbaşlı bir uysallıkta seyrederken anîden sinsice üzerime çullanmaları, onlardan fena halde nem kapmama vesile oldu. Bu vesileye çanak tutan anlayışım, vücudumdaki asayişi büyük ölçüde sarsan rahatsızlıklar silsilesinin başlamasına zemin hazırlayan ve bu saldırıyı yaparken de birbiri peşi sıra hatta bazen sırasını beklemeden, demokratik gelenekleri hiçe sayan bir kahpelik meşrebinde hücuma kalkan kimi kendini bilmez organlarımdan kaynaklanıyor. Onları asla unutmayacağım. Hatırladıklarımı sayayım hemen sana:

İkidir, kum döküp-taş düşürüyor, kıymet bilmez, hayırsız böbrek. Bağıra çağıra yolluyor beni ambülâns sedyesinin üzerine! Şeklim ve şemailim, “The Exorcist” filminde içine şeytan kaçmış Regan’dan hallice, çarpık-çurpuk bir vaziyette kıvrandırıyor beni yerlerde. Evde, üst kata çıkılan bir merdiven olsa, sırt üstü emekleyerek ineceğim oradan neredeyse! Sinirleri yay gibi geren bir filmdir o da ha!
   
Malazgirt ovasında cenk eden cengâverler gibi şahlanıyor tansiyonumun değerleri. Hâlbuki ne cengi ne de cengâveri severim. Anlaşılan kurtuluş yok. İlâca raporlanıyorum. Her gün aynı saatte randevulaşıyoruz co-diovanla. Fakat bu ilâçla nişanı öyle hemen takamıyoruz. Önce doktorların deneme tahtasına dönüyorum. Doğru ilâcı bulana kadar uzun zaman çalışıyorlar üzerimde. O sürede sayısız kaba işeyip teslim ediyorum lâboratuar stajyerlerine; bunu yaparken kim bilir kaç tüp kan da veriyorum aynı lâboratuarın farklı umursamaz tavırlı ve değişik salaklık modunda dolanan stajyerlerine. Bazen lâboratuarlar değişiyor ama stajyerlerin modunda bir değişiklik göremiyorum. Yüksek tansiyonumun çaresini arayadursunlar, o tansiyonum hiç yerinde durmuyor bu salaklık muhitinde seyreden stajyer nesli yüzünden!
          
Dönemsel tarihlerde, seğirmeler hortluyor bilumum yerlerimde. Sağ ayağımın iki orta parmağını birbirine bağlamak zorunda kalıyorum bir ara. Ha bire, dalkavuk vezirler misali eğilip duruyorlar o ara. Üstelik ikisi birden! Bir mecburiyet olmaksızın; yahu hani olur ya, saydığın sevdiğin birinin karşısında eğilmek istersin yerlere kadar, ama sadece istersin lan, bunu göstermezsin de hissettirirsin belki, e yok efendim ben illâki göstereceğim, hadi bakalım ha babam, eğil dur! Ne kadar sünepe, ne kadar prensipsiz parmaklar ulan bunlar!

Parantez aç; ikidir ulan diye hitap ediyorum; yanlış anlama, sana değil o. Kendimin dışındaki bendir bu hitabın muhatabı. Aynada yüzüne söyleyemediklerimi oturup yazıyorum, parantez kapa.
    
Ayrıca sağ elimin başparmağı, sol göz kapağım ve üst dudağımın sol kıyısı bu başkaldırıya destek çıkan Vandallar olarak geçiyor kayıtlara. Büyük harfle mi yazılıyor bunların baş harfleri, onu da bilmiyorum. İsyanlarla çalkalanıyor vücudumun her bir toprağı. Topraktan gelmedik mi? Niye olmasın?

Yaz kızım! Satır başı!

“İşte öyle bir şey…” dedi Erol Evgin, benim ruhum henüz kaşıklanmamış ve bidonunda bir bütünken. Ruhumun evvelini özledim be ya. Evet!

Ne var! Özleyemez miyim?

Bir zamanlar, tahta sandalyelerde saatlerce oturur ve perde süsü verilmiş beyaz badanalı pürüzsüz duvarda seyrettiklerimizin çetelesini tutardık.
 
Onlardan birinde “Acele etme, papaz efendi!” diye haykırdı duvarın arkasından Battal Gazinin Oğlu! Filmin içinde bir duvardı bu. Hiç kimse üstüne alınmadı. Belki de oğlunu tanımıyorlardı. Zaten oğul da babasını tanımıyordu.

Dur yahu! Konuyu dağıttın, dediğini duyar gibi mi oldum acaba? Gaipten deyip geçiyorum öyleyse.

Bir yazlık sinema matinesinde Rocky 4’ün koskoca ikinci perdesi seslendirildi. Dublâjda çığır açan yeni yetme fırlamalardık biz! Arada yükselen gülüşmeler, piçlik mertebesinde mansiyon ödülüne lâyık görüldüğümüzün kanıtıydı bize göre. Kendi fantezimizde sinemaya, elvan-kola-gazoz satışında tavan yaptırmıştık o gece. Başka filmleri de seslendirme hayalleriyle ayrıldık sinemadan o gece yarısı. Lâkin heyhat! Bir daha hiçbir teknik arıza bir türlü bize denk gelmedi. Tüm kariyer plânlarımız, bakımı iyi yapılmış projektörlerin bobinleri arasında eridi gitti.

Koskoca bir hayattı o belki de.

Gördün mü? Sanırım söylenme ve sızlanmaların çoğu eninde sonunda nostaljiye makas kırıyor. Ziyan edilmiş yılları ayıkladıktan sonra geriye kalanlar avucumuza değil, ancak hafızamıza sığacak kadar yer tutuyor.

Ne diyeceğim biliyor musun? Belki de böyle hissetmem gerekiyor bugünlerde. Tuhaf olan şey keyifsizliğim değil, belki de benden başka hiç kimsenin aynı keyifsizliği içinde hissetmemesidir. Yani bugünlerde başka nasıl hissedebilir ki insan?

Biliyorum artık gitmek istiyorsun ama…

Sen bir şey hissediyor musun?

HEPSİ BU

kola bitmez, bitmiyor

0 y o r u m
neredeyse onbir aylık bir bebeğim var. ne kadar kolaymış ruhları berelemek.. çünkü bütün bebekler birbirinin aynı. demek ebeveynin hatta belki sadece annenin tutumu eğip büküyor kişiyi baştan. mükemmel insan için annenin 4 kollu ve uyumayan bir yaratık olması gerek. geçmişsiz olmalı ve sabrı sonsuz. nasıl bozulduğumuzu görebiliyorum. korku yok, önyargı yok, sadece "ben" sadece keşif. zaman hem çok yavaş hem çok hızlı. enerji uyanıklık halinde sonsuz. merak merak merak.. nasıl ayrışılıyor bakalım. sanırım iki yaşına kadar anlayamayacağım. kendi adıma ise bomboşum. zavallı küçük patates.. hiç birşeyim kalmadı. yavaşım, hafızam ölü, dayak yemiş gibi hissediyorum sürekli, neredeyse yokum ve bunun farkındayım. o kumandadan istiyorum işte, hayatı ileri sarandan..

şarlatan

0 y o r u m
Göz kapaklarım açık ve gözlerim dünyanın çok ötesinde bir yerde ve niye olmasın; sanırım, galaksinin de dışında…

İşte oralardan bir yerden bakıyorsa sanki: uzun ve çok uzun sabitlenmeler işte, bilirsin…

Dua okumalısın dedi arkamdan bir ses; yüzyılların bilgeliği cüppesinin baldır derinliğine uzanan ceplerinde ve tuhaf bir tınıdaki sesinde, sanki yan duvarlardan kopuk kopuk gelen anlaşılması güç lisanında…

Sesimi ona uzatmıyorum ve zaten mecalim yok.

Arkamda hala ve bekliyor. Beni. Beklesin.

O anda, toprağın içindeyim. Sol elim, bileğe kadar. Sol elim artık ben olmuş. Ben artık sadece kendi sol elim olmuşum ve toprağın içindeyim. Sıkıyorum. Beni bütünleyen, geride kalan her şey dışarıda; boş kabuk, amaçsız, anlamsız, önemsiz ve kıç deliğinden ve kamıştan ve buz kesmiş sırttan, ter boşalmış enseden, kemiği kaynamış bir burundan, kulak çınlamasından, kirpiğe dolanmış kurumuş çapaktan, göbek deliği kokusundan, bacaktaki bıçak yarasından, at toynağı gibi ayak tırnaklarından, yeterli!

Herkesin kendine göre acıyı kavrama ve bir şekilde üstesinden gelme yöntemi vardır. Kalkıp da burada, bu yüzden sol elim ben olmuşum açıklamalarına girmeyeceğim, girmem ve sana ne…

Uzaklaşmalıyım…

Ben ufak bir fırlamayken, daha bu kadarım –elimin yerden 50 ila 60 santim yukarıda olduğunu hayal et- yamuk ve sivri kafamla önüme geleni kovalardım. Kaçıyorlardı benden. Nedensiz. Belki onları kovaladığım için. Ben de kaçtıkları için…

Nevrotik bir fırlama kısırdöngüsü… ya da çok daha önemsiz…

Lanet şekilsiz ve tıpkı kurabiye hamuruna şekil verircesine zahmetli, eski bir tülbent parçasıyla yoğurulmuş ve boktan plastik makyaja bulanmış Boris Karloff benzeri kafamı patlattığımda ancak vazgeçebildim bu lanet olası kovalamacalardan. Lanet olası!

Sonrasında ise durgunlaştım. O deli kan, bütünüyle kafatasımdan dışarıya fışkırmıştı belki de. Yüzüme, gözüme, ellerime, günışığına ve sokağa ve kan görmemiş henüz körpe zihinlere!

O zihinler daha sonra -olur ya- kendi deliliklerinde, öngörülmeyen ve asabi sanrı krizlerine prim tanıyan solucan derisi misali kaygan beyin kıvrımlarında olgunlaşıp damıtılmış ama küf kokan cinnetlere dönüşecek emsalsiz ve korkunç ve bir bakıma naif, duru ama acı bir öfkenin ve nefretin tetik boşluğunu alan hassasiyetine kavuşacak ve neden?

Önceden planlanmamış ve tamamıyla tesadüfen, yalnızca arızalı beynimin sıska bacaklarıma verdiği dolduruşla motive edilmiş bir refleks ve neticesinde mezuniyet balosunu büyük bir hayal kırıklığı ile terk eden “Carrie” misali fecaat bir teşhirden dolayı mı?

Belki de.

Gururlanmalı mı?

BELKİ DE!

Pamuk prensesin elmadan aldığı ısırıktan bahsetmiyorum size. Aynı zehir değil!

Sümüklü böceğin sırtında taşıdığı kabuk kadar kırılgan ve onun kadar güvensiz bir sakinliğin gürültülü ve görkemli çöküşüne olanak veren ya da karıncanın ayak izi kadar belirsiz veya ancak kibrit alevi kadar sıcak o an…

Utanmış ve korkmuş ve gücenmiş ve…

HAHAHA!!

Yakıcı güneşin altında üzerinde yakamozlar çakan kan oluğunun yumuşattığı ve göreni dehşete sürükleyen, bacak kadar çocuğun ani ve peşi sıra ifade sürüklenmeleri ve elbette göz teması.

Daha anlatayım mı?

Ha şunu da belirteyim; hiçbirine acımıyorum. Üzülmüyorum ve umurumda değiller. Zerk ettiğim zehri gözleriyle yudumladılarsa; ……………………………………………..?

Görüyorsunuz, benim için koca bir BOŞLUK!

Ama zor iştir devasa BOŞLUKLARI içinde muhafaza etmek ve içinde ona yer temin edebilmek. Sadece yürek yeterli olmayabilir ve bilirsin; elde tutmak hiç kolay bir iş değildir. Marifet ve beceri gerekir. Sen de takdir edersin ki, boşluğu tutmak çok daha zor ve imkânsıza yakındır ve risklidir…

Bütünüyle onun olma yolunu seçmediysen…

Bu sana kalmış, beni ilgilendirmiyor.

Kimse tuvaletin kuburu genişliğinde sıçmaz değil mi? Evinizde bir fil beslemiyorsanız.

Neyse…

Pencereden baktım, binaların arasından bana ancak görünebilen dağa. Uzakta. Çok gri. Kalbim çökmüş ve ıstırap çeken yalnız ve aç sokak kedilerinin inisiyatifine bırakmışım. Belki böylesi daha iyi diye.

Ne şiirsel! Karın doyurmuyor ama, ne onlarınkini ne de…

Şimdi kendi kendime diyorum ki, ulan bırak artık bu gözdağı verme oyunlarını; kim ve niye sallasın ki seni! Hem herkesin -ona şüphe yok- bir zehri vardır; belki hiç zerk etmediği ya da olduğundan bile bihaber…

“teee!” derdi dedem, eğer hiçbir bokun farkında değilsen ki, bu alaycı ve “senden bir sikim olmaz” anlamı çıkarılabilecek sözcüğü de ondan en çok ben işitmişimdir. Milleti kovalamakla meşguldüm lan! Ne yapayım…

Bu arada hala, hayatla aramdaki kaygılı aşk da devam ediyor ya; hani her aşk, içerisinde gömülü bir hazine sandığı misali nefreti ve bıkkınlığı barındırır ya; öylesine soğuk ve mesafeli ve kararsız, sıkıntılı, saldırgan, timsah derisinden kalkanlarını açarak dolaşan insanların her dakika yanınızdan yürüyüp gittiği böbrek sancısı gibi ağır geçen yıllar…

(vay benim başım!)

Hiç yalan söylemeyeceğim; hazırlıklı ol: hakaret etmek istiyorum, bağırmak –hayır- haykırmak istiyorum, küfretmek ve aşağılamak istiyorum, ellerimle sertçe iteklemek –hayır, hayır ulan- tepenize sıçmak istiyorum, tüm soba borularındaki kurumları başınızdan aşağı boca etmek istiyorum ve belki buna katıla katıla gülmek istiyorum ya da sizi Büyük Sihirbaz Houdini’nin jilet gibi keskin kılıçlar sokuşturduğu o sihirli dolabın içine koymak ve onun hiç başaramadığı bir şeyi –sizi delik deşik etmeyi işte yahu- ben başarmak istiyorum ve aslında o dolabın içine ben de girmek istiyorum.

Tamam! GEL ÖYLEYSE!

Dur, ötesi var…

“…ey, fıskiyeli mabedler, ey taşak derileri, ey fıskiyeli taşak derileri, ey insanlığın sabah ayakkabısının yine görmediği taze köpek boku misali her yerdeki çirkinliği; ey ulu polis, ey ulu silahlar, ey ulu diktatörler, ey her yerdeki ulu budalalar, ey yalnız ahtapot, ey dengeli ve dengesiz ve kutsal ve kabız hepimizi tek tek güzelce sızdıran saat tiktakları, ey altın dünyanın sefil ara sokaklarında yatan berduşlar, ey çirkinleşecek çocuklar, ey daha da çirkinleşecek çirkinler, ey hüzün ve kapanan duvarlar –ne Noel Baba, ne kancık, ne Sihirli Değnek, ne Külkedisi, ne de Büyük Dehalar Asla; guguk -bok sadece ve köpeklerin ve çocukların kırbaçlanışı, bok sadece ve bokun silinişi; sadece hastasız doktorlar sadece yağmursuz bulutlar sadece günsüz günler, ey bütün bunları başımıza musallat eden Tanrı.

Uçurtmadan sarayına ve zamankartı meleklerinin huzuruna çıktığımızda bir kez olsun KENDİN, bizim ve SANA bütün yapacaklarımız için

MERHAMET
MERHAMET
MERHAMET
diye bağıran sesini duymak istiyorum.”


Aslında başından beri sizlere BUKOWSKİ okumak istiyorum!


HEPSİ BU

yok bişey

1 y o r u m
her şey bir hastalıkla başladı. önceleri hafif bir nezle gibi görünen bu hastalık, önce bedenimi halsiz düşürdü sonra da beynimi. son vuruşu ise ruhuma oldu. artık insan değildim, evet. günlerdir kimseyle konuşmamıştım. ofiste iş arkadaşlarımla yaptığım bir kaç konuşma dışında, bana ait benliğime dair bana dair tek bir cümle çıkmamıştı ağzımdan. zaten artık bir benlik de yoktu. içi boş bir yaratık, yalnız ve sonsuz bir varoluş vardı sadece. başı ve sonu olmayan, hissizlikler sinsilesi. oturduğum yerde düşünmeye devam ediyordum ama bu düşünceler de birbiriyle bağlantılı, anlamlı bir sonuca ulaşan düşünceler değildi. sadece orada duruyor ve beni yoruyorlardı. ellerimi, ayaklarımı hareket ettirebiliyor, gözlerimi kırpıyor, dışarıdan hiç göze batmayan bir profil sergileyebiliyordum. beni gören evinde sakin bir şekilde oturmuş, puantiyeli pijaması ve çıplak ayaklarıyla kendi halinde masum biri zannedebilirdi. ne de olsa içimizde olan biten dışa yansımıyordu asla, en azından tam olarak. biraz dikkatli baksalar en fazla diyecekleri "biraz solgun", "düşünceli" veya "keyifsiz" gibi hiç bir etki yaratmayacak basit tanımlamalar olurdu. basit bir insandım elbette, bunun bana faydası olduğuna, hayatın ve evrenin böyle daha güzel ve yaşamaya daha değer olduğuna inanarak büyümüştüm. şimdi ise bunun tersini bile düşünmüyor, sadece hiç ama hiç umursamıyordum. hayat iyimserlik ve sevgiyle ele alınamayacak kadar kaprisli, bencil hatta katil ruhluydu. varolmamın bir sebebi olmalıydı yine de. madem kendi irademle gelmediğim bu hayattan zevk almayı unutmuş, iyiliği parça parça kendimden söküp atmıştım istemeden, o halde bunun karşılığında bana borcu vardı yaşamın. yaşamam gereken daha milyonlarca saniye, dakika ve saat vardı belki de. bu sıkıntıya katlanacak durumda değildim. harekete geçmeliydim.

ama yapacak bir şey yoktu amına koyayım!

INFERNO

2 y o r u m

Otuz yedi mi?

Otuz yedi.

Sen otuz yedi misin?


Buna geri dönmem. Dönersem, beynim peksimet gibi ufalanır kafatasımda. Tekrarları pek sevmem. Bir de zaten konuşmak gibi bir niyetimin de, eee, olmadığını hesaba katarsak…

Genellikle olmuyor yani, her zaman değil. Ben de bilmiyorum.

Her neyse, öyleyse artık otuz yediyim. Pekâlâ…

Ben kaçayım o zaman bir an önce… son sürat köşeleri döneyim… yüksek duvarlardan, daracık sokakların içinde ki tel bariyerlerden atlayayım hiç hız kesmeden… maymun gibi bir çeviklikle… ne bileyim, belki bir hatunu rehin alırım… ne belkisi, kesin alırım… hani değiş-tokuş için lazım olur ilerde… eski yaşlarımı getirin bana ulan diye telefonda pazarlık yaparım FBI Ajanlarıyla… olur neden olmasın… FBI Ajanı bu, pazarlıkta geri kalır mı?

Tamam, biraz sonra yirmili yaşların burada olacak; yeter ki sakin ol ve rehineyi bize ver!

Nah alırsınız lan rehineyi! O daha bana âşık olacak! Oyun mu zannediyorsunuz bunu lan ibneoğluibneler! Derhal getirin eski yaşlarımı bana; özellikle yirmi sekizimi istiyorum. Onu getirin buraya!

Ben yirmi sekizken, bir Allah’ın kulu bu yaşı yaşamamış gibi davranırdım. Davranmıştım. Tabi ya. Hiç kimse yirmi sekize yeterli duyarlılığı göstermemiş, hehehe komediye bak, sanki kısacık, göt kadar bir çarşıyı dolaşmaya çıkmışlar da akılda kalıcı hiçbir iz kalmamış gibi.

Yirmi sekiz muallak yaş diyordum. Herkese! Yirmi dokuzlara bile…

Ne demek istediğim hakkında hiçbir fikrim yok; o zaman da yoktu. O yüzden muallaktı belki de ya da sanki veya o kelimeye yakışan bir yaş olduğunu düşünüyordum ya da gerçekte o yaşın ancak muallak kelimesiyle adlandırılabileceğini çünkü kelimenin anlamının anlamsızlığı ve açıklanamazlığı ifade etmesi yüzündendi… belki ya da sanki… ne bileyim ve bilememekti ve bilmek istememekti, sanki veya belki…

Siz hırçın mısınızdır?

Dur yahu, kalkma hemen; otur şöyle…

Demek istediğim: Hırçınlık bir bedeldir aslında… bilmeyi istememenin bedelidir… bilmediğini anladıkları anda, bilmeni sağlarlar… öyle öyle… ansızın ve destursuz koyarlar bilgiyi kafana… yerleştirirler bir güzel ve gereklidir kanlarınca…

Bilgi, artık zihninde bir yerlerdedir… usul usul yıpratır ve soldurur cahilliğini… o dinginliğe ve elastiki sabra ulaşmak eskisi gibi mümkün değildir. Bildiğin her şeye lanet etmeye, küfretmeye başlarsın. İlgisi olmayan her bilgiyi artık onunla ilişkilendirirsin. Eline tutturulmuş bir hançerdir o ve ziyadesiyle silahtır… altıkerepatlamaz… mermi kovanları daima hizmetindedir. Basarsın tetiğe ya da saplayıverirsin pembe dimağlara.

Bilginin ne olduğu, neyi anlattığı çok önemli değil. Değişkendir zaten. Kafa yormaya değmez. Bilgiden kaçalım istiyoruz şurada, kurcalama daha…

Yalnız şunu bil!

En yararlı bilgi ve en değerlisi haliyle, kendin hakkında öğrendiğin ya da keşfettiğin bilgidir. Çünkü direk seni sana anlatan bilgidir. O yüzden eşsizdir. Yolunu belirler, daha ne olsun; ya da bir boka yaramaz, alıklıkla meşgul dimağının onu fark edeceğin zamanı bekler durur.

Seni umursamazlar; aslında ellerinden gelse… … …

Aniden bir üşütme geldi; beraberinde tüm vücudunu sarsan şiddetli bir titreme. Bilgisayarının başından kalktı ve koltuğun üzerinde duran hırkasını geçirdi sırtına. Dışarıda güneş vardı. Çığlıklar ve motor sesleri. Bir fren sesi. Dijital bir bibleme…

Sigarası yoktu. İçmiyordu sigara ama olsaydı içerdi bir tane.

Nefret bile etmiyordu artık hiçbir şeyden. Her şeyi sevmiyordu sadece. Yalnızca, içten içe sıkılıyordu ve hep sıkılmıştı zaten, içten içe. Of, bu cümle resmen boğdu onu.

Elini ağzına götürdü ve sigarasından bir nefes çekti. Yoktu, ama yine de yaptı.

Kendini yazmaktan usanmıştı. Yorulmuş ve tabi ki sıkılmıştı. İstemiyordu, çünkü biliyordu. Kendisini biliyordu. Bilmek istemiyordu ama bilmesi sağlanmıştı. Kendi benliği bilincine konulmuş bir bilgiydi. O istememişti. Evet, yukarıda yazdıklarına -şu en yararlı ve değerli bilgi safsatasıyla ilgili paragraf bilhassa- bir tutam bile inancı yoktu. Aklının inanan ve güvenen kısmı onların kontrolündeydi. Bu yüzden direnmiş ve mücadele etmişti. Kavgaya karışmıştı. O kavgada ağzını burnunu dağıtmışlar ve zorla kendini bilmesini sağlamışlardı. Kaçmak da yararsızdı. Hem onlardan, hem kendinden kaçacak kadar saha deneyimi yoktu. Lanet olsun bunlara! Korkak değilim ben! Ama… … …

Kafasının içinde nükseden -zaman zaman oluyordu böyle- bir patlama sesiyle açtı gözlerini. Kendini toparlaması yirmi saniyesini aldı. Yerde yatıyordu. Yüksek bir tel bariyerin dibinde, atılmış karton kutular ve tenekeden çöp kutuların yanındaydı. Atlarken kafasını sert bir şeye çarpmış olmalıydı. Zonkluyor ve acıyordu. Çok fazla baygın kalmış olamazdı, hala tel bariyerin öteki tarafından koşan ayakların telaşlı patırtısı ve öfkeli bağrışmalar geliyordu kulağına. Köpek havlamaları da vardı. Sokak köpeklerinin havlamalarına karışan, istikamet belirten eğitimli köpek havlamaları, siren sesleri, uykusu bölünen çocuk zırlamaları…

Doğruldu ve koşmaya başladı. Sol bacağı aksıyordu koşarken. Ağırlığını sağına vererek devam etti. Bu arada işlek bir caddede olduğunun farkında olamayacak kadar dikkati dağılmıştı ve neredeyse bir spor araba tarafından tepeleniyordu.

Hani herkesin hayali olan kaza!

Her neyse, bu saçma sapan klişe bile onu kararlı kaçışından alıkoyamadı. Elleriyle dur işareti yaparak üzerine doğru gelen tüm spor arabaları yavaşlattı ve koşar adım caddeyi geçti. Arkasındalardı hala. Sesleri kulağına kadar geliyordu. Diğer kulağı fazla önemsemezdi böyle şeyleri. Biraz nefeslendi, çevresine bakındı. Saklanacağı bir yer arıyordu. İşte tam da o sırada gördü kızı. Görür görmez de tanıdı. En nihayet tekrar karşılaşmışlardı. Konuşacakları çok şey vardı.

Muhtemelen kız da, bu karşılaşmayı kafasında binlerce kez tasarlamıştı. Hepsi bir öncekinden daha ROMANTİK; belki daha EROTİK! Ama onu üstü başı toz toprak içinde, koşmaktan nefes nefese, terli ve bir hayli telaşlı halde hiç düşünmemişti.

Ne arıyorsun burada? Ne oldu, neyin var?

Anlatırım ama bana biraz zaman ver. Beni burada bekle.

Aceleyle caddenin soluna bakan köşede duran ve fazla dikkat çekmeyen ufak bir kitapçı dükkânına daldı ve oradan en ağır ve büyük SÖZLÜĞÜ satın aldı. Parası ucu ucuna yetmişti. Zamanı yoktu. Tekrar kızın yanına döndü ve elinde tuttuğu ağır sözlüğü hızla kafasının orta yerine geçiriverdi. Kızı bayıltacak denli şiddetli bir darbe olmuştu. Diğer kulak bile darbenin şiddetli KÜÜT! sesine duyarsız kalamamıştı. Çınlamaya başlayarak protesto etti bu nahoş usulsüzlüğü!

Başarmıştı sanki. Zafer onundu! Artık elinde bir rehinesi vardı. Her şeyi yapabilirdi onunla, her şeyi yaptırabilirdi onun sayesinde. Sonsuz bir olasılıklar zinciri halkasının iç gıcıklatan şakırtı sesleri geliyordu, kendisinden taraf olan kulağına. Diğer kulağı ise, galiba onursuzluğun zaferi olmaz der gibi seğiriyordu; tıpkı bir balıkçı yelkeni gibi.

Elbette AŞK da vardı. Üstelik…

zaten vardı!

Dört yapraklı yonca benzeri bir şeydi onların Aşk’ı. Zor elde edilmiş ama çok kolay ve bencil bir zalimlikle yitirilmiş…

Biri omzumdan tuttu ve sertçe kendine çevirdi! Korkuyla sıçradım yerimde.

Ne yapıyorsun!

Ben? Bilmem, ne yapayım?

Saçma sapan güzellemeler yapıyorsun… yeterli bilgiye sahip değilken üstelik ve klişe bir romantizm sevdasına bel bağlıyorsun.

Kimsin lan sen? Sen de Mr. Spock’a benziyorsun; klişeden bahsedene bak!

Benim kim olduğum ya da kime benzediğimi boş ver sen…

Anında yüzü kurabiye hamuru gibi yumuşayıp başka bir şekle büründü. Şimdi de aynı Falconetti’ye benziyordu. Yani o karaktere can veren aktöre. Tanımıyorsunuz değil mi?

Evladım, ona buna benzetmeyi bıraksana yüzümü. Ne dediğimi anladın mı sen?

Yine değişmeye başlamıştı yüzü…

Evladım deme lan bana!

Sakin ol. Ben tarafsızım. Sadece seni uyarmak istiyorum. Lüzumsuz ironik çağrışımlara yöneliyorsun. Bilgiden kaçayım derken, yine ondan faydalanıyorsun; yani kızın kafasına ansiklopediyle vurmak neden?

Sözlük…

Her neyse; boş benzetmeler, ucuz edebiyat! Yapma çocuğum böyle…

Doğru konuş lan! Çocuğummuş… sana mı soracam ne yazacaamı…

Yüzü birden Gargamel’e dönüştü karşımda… sonra da Bonanza da ki Hoss Cartwright oldu.

İyi be, iyi! Yardım edelim dedik, işitmediğimiz hakaret kalmadı! Rahat bıraksana yüzümü yahu; muhteviden kalma dizi oyuncularına yoğurup duruyorsun.

Ne demek lan, muhteviden kalma! Hem, kim senden yardım istedi hırt! Senin kim olduğunu bilmiyorum sanki… sen, beynimin kontrol altında olan lobundan fırladın geldin değil mi? Kimi kandırıyorsunuz lan siz, dürzü ib…-a… lan siktir git!

Öyle olsa ne olur ha, öyle olsa ne olur? Seni doğruya ve mantığa yönlendiriyoruz işte. Aşkı bile anlatmayı beceremiyorsun daha. Hehe…

Sırıtma lan karşımda, ukala yavşak! Mantığa çağırıyormuş. Sizin mantığınızı biliyorum ben. Geleceğe dönük planlarınızdan da haberim var. Asıl niyetiniz belli sizin!

Öyle mi… neymiş ki bizim niyetimiz?

Yüzü eğildi, büküldü; sonunda Dallas’ın riyakar ve ikiyüzlü J.R.’ına dönüştüğünü anladığım anda, okkalı bir tükürüğü yapıştırıverdim suratının ortasına!

Aaa… seninle de hiç konuşulmuyor ki birader! Bu ne ya!

Senin yaptığın muhabbet mi lan… karşıma geçmiş, götünle çekirdek çitliyorsun…

Kim demiş? Yalan, vallahi de yalan… biz yapmayız öyle şey… İtikadımız yüksektir bizim.

Öyle tabi… herkes öyle biliyor.

Çıkardım fotoğrafları trençkotumun yan cebinden. Attım suratına. Dünyanın hemen her yerinde götünle çekirdek çitlemişti bu herif. Fotoğraflar yalan mı söyleyecek?

Üzerimde bir trençkot olduğunu bilmiyordum. Ona da şaşırdım. Gri böyle… kırışık…

Baktı resimlere. Şaşırmış görünmüyordu, aksine eski günleri yad edermiş gibi bir gülümseme oturmuştu Yakari’ye benzemiş Kızılderili suratında.

Sen mi anlatacaksın bana aşkın failün-failatün çekimini… anlatabilsen bile benim AŞKIMIN o kalıba oturacağını nereden çıkartıyorsun, KEPAZE!

Hafif içerlemiş bayan Topesto gözleriyle baktı biraz. Sonra fotoğraflardan birini seçip bana gösterdi. Almak istiyordu. Başımı hafif yana yatırarak onayı çaktım. Acayip afiliydim.

Yüksek umutlar mı besledik beraber? Sanki veya belki…

Ama her şeyin sonunda elimde kalan ve suratımda patlayan gerçek, maalesef; kadınların ilk tutkusunda aşığını, sonrakilerde ise sevdiğinin sadece, hep aşk olduğu aforizmasıydı ki lanet olası kehanet, evet benim adıma sanki bir kehanet gibi, Byron imzasını taşır. Her ne boksa işte!

Yeter hadi, tamam! Kaybol, gözüm görmesin seni…

Fena bozulmuştu. Döndü sırtını bana yavaşça, elini cebine attı ve bir avuç günebakan çıkardı. Ağır ağır uzaklaşırken, bir yandan da pantolonun düğmelerini açmaya çalışıyordu.

Ona söylemedim ama o da az afili değildi hani. Tabi ya, bir düşünsenize. Kim gösterişli bir gondolla Grande Canal üzerinde gezinti yaparken, Dante’nin İlahi Komedyasında bile adı geçen Venedik Tersanesine nazır götünü açıp da çekirdek çitlemiştir.

Yok!

İşte bu, beynimin kontrol edilen lobundan çıkıp gelen adamın, ilk kez giydiğim trençkotumun cebinden çıkarttığım ve sonunda kendisi için seçtiği fotoğrafın hikâyesidir. O hikâye de hiç utanıp sıkılanmadan elbet bir gün yazılacaktır.

Gerçi Dante “Inferno” da birazını çıtlatmıştı…


HEPSİ BU

ÖLÜ VEYA DİRİ

0 y o r u m
Günün birinde zar zor düşerek başladığım boktan hayatıma, herkese ait olan bu yaşama yani, o da sıra dışı bir tazyikle fışkırarak, lanet bir ekşimiş ve çürümüşlük kokusuyla birlikte uyandı. Sadece ağzımı açık tutmam yeterli olmuştu. İçimden, benden kaçarcasına dökülüyordu; inanamazsınız, tuvaletin o Hilton lavabosu anında dolmuş ve kenarlarından taşıp yer fayanslarına akmaya başlamıştı.

Bir ismi ya da dili yoktu ama şimdiden bu hayata benden daha fazla adapte olmuş gibi görünüyordu gözüme. Üstelik benden çıkmış, pardon yok, kaçmıştı.

Aynada ki adama baktım. Bir kısmı sakallarıma bulaşmıştı. Kesmiyordum sakallarımı; hiç olmazsa onlar benden kaçmıyorlardı. Sadık ve müşfiktiler bana.

Masama dönmem gerekiyordu. Diğer masaların arasında bir yerdeydi. Benim diğer insanların arasında olduğum gibi.

Oturup bir sigara yaktım hemen. Masamdaydım. Aşınmış, üzeri çizik çizik eski ağaç masaları kaldırıp yerlerine bu yeni plastik alaşımlı masaları koymuşlardı. Yeniydiler ama insanı sahiplenmiyorlardı. Soğuk ve mesafelilerdi. Nefret etmiştim bu yeni masalardan. O eski ve dost canlısı ağaç masaları özlüyordum. Her daim dirseklerimin derilerini sıyıran koyu kahverengi, koca cüsseli, babacan tavırlı masaları.

Benim bir sorunum yoktu o masalarla, anlaşılan benim dışımda herkesin varmış. İnsanoğlunun talepleri bitmez; doyumsuz bir küstahlıkta, aç bir yamyamın karın gurultusu gibi yükselir her şafakta…

Yoksa adına medeniyet kültürü dediğimiz şey, yalnızca açık yaraya bastırılan tentürdiyotlu bir pamuktan mı ibaret?

Biramdan ufak bir yudum alır almaz zihnimi kuşkulu bir düşünce meşgul etmeye başladı. Belki de yazamayacağım bir öykünün konusuydu. Diyordu ki; madem bu dünya evrenin yalnızca tek bir odası; öyleyse insan, bir odanın içinde nereye ve ne kadar uzağa kaçabilir ki…

Aniden sol omuzuma bir elin ağırlığı çöktü ve bastırdı.

“ Lan oğlum Mükerrem! ”

İsmim bu değildi.

“ Efendim.”

“ Geçen hafta bir oğlum oldu. Bilmiyorsun tabi. Hadi diple şu biranı, yenisini getirecem sana. Oğlumun şerefine. Müesseseden lan.”

Henüz yalnızca küçük bir yudum almıştım biramdan. Bardak doluydu ve benden diplememi istiyordu. Oğlu olmuştu geçen hafta. Geçen yılda bir kızı. Adam yaşamın içinde kalan son birkaç boşluğu, dehşet veren bir ereksiyonla dolduruyordu. İlk birkaç eli kazanan kumarbazlar gibi heyecanlı ve hevesliydi. Ağzımın sol köşesiyle sırıttım ve zaten o kısım görünmüyordu bile…

Tek dikişte, dibini buldum bardağın. Nefes almadan, gırtlağımdan aşağıya bıraktım hepsini. Midemden korkunç bir gurultu boğazıma doğru yükseldi. Onu da yuttum. Külçe gibi indi aşağıya, küfürler savurarak. Şafağa daha çok vardı.

“Geğirebilirsin.” Dedi sevgilim.

Bana karşı anlayışlı olmaya çalışıyordu. Kafamı iki yana salladım, gerek olmadığını anlatmaya çalışıyordum. Hangisini kastettiğim konusunda kafası karışmış olmalıydı.

“ Lavabo… ”

Kalktım masadan. Yolum çok uzaktı sanki. Beynim, gitme otur; en kötüsü şu köşeye sıçarsın işte, diyordu ama onu hiçbir zaman dinlemedim ben. Kontrollü bir yavaşlıkta süzüldüm alık insanların ve onların sahte, manasız masalarının arasından. İçkimi tazelediğini işaret etti bana uzaktan, muhtemelen gelecek yıl da çocuğu olacak adam. Aynı köşeyle sırıtmaya çabaladım.

Çok kalabalıktık. İnsanoğluna galaktik bir müdahale gerekiyordu belki de. Haksız mıyım? Ya da aralarından sadece beni alsalar da olurdu. Bu da bir nevi müdahale sayılırdı. Narsisim mi bu?

Şimdi tekrar aynı lavabonun önünde duruyordum. İçimden hararetli bir telaşla kaçan şeyin huzurundaydım yine. Bir yere gitmemiş, hala ilk çıktığı yerde hareketsiz fakat daha koyu ve yoğun bir görünümde, sinir bozucu bir yavaşlıkta yer fayanslarına damlamaya devam ederek gözümün içine bakıyordu. Karakterinde ki korkunç huzuru hissettim o bakışlarda, içten içe. Bu kadar kısa bir zamanda, huzuru kavrayabilecek bilgeliğe sahip olması beni şaşırtmış ve doğrusu panikletmişti. Merkezine doğru değişen, kararan renginde bana anlatmak istediği şeyler olduğunu hissettim. Hafifçe eğildim üzerine.

Seni yargılamıyorum, sen olduğun gibi kalmalısın diyordu bana. Fakat senin de anladığın üzere ben senden farklıyım. Yaşam beni içine çekti.

Bu şey, benden daha akıllı olduğunu düşünüyordu. Öyle mi? Belki de haklıydı.

“ Cismen bir bedene sahipsin ve tüm varlığın yaşama ait ama sen bütünüyle yabancılaşma taraftarısın. Yaşam sana değil, sen yaşama yabancılaşırsın ancak. Ben bu gerçeğin kanıtıyım. O beni kabul etti. ”

Faşist bir özgüvenle aşağılıyordu bu şey beni. Bu, minaresinin tepesine sıçtığım, benden kurtulduğu için kendini çok şanslı sayıyor olmalıydı.

Gecenin o saatinde ki anlayışıma göre, bu şey az önce bana kesinlikle düşmanlığını ilan etmişti. Beynimin sapından sırtıma doğru kor bir sıcaklık hissi yayıldı ve haksızlığa tahammülsüz birinin öfkesiyle gözlerim yuvalarında döndü. Hissiyatta öfkeyle birlikte utanç duygusu da kaplamıştı bedenimi. Anlamını çözemediğim bir utanç, bulanık ve karıncalı…

İhanet vardı. Evet, ihaneti hissediyor ama vurgulamayı yapamıyordum. Bu kadar kısa sürede alçakça ve aleni bir motivasyonla gelen adaptasyon resmen ihanetti. Evet… evet… evet…

Bunun adına bir başkası ne der bilemem; açıkçası, umurumda da değil, çünkü bu benim farkındalığım ve hiç kimsenin leş kokulu farkındalığına burnumu sokmadım ben şimdiye kadar.

Aynada ki adamla aynı şeyi düşünüyor olmalıyız ki, birdenbire ikimizde içgüdüsel bir çabuklukla lavabonun içinde ki o şeye ellerimizle dalıverdik. Bileklerimizin üç-dört parmak üzerine kadar sarmaladı kollarımızı. O anda iğrenç koyuluğunun içinde hafif bir sararma sezdim. Bu hareketi beklemediği açıktı. Varlığının dengeli yoğunluğu kendini daha akışkan bir kıvama bırakıyordu. Korkmuştu. Lavabonun kenarlarından şiddetli taşmalar oluyordu. Kaçmaya çalışıyordu benden ama onu hayatın içinden çekip almaya kararlıydım. Derinde ve merkezine yakın bir yerde ellerimi yumruk yaparak, avuçlarımın arasına sıkıştırdığım pütürlü, safra ve salyaya bulanmış yapışkan sıvıyı son gücümle ve sağlam bir kararlılıkla sıkmaya başladım. Aynada ki adamda aynısını yaptı. Gırtlağına çökmüştük orospu çocuğunun ve bizden kurtulması imkânsızdı.

Manasızca çırpınıyordu ama yanıltıcı olmasın, çırpınması manasız demiyorum. Demek istediğim, aşağı yukarı kırk beş-elli dakikadır yaşamla haşırneşir olmuştu ve yine de ondan kopmamak adına, çırpınacak kadar yoğun bu kavrayış şaşırtıcı, samimiyetsiz ve gerçekdışı görünüyordu. Yani böyle bir şey mümkün mü? İmkânsız! Çırpınışları sadece küstahlıkla açıklanabilirdi.

İçine çektiği tüm yaşamı çekip çıkarana kadar ya da onu içine çeken yaşamdan çekip alana değin, var gücümle sıktım!

Sıktık! Yüzeyinde hava kabarcıkları patlıyordu, her biri yaklaşan ölümünün kanıtı gibiydi.

Sıkmaya devam ettim! Olağanüstü çabalıyordu. Alnımdan düşen ter damlaları yavaşça çekilmeye başlayan şekilsiz varlığının içine karışıyordu. Terimin her damlası onun olağandışı varlığına sıçrayan birer ölüm zehriydi.

Dişlerimi gıcırdatarak, giderek kabaran bir öfkeyle sıktım! Belki de varlığı bir mucizeydi. Önemsemiyordum. Sikmişim mucizesini!

Benim atığımdı sadece. Mucizeyse eğer, benden çıkmış bir mucizeydi.

Nihayet rengi soluklaştı ve kokusu dayanılmaz bir hal almaya başladı. Lavabonun içine doğru ağır ağır çekilmeye başladı. Ardında sarımtırak lekeler bırakarak, deliğin içine yavaşça akıp gitti. Bu hayata tutunmayı, son kalan damlası da vazgeçinceye kadar ellerimle sıktım onu. Aynada ki adam bana bakarak sırıttı.

“ Başardık, öldürdük onu! ”

Heyecanlı ve mutlu görünüyordu.

Evet, öldürdük… Dedim. Ben onun kadar mutlu hissetmiyordum. Utanç daha baskındı. Nedenini bilmiyorum.

Musluğu açtım ve suyun lavaboda, o şeyin ardında kalan son pislikleri de alıp götürüşünü izledim bir süre. Ellerimi ve kollarımı yıkadım. Üzerimde parçaları vardı. Suyla birlikte akıp gitti hepsi. Serin suyu çarptım yüzüme üç-dört kez. Nefesim düzene girene kadar bekledim. Sonra suç mahallini soğukkanlılıkla terk ettim.

Bir sigara çektim paketten ve dibini masaya vurmaya başladım.

“ İyi misin? ” dedi sevgilim.

“ Evet, iyiyim. ”

Uzanıp avucumla yüzünü okşadım. Bir katilin elleriyle…

Ne!

Yoksa siz, masumiyeti ve saflığı korunmuş vicdanı elinden alınmış tek insanın, Michael Corleone’ mu olduğunu düşünüyordunuz.

HEPSİ BU

çok sıkıcı çok

0 y o r u m
buz mavisi diye bir renk var mıydı, soğuk değil, hiç değil ama sanki dört bir yan, uçsuz bucaksız derler ya, her bir yöne doğru kar ve buz ile kaplı, rüzgar da var, bir yandan aldığını diğer yana taşıyor, taşıdığı yerden alıp başka bir tarafa atıyor, sersemletici.
çok uzak diyemeyeceğim ama asla sesimin ulaşmadığı bir mesafede yürüyor bir karaltı, ben durunca duruyor, oturuyorum oturuyor, arkasını dönüp de bana bakmıyor. yine de hep benimle ilgili olan biten diye düşünüyorum: sanki yetmiş metre öteme bir ayna koymuşlar ve o aynayı eşekler çekiyor, ben oturunca, eşekler de oturuyor.
günlerce yürüyüp de onu gördüğümde çok sevinmiştim, kim olursa olsun, arkasından bağırmıştım, günlerdir devam eden yıllar sona erecek gibiydi sanki, bir iki kelime edebileceğim biri, benden başka biri vardı demek ki bu cehennemde; işte o yüzden peşine düştüm onun ama bir türlü arayı kapatamıyordum. artık delirdim ve hayal görmeye başladım, diye düşündüm; of siktirsin gitsin, hayatım onu takip etmekle mi geçecek, diye düşündüm; belki bir iki şey daha düşündüm. yok ama, o rüzgarlı beyazlık budalası çölde aramızdaki mesafeyi kapatamadım bir türlü.
bir kere baktı bana doğru ya da bir kere dönüp de arkasına baktı. kollarımı salladım, evet ulan, dur bekle gelmemi, diye haykırdım. inatla mesafeyi korudu, anlaşılır şey değil, gerisin geriye koştu, benden tarafa bakarak ama durmadı, inanılmaz, durmadı!
sonunda pes ettim ve dakikalarca birbirimize baktık, ya da dediğim gibi, birbirimize doğru...
kendimi gereksiz hissedene kadar bakmaya devam ettim ona, kendimi gereksiz hissetttiğimde, yoksa bana bakmıyor mu diye düşündüğümde yani, arkama, "sorsalar rüzgarlı bir beyazlık", diyebileceğim boşluğa, korku ve umutla "başka da bir şey olabilir orada" diyebileceğim boşluğa döndüm...

sıkıcı, geç!

günlük hayatındaki tüm problemlere düşlerinde çözüm bulan; arkasından konuşulanları, kimin ne için ne dediğini düşlerinde tamı tamamına gören; bir kutu varsa o kutuyu düşlerinde açan adamın, tüm bu yeteneğine karşın tek kusuru vardı: düşlerini hatırlamıyordu. uyandığında yatağından çıkması zor oluyordu, işte, tüm bildiği buydu.
günün birinde deprem oldu, düşünün tam ortasında uyandı. ne yapacağını bilemedi, yatağından fırladı, pantolonunu kaptı ve kendini sokağa attı. yer gök titremeye devam ederken mahallenin parkında çimlere uzanmış, şu cümlenin nasıl biteceğini düşünüyordu: "kalbini çıkarıp, ağzım yüzüm kan, büyük bir keyifle yalayacağım çünkü sözlerin beni cehenneme gönderdi; bana söyleyebileceğin en üzücü şeyi söyledin, beni..." işte, gerisini hatırlamıyordu. onu? ne? çok az şarjı kalmış telefonunu çıkardı cebinden, arayıp konuşmak istedi onunla, hem deprem olmuştu, içip içip arama beni, diyemezdi.
telefonun turuncu ışığına bakıp cesaret toplamaya çalışırken, üç hafta önce ne söylediği aklına geldi.

çok sıkıcı! geç!

"fakat, şah genç kıza sahip olmak isteyince kız ağlamaya başlamış. şah ona, 'neyin var?' diye sorunca; kız da 'şahım! bir kız kardeşim var. ona veda etmek isterdim.' demiş. şahın arattığı kız kardeşi gelince, şehrazad'ın boynuna sarılmış; ve yatağın ayak ucuna sokulup kalmış.
o zaman, şah ayağa kalkmış ve bakire şehrazad'a sahip olarak kızlığını gidermiş. sonra konuşmalar başlamış.
dünyazad, şehrazad'a demiş ki: 'allah seninle olsun! ablacığım, geceyi hoşça geçirmemiz için bize bir masal anlatsana!' şehrazad, 'bütün kalbimle ve yerine getirilmesini görev bilerek! ancak yüce ve soylu şahımız izin verirlerse' diye yanıt vermiş. şah bu sözleri duyunca, zaten uykusu da kaçtığından, şehrazad'ın masalını dinlemekten tedirginlik duymamış.
ve şehrazad, bu ilk gece, aşağıdaki masalı anlatmış:"

of, çok sıkıcı, gerçekten, çok sıkıcı!

her şey sustu

2 y o r u m
evet efendim, bir anda, işte o dakikada, her bir sik sustu. lan ne çok ses varmış; ne büyük bir gürültü! şu cızırdayan şey vardır ya, cızırdaması birden durur ve tam da o anda fark edersin onun kim bilir ne zamandan beri cızırdadığını; ne boktan bir uyum sağlama nanesiyse, sustuğunda ancak konuşmaya başlarsın: "bu nasıl bir ses yahu? kafamızı sikiyormuş!"
işte; herşey sustuğunda, o muhteşem bir iki saniye boyunca, huzur vardır: öylece bakarsın çevreye, ne bok yiyeceğini bilemezsin.
ama sonra , armut kafalı bir boka yaramaz sik suratlı amcık ağızlı götlek bir yaratık olduğumuzdan konuşmaya başlarız: "her şey sustu!" deriz.
ve bir milyar tastik gelir: "evet, ne acayip bir sessizlik oldu, abi, huzur sessizlikte!". biz de, buna benzer şeylerin milyon kere tekrarlandığı, sergilendiği bir hıyarlık müzesinde gezindik, "işte budur!" diyerek. o müze, "şimdiki zaman bu!" restorasyonundan kısa süre sonra kapılarını açtı hırtlığa!
sonrası ses, gürültü tabii, kafa kaldırmaz!
özgürlük, adalet, şans, aşk, hikaye oldu, of, ne gürültü, tekrar başa döndük, daha önce de başa dönmüştük, yıllar sonra utanmadan yine başa döneceğimiz kesin!
armut kafalı bir boka yaramaz sik suratlı amcık ağızlı götlek bir yaratık olduğumuzdan, o gün (yine) geldiğinde sustuk; bir süre tavşanları ve yosunları düşündük ki bu süre içinde tüm tavşanlar ve yosunlar, öylece durdular.
en amcık ağızlılarımız tavşanlar ve yosunlar hakkında hikayeler uydurdu.

gece güzel; uyurken bile.

3 y o r u m
coşkuyla uyandım. sanki çok başka bir dünyaya aittim biraz önce, tüm o kutlama, heyecan, şatafat üzerimde etkili olmaya devam ediyordu ancak karanlıkta kısılmış gözlerim sessizliğin içinde şaşkın kalmış beynime bir ışık parçası, bir pırıltı noktası bile gönderemiyordu.
tuvalete koşturdum; işemeye başladım, sağ elimi fayansa dayayıp. kendime gelsem mi gelmesem mi bilemiyordum. çiş kanalizasyona karışırken, bana verilen "nişanı" hatırladım, "böyle de muhteşem, şöyle de şahane bir insansın; ha gayret, aç gözlerini!" diye haykırmışlardı bana, kaşla göz arasında madalyayı şak diye takmışlar, alkış kıyamet koparken çığlıklar atmışlardı.
neredeyse bir iki dakika önce...
oooonca insan sırf ben yatağa işemeyim diye mi bir araya gelmişlerdi? kendimi -manyak gibi- muzaffer hissediyordum, evet, işte, bunu da hallettik onca biraya rağmen! oh yüce tatlım, bunu da hallettik!
oysa çiş hani?
yani, ne bileyim, çiş!
aman efendim, öyle de bir duygu hali ki, sanki dünyayı kurtardık! şamata bile yaratıyor aklı ikna etmek için bilmem neredeki organlar, et parçaları; hiçbirini tanımam etmem!

İÇERİDE GERÇEK BİR İHTİŞAMI SAKLAR DUVARLAR

3 y o r u m
Onu bulduğumuzda kocaman cüssesi ve olanca ağırlığı ile tam önümüzde, kıpırtısız bir durağanlıkla havada asılı duruyordu ve ilk bakışta insanı şoka uğratan bir ihtişamı vardı. Yalan yok.
Bunu yapacağını biliyordum aslında; çünkü yapabileceğini söylemişti bana. İnanmadım ona. Neden inanayım ki; daha bir hafta önce, duvarların içinden geçebileceğine emin olduğunu söyleyen biriyle konuşmuştum burada. Tek bir yolu var demişti. Parmağını sivriltmişti böyle. Sadece zayıflaması gerekiyordu. Tığ kadar inceldiğinde kaçabilecekti bu delikten. Kulağa daha inandırıcı geliyor.
Ama bu… Bu götoğlugöt, gerçekten yapmıştı, dediği şekilde hem de. Tavandaki ısıtma borularının arasındaki şu örümcek ağının aşağıya kadar sarkan ipliğini görüyor musun, demişti; işte onunla asacağım kendimi. Söylediklerine kayıtsız, boş ve donuk bakışlarla karşılık verdim. Tüm ifadesizliğime rağmen göz pınarlarıma kadar yükselen şüphe tomurcuklarını fark etti. İstemeden de olsa onu cesaretlendirmiştim. Kurumuş dudaklarını yaladı, mantığının daracık rihalesine zorlukla sığdırdığı götünü, bilimin yağlı kaydırmacından hevesle aşağıya bırakmak niyetindeydi. Hem sen biliyor musun; örümceğin ipliği bir çelik telden iki kat daha güçlüdür, dedi haklılığını benim tarafımdan onaylatmak istercesine. Orospunun evladı. Haklıydı.
Olduğum yerde durdum ve onu seyrettim. Uzaktan, yanaşmadan. Şimdiden meraklı gözler sarmıştı etrafını, bir sürü deli. Örümcek ipliği ile asmıştı kendini hayasız dürzü. İnanılmaz değil mi? Biliyorum. Ama benim de gözlerim kör değil ve karşımda olanca gerçekliğiyle havada asılı duruyor herif işte ve tuhaf; Sanki yükselmiş ve öylece, sabit, havada durmuş gibi, sanki: kalmış gibi! Tabiİ ki öyle değil aslında, sadece öyle görünüyor. Dikkatli bakmadıkça arada gerili olan saydam ipliği göremiyorsunuz, boktan bir göz yanılsaması işte. O yüzden tuhaf.
Lanet olasıca örümceğin ipliği, boğazına o kadar sıkı oturmuştu ki, gırtlağını dolayan ipliğin bir kısmı etin içine gömülmüş ve dışarıya doğru kabaran morarmış et boğumları pörtlemişti. Biliyorum, iştah açıcı…
Sonra bir şey oldu. Ani bir değişim sanki. Yabancı ve yalın bir duyguya kapıldık. Vahşi ve yukarıda. Balık ağına dolanmış ıstakozlar gibi çırpındık. Yetersizdi çabamız ve gereksizdi aslında. Bunu anladık çok geçmeden. O duygu, bu domuz ağılında, içine bulandığımız ne kadar bok varsa-somurdu. Emdi bizi. Kendimizi iyi hissettirdi. İyi hissediyorduk.
Kutsal görkem!
Uyanış aynı anda öfkeyi ve katıksız nefreti beraberinde getirdi. Yeni değildi. Bilirdik hepimiz nefreti. Tanıdıktı ve aldık içeri. Değiştik. Zafer köpük köpük doldu ciğerlerimize. Güçlendirdi bizi. Korkularımız sinmiş cesaretimizle yer değiştirdi kokuşmuş karanlığımızda. Çürümüş ereksiyonumuz özgürlüğün mavi kanıyla tazelendi. Hazırdık hepimiz diklenmeye. Balonun içindeki nefese üflemeye…
İçimizde yeşeren gücün azametini tanımlamak beceridir; sarkık lambaların ışığına yakın olmak ve gözkapaklarının ardındaki parlaklığa alışmak gibi. Değil mi?
Yanılmıyorsam bizimkisi dürtülenmiş coşkuydu; e deliyiz arkadaş, ne olacaktı ki başka. Bir bakıma sanki coşku da denemez buna, ne bileyim; siz düşünün, herife hayranlık duymaya başlamıştık ama nefret de ediyorduk bir yandan, nefretimizle yetinmiyorduk, gıpta da ediyor ve şişmiş, morarmış suratına bakmaya doyamıyorduk.
Kibirli ve yanıltıcı bir yüze…
Zaten burada asla doymuyoruz ki; hep bir şeyler ve bir yerler aç kalıyor, daima böyle. Ruhumuz aç, karnımız aç, gözlerimiz aç, kulaklarımız, burunlar, eller… Köpek sürüsü gibi “AÇIZ” ulan!
Her neyse…
Bir alkış tufanı koparttık ki sormayın, tüm tımarhane duvarları sarsıldı. Deliler gibi alkışlıyorduk… Bırak takılma şimdi benzetmeye.
Ellerimizi birbirine çarpıyorduk… Avuç içlerini duvarlara vuranlar da vardı… Alkışın daha tok bir sesle yükselmesini istiyordu onlar… Çözümler bitmez ve hepsi bizde var… Sonra, avuçlarını yanındakinin avuçlarına vurarak alkışlayanlar vardı… Dur bak, daha bitmedi… Enseye vuran, yanaklara çarpan hatta ışık hızıyla alkışladığı için hiç alkışlamıyormuş gibi görünen süper-şakşakçılar vardı. Alkışın hasını onlar yapıyorlardı. İstekle ve azimle.
Ortalık curcunaya dönmüştü. NE YAPIYORDUK Kİ BÖYLE!
Sonra, içimizden biri heyecanlı bir koşturmacayla bahçeden binaya dalıp, aynı hızla karnavalımıza katılıverdi. Nefesi soluk borusunda mola vermiş, gırtlağı içeriye çökmüştü.
“Dışarıda yağmur damlaları düşmüyor… Havada asılı duruyorlar!”
Saldığı nefesi ıslık gibi ötüyordu ve sonra parmaklarını kütürdetmeye başladı.
Anlayabilmek için fizik profesörü olmaya lüzum yoktu. Zamanı kendi tekeline almıştı; bizim iplikçiden bahsediyorum, onun orospusu olmuştu zaman ve duruyordu. Hepimiz muhteşem güzellikte bir duvar saatine bakmaktaydık ve bu saatin kıpırtısız sarkacıydı o. O kıpırdamadığı sürece zaman akmayacaktı ve akmayan zaman hızla katılaşacak, yoğunlaşacak –Aman Tanrım!- kütleşecek, bir süre sonra fark edilir gerçekliği zihnimizin tüm inkâr filtrelerini tıkayarak bu hayatta nefes almamızı imkânsız hale getirecekti.
Bize kastı vardı puştun, düşmanıydık onun…
Allah belasını versin: harikulade görünüyor!
Aramızdan biri, bir fikir attı ortaya… Kuracaktık onu… Saatler kurulur, öyle değil mi… Belki hepsi değil ama bu soysuz fırlama kurulmaya müstahaktı… Bir şeyler yapılmalıydı… Denemeye değer diye düşündük ve fazla seçeneğimiz de yoktu aslında, yani mantığa en yatkın olasılık gibi duruyordu.
Zamanı eski akışkan ve sürükleyici etkisine döndürmek gerekiyordu bir şekilde ve hepimiz kabul ettik, nöbetleşe olarak ve hiç aksatmadan kurduk onu… İşe yaradı… Lanet olası kurulabiliyordu… Tamam, ayağına dokunuveriyorduk sadece, hafifçe iterek… Ne merak bu böyle!
Fırtınalı bir çölde bezgin ve ağır aksak ilerleyen bir deve kervanı gibi bıçak sırtında geçti yıllar. Olur, inanmayın siz; delilerin zaman kavramı çok muğlâktır ama güvenilmez de değildir.
Yıllar ve ardından yine yıllar ve tekrar yıllar ya da…
Hiç ayrılmadık oradan. Baktık. Sadece. Kurduk birde…
Ondan bize yansıyan her şey anlamlıydı. Anlamı özümsediğimizde bizlere hissettirdiği her şeyse tiksindirici ve özel; biliyorsunuz - bilin öyleyse – bir çay kaşığı dolusu gerçek bile bazen tiksindirici fakat değerlidir ve onu kanıksama zorundalığıdır, o gerçeği bir piramit meşalesi kadar değerli kılan.
Sırtımızda tonlarca ağırlık vardı ve dayanılmaz olmuştu artık anlam aramak ve anlamda mantık aramak. Bana kalırsa anlam, sadece bir şeydi. Demek istediğim: yalnızca basit ve alelade bir nitelendirmeydi anlam, yani “Şey” gibi…
Anlatamadım mı?
Siz anlamadınız…
Yahu siktiğimin huzuru anlamdır, eşsiz… Kısa… Sessiz.
Kusmuk anlamlıdır; gerçek… Yoğun… Nedenli…
“Ayakkabında çamur lekesi zannettiğin şeyin aslında kusmuk olduğunu fark ettiğinde derinleşir anlam; kendi kusmuğundur, kunduranın tümüne sıvanmıştır ve ancak hatırladığında o geceyi, anlarsın bir nedeni olduğunu kusmuğun.”
Kendime söylemiştim bunu zamanında. Tam zamanında söylemiştim manasında şey ediyorum. Ya da yıllar önce, eskiden anlamında da kullanılabilir. İki manada da kullandığımı farz edelim. Edin siz.
Gecikmeyin ama…
Bu soyunu sopunu siktiğim, duvar saati sarkacı kılıklı amcık da, geçmiş terapilerden birinde gözünü kapatıp şöyle demişti:
“Ağlayan gözlerinden, siyah tülden perdeler indi yanaklarına…”
Romantik ve şiirsel… Dokunaklı, sırala istediğini…
Hâlbuki değil; değil ulan, yeminle!
Yahu edebiyat profesörü olmaya lüzum yok! Okumasını bileceksin, o kadar. Gözlerden inen siyah tül perdeler, içine sıçtığım makyajı işte… Zırlayınca akıp gitmiş, boyalı eşeğe döndürmüş hatunu!
Bu!
Bizim Doktor Kürşat sever böyle edebiyat parçalamalarını… Etkilendi tabi garibim… Gözü doldu, erken bitirdi o günkü terapiyi… Kaçtı yanımızdan… Yumuşak mizaçlı biri zaten, ibnelik de var biraz!
Neden anlatıyorum bunları?
Hiç…
Zaten bir “Nedeni” neden olmalı, anlamıyorum… İllaki sözün bittiği bir yer mi olmalı? Mantıklı ve anlamlı olmalı değil mi? Olmalı mı gerçekten?
Kimsiniz, nesiniz siz? Ne yaparsınız? Neden dışarıda hep sizden var?
Anlatın bana o zaman bunları…
Söyleyin hadi, kabuğunuz ne kadar kalın… Veya var mı öyle bir şey?
Siz de kendinizi içeriden sanıyorsunuz değil mi? Aralarında dolaşıyor, birlikte yiyor, birlikte sıçıyor ve ben “içeridenim” mi diyorsunuz?
Değilsiniz. Ben içerdeyim. Yok başkası burada.
Sizin beklentileriniz var. Israrcı talepleriniz…
Bir öykü ancak, zihninizin haz etme tellerine sürtündüğü ölçüde ezberletilmiş kalıplarla kuşatılmış aklınızca değerlendirilir. Sonu olmayan ya da beklentileriniz doğrultusunda sonlanmayan tüm öyküler o çok değerli zamanınızdan pırlanta değerindeki dakikaların sizden koparılıp alınması anlamına gelir. Sıvazlamak, ovalamak, ele patlatmak varken…
“Sonunda…” diye başlayan bir son yaratılmalı(mı) gelecek paragrafta!
Siktir!
Alınmak, gücenmek yok; deliyim ben, bir delinin kusuruna bakılmaz ve buna da inandıysanız eğer: bir aptal olmaktansa, ben deliliği tercih ediyorum.
Size diyecek başka bir şeyim yok. Hayat her yerde istisnasız, doğal ve sıradan. Değişmeyen, sıkıcı bir rutin. Mahkûmuz yaşamaya. Burada niye farklı olsun; olmaz kardeşim olmaz…
Kimdi hatırlamıyorum, gerek de yok… Çıktı kalorifer ızgaralarına. Bir kaşık balla yumuşattığı dilini, bizim mendebur sarkacın kafasıyla borular arasında gerili duran örümceğin ipliğine doladı… Dudaklarıyla emer gibi somurduktan sonra, çekti kopardı ipliği. Çok kolay olmuştu.
Dalından düşen yaprak gibi süzülerek yığıldı yere namussuz. Yıllar kilosundan epeyce kaybettirmiş, bir deri bir kemiğe döndürmüştü zavallı orospu çocuğunu. Saçlarına ve uzayan sakallarına beyazlar düşmüş, kirden ve yağdan keçeleşmişlerdi. Hırpani görünüyordu. Üzerindeki pijama sararmış, solmuş ve paçalarına doğru yırtıklardan sarkıtlar oluşmuştu.
Bekledik bir süre. Başında. Bekledik…
Doğruldu! Yavaşça ama…
Dik durmakta zorlanıyordu pezevengin dölü, kendini zar zor tireye bildi. Titrek birkaç adım attı bize doğru.
Tükenmişti… Tüketmişti.
“Ne oldu?” dedim.
“Örümceği gördüm…” dedi hışırtılı ve kısık sesiyle.
Biraz daha yürüdü sallanarak.
“Bana, kaderin bulanıklığını kavramaktan yoksunsunuz, dedi.”
Yanımıza kadar gelmişti artık ve ellerine bakıyordu merakla, parmaklarına, bileklerine…
“Kaderin bulantısı onu kavranmaktan alıkoyuyor, dedim ona.”
Geçti gitti yanımızdan…
Yalınayak, şap şap betona basıyordu; ruhunu siktiğim yavşağı.


HEPSİ BU