SEVİYESİZLİK DİZ BOYU

0 y o r u m
-Seni seviyorum.
-Ben de.
-Ne sen de?
-Seviyorum.
-Kimi?
-Seni.
-Topla istersen şu kelimeleri de bir cümle olsun anlamı olsun.
-Kimi seni ben de topla istersen anlamı olsun... yok olmuyor cümle.
-Hayvansın sen.
-Sende sahibimsin.
-Romantik değildi.
-Biliyorum... yala hadi beni!
-KUSUCAM BEN...

oyun oyun evet oyun

1 y o r u m
neyse, bir sonraki level’e geçtik, öldür öldür bitmiyor orospu çocuğu naziler, hoşuma da gidiyor tabii, virgül, arkadaşlarla dört bir yana dağıldık; yeşillik, kuş sesleri, beyaz bulutların süslediği bir gökyüzü, kuş sesleri, uzaktan yakından gelen su şırıltıları (şırıltı dedik, şırıltı oldu), kuş sesleri, şahane bir ortam içinde bulduk kendimizi, hani her ne kadar üzerimizde kamuflajlar olsa da, şu silahlar yerine içi peynir ekmek reçel dolu sepetler olsa, açılmış şarap şişeleri falan, diye düşündüm, düşündük, ne muhteşem olurdu, ne sonsuz olurdu, öylece duvarda asılı bir resim gibi, sonsuz… evet abi, yürümeye kıyamıyorsun, o kadar güzel hani çimen, dalların hışırtısı, salya sümük pastoral! temiz havanın kahpesi olmuş gibiyiz, al diyor alıyoruz, oksijeni; yat diyor, atacak gibi oluyoruz kendimizi yeşilliğe!
ama orospu çocuğu naziler bizim gibi bakmıyorlar, zaten bizim baktığımıza bakmazlar asla, tüm dertleri hır çıkarmak, bir kişiyi üzsem kardır diye düşünüyorlar hep çünkü neden, orospu çocuğu oldukları için!
neyse, hepsini öldürdük, sonra biraz çimlere uzanıp şundan bundan konuştuk.

KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ

0 y o r u m
15.

Hani teşbihte hata olmazmış derler ama kolaylıkla da kantarın topuzu kaçabiliyor bazen ya; bu sebeple, o gecenin sonunda güneş gâvur amı yakıcılığında diyorum, bir kez daha İstanbul’un üzerinde doğdu.

Zebulun kafası bin bir olmuş, alnı çatlayacak gibi, ağzı dili kupkuru ve damağına yapışmış, her bir eklem yeri tutulmuş vaziyette gözlerini ovuşturarak uyandı. Bulanık ve çatallı görüyordu. Etrafını net görmesi biraz zaman aldı ama sonunda başardı. Sade döşenmiş, küçük bir odanın içinde yatıyordu. Duvarlarında resim yoktu, poster yoktu, kaldı ki ayna bile yoktu. Güneş sanki o küçücük odanın ortasında doğmuş gibi içeriyi yakıyordu. Bu sırada anadan üryan çıplak olduğunu ve yanında yatan birinin bıyıklarıyla oynaştığını fark etti.

Sen hayırlara nasip et Yarabbi!.. Neler oluyor lan…

Islah olmaz paranoyası ona, çocukluk yıllarında çoklukla gittiği yazlık sinemalarda seyrettiği Yeşilçam filmlerinden ve Uzakdoğu sinemasının eski, uçuk karate filmlerinden kalma bir mirastı. Ani bir hareketle doğrulup baktı ve gördüğü güzellik karşısında öylesine mest oldu ki, ağzının tüm kuruluğu tümüyle gidiverdi. Bütün gece boyunca etrafında dolaşıp fotoğrafını çekmekte ısrar eden o güzeller güzeli kızdı yanında yatan ve kendisi gibi o da bütünüyle çırılçıplaktı. Üzerlerinden kayan çarşafı düzeltmeye yeltenmedi bile. Olağanüstü vücudunu saklama gereği duymuyordu anlaşılan. Sadece tatlı tatlı Zebulun’a bakıyordu. Neler olup bittiği hakkında en ufak bir fikri olmadan, şaşkınlık içinde tekrar kızın yanına uzandı.

Ephfilya yeniden Zebulun’un bıyıklarını burmaya, kıvırmaya başlarken bu arada ona daha da yaklaşmış ve kusursuz vücudunun tüm kıvrımlarıyla Zebulun’a yaslanmıştı. Bedeninin tüm ateşi aşağılara doğru süzülmeye başlayan Zebulun, kaçınılmaz olarak sertleşmeye başlamıştı bile.

Sen herhalde solcusundur.

Dedi Ephfilya…

Fakat şu anda beyninde bir gram bile kan yoktu Zebulun’un. Hepsi aşağıda rampa kurmakla meşguldü. Aç kurt gibi bakıyordu kıza. Doğruldu. Sol elinin avuç içini göstererek:

Zaman zaman solumu da kullandığım oluyor güzelim, dedi.

Yaptığı kinaye son derece çocuksu bir salaklıktaydı ama o, bu nahoş benzetmeyi hiç dert etmeden ve hiçbir çekingenlik göstermeden kızın üzerine çıkmıştı bile. Geceden kalmanın getirdiği sersemlikle zar zor bir ritim tutturabildikten ve kızı sert vuruşlarla sarsmaya başladıktan neden sonra Ephfilya adamın imasında ki zayıf mizahı anlayabildi.

Şu anda, masada kızlara atıp tutan o analitik düşünme yetisi üst düzey olan adamdan eser yoktu. Yani kendisini kökten değiştiren fikirler ve inandığı ideolojiler hakkında sanki hiç ilgili değilmişçesine, lakayt yakıştırmalar yapıp, ona olan merakını düzeysizce alaya alabiliyordu. Bunu yadırgadı biraz. Schopenhauer’in bu adam hakkında ki ısrarı boşuna mıydı yoksa. Yanılıyor olabilir miydi?

Aslında Ephfilyanın anlaması gereken en önemli hususlardan birine vurgu yapan Zebulun’du. Sekste ideolojik fikirlerin yeri olmadığını biraz içgüdüsel bir hayvanlıkta da olsa göstermeye ya da kanıtlamaya çalışıyordu. Fikirler elbette önemlidir ama ihtirasın ve erotizmin doruğundayken değil.

Kız bunu biraz geç anladı ama işi kavradığı anda kendi ritmini bulmakta hiç zorluk çekmedi. Hatta kendisi için yeni bir tecrübe olan seks o kadar hoşuna gitti ki, bu işi bütün güne yaymaya karar verdi. Mesaisinin uzayacağından habersiz, kan ter içerisinde düzüşmenin kalitesini arttırmaya odaklanmış Zebulun için bu pek de iyi bir haber sayılmazdı doğal olarak.

Sumen altından her şeyin planlandığı ve dikkatle uygulamaya konulduğu öteki mekânda ya da sonsuz mekânsızlıkta veya nerede olacağı aklımıza yatıyorsa tam da orada var olan, saf doğruluktan mükellef o bariz âlemde ise, Thomas Hobbes özenle karılmış desteden ustalıkla kartları dağıtıyordu. Bireysel bencilliğin toplumun çıkarlarıyla örtüştüğü noktalarda erdemlerin oluştuğuna inanırdı.

Nietzsche gelen kartlara baktı ve gür bıyığının altından yarı duyulur bir sesle:

Kadını kadının içinde özgürlüğe kavuşturmalı! Dedi.

Schopenhauer dostunun, Zebulun’un yakarışına cevaben yaptığı plana gönderme yaptığını biliyordu. İstediği sonucu almıştı. Eline dağıtılanlara bakarak gülümsedi.

Kant herhangi bir yorum veya karşıt eleştiride bulunma gereği duymamış, yalnızca oynadıkları oyuna odaklanmış görünüyordu. Schopenhauer’in sorunları çözerken kullandığı yöntemler onun etik anlayışına vurulmuş birer darbe gibiydi. Kant hayatı boyunca saf aklın bazı düşünceler ve ilkeler üretebileceğini, bunların da istemeyi belirleyebileceğine inanmıştı. Saf istemenin, yani çıkarları bir kenara bırakarak tutkuların, arzuların, hırsların kölesi olmadan yaşamanın insanlar için bir fırsat olacağını öngörüyordu. Bu düşünce onun ahlak metafiziği dediği şeyin özüydü.

Bu öze göre Zebulun uğraşmaya değmeyecek kadar değersizdi.

Genel Merkezin Baş Sorumlu Meleği de aynen Kant gibi düşünüyordu ama kızının o adamın koynuna girdiğini öğrendiğinde, öncelikle verilen görevi yüzüne gözüne bulaştıran saha meleğinin kanatlarını yoldurmuş daha sonra da âlemin en usta taş işçilerine giderek tüm Beyoğlu’nu örtecek büyüklükte bir taş tabletin siparişini vermeye kalkışmıştı. Birdenbire Zebulun ve onun gibilerini toptan yok etme ihtirasına kapılmıştı.

Bir süre sonra Tanrı huzuruna çağrıldı ve daha önemli mevkilere atanma beklentisindeyken, karşı koyamadığı öfkesi yüzünden başında bulunduğu görevden de el çektirildi.

Etrafta konuşulanlar, çok yakında Schopenhauer’in de aynı huzura çağırılacağı ve bu yüzleşmenin çetin bir sorgulama olmasının yanında doyumsuz bir fikir atışmasının da yaşanacağı şeklindeydi.

Külün boyu ağzında ki sigarada uzarken Zebulun iki yumurtayı bir kapta karıştırıyordu.




HEPSİ BU.

KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ

0 y o r u m
14.

Planda ki bu ani değişiklik Zebulun’u biraz afallatsa da, yine de o birayı içmesini engelleyecek acil bir şey olmadığını düşünerek bara doğru kaygısızca ilerlerken, birden aklına Tmumkg’un bu durumdan hiç hoşlanmayacağı ve kendisini bundan sorumlu tutacağı gerçeği düştü. Ona söz vermişti. O gelene kadar kızların yanından ayrılmayacaktı. İyi de Uğur Polat hesapta yoktu ki. Adam birden ortaya çıkmış ve kızları mıknatıs gibi kendisine çekmişti. Yapılacak hiçbir şey yoktu. Yoksa var mıydı? Biraz darpla Uğur Polat’ı kendisine benzetebilirdi. Çok zor olmazdı. O da koşmaya başladı.

Aynı anda binanın kapısından Tmumkg içeri girmek üzereydi. Biraz önce Sibel’le konuşmuş ve burada olduklarını öğrenmişti. Eski binaya adımını atar atmaz, kapının hemen arkasında, kireç gibi beyaz yüzüyle elinde broşür tarzı şeyler tutan birinin beklemekte olduğunu gördü. Huyu icabı adamın üzerinde fazla durmayıp basamakları çıkmaya başlamıştı ki, merdivenin üzerine saçılmış çürük kokan iğrenç kusmuğu fark etti. Yüksek bir tazyikle fışkırmış olmalı diye düşündü. Çünkü duvarlara kadar sıçramış ve ortalığı bir kusmuk deryasına dönüştürmüştü. İğrenerek üzerinden atlayıp geçti.

Birkaç kat yukarı çıktı ve kulağına aşağıya doğru telaşlı bir koşturmacanın paldır küldür sesleri geldi. Biraz kenara çekilerek bekledi ve çok geçmeden üzerine doğru gelen Uğur Polat’ı gördü. Yanından hızla geçip gitmişti. Az önce bir ünlü gördüm psikolojisini içinde tam yaşayamadan, onun ardısıra adamı süratle takip etmekte olan Sibel’i ve gözleri kabak çiçeği gibi açılmış Duygu’yu izledi. Kendisini fark etmemişlerdi bile, belki de umursamamışlardı. Asıl ağırına giden de bu tavırları olmuştu doğrusu. Orada sap gibi bırakılmak ve göz ardı edilmek; üstelik özenle yaptığı planın içine de cıvık bir lakaytlıkta sıçılmıştı. Artık kesinlikle Zebulun’u boğabilirim diye düşünmeye başlarken onu gördü. Kızlara kıyasla oldukça yavaş ve komik bir sarsaklıkta aşağıya koşuyor veya kendini koştuğuna inandırmaya çalışıyordu. Kenarda duran Tmumkg’u fark edince hiç durmadı ve korkudan olsa gerek, onda yamultulmuş bir algı yanılgısı yaratabilmek için:

Uğur Polat’ı gördün mü lan?

Diyerek hızla yanından geçip gitti. Sanki kendisi de onu kovalıyormuş gibi… Gerçi motivasyonunun salakça bir kısmı bu yöndeydi ama Tmumkg yutmadı haliyle ve o da onun peşinden sinirle koşmaya başladı.

Bu sırada binanın giriş kapısında, sote bir yere konuşlanarak saf tutan broşürcü melek ve kapının hemen dışında sokakta bekleyen Ephfilya önce Uğur Polat’ı daha sonra onu takip eden Sibel ve Duygu’nun hızla binadan ayrılışlarına tanık olmuşlardı. Ephfilya içeride kapının arkasında saklanmakta olan Meleğin yavaşça öne doğru çıkışını şaşkınlıkla izlerken, yapması gereken şeyi yapacaksa o şeyi bir an önce yapması gerektiğini de anladı. Zebulun ayakları birbirine dolaşarak hızla merdivenlerden üzerlerine doğru geliyordu. Tmumkg’da biraz arkasından köşeyi dönmüş ve son basamakları üçer beşer inmeye başlamıştı. Babasının görevlendirdiği melek, elinde tuttuğu kâğıt tomarından büyükçe bir tanesini çekip aldı ve avucunun içine yerleştirdi. Yazılı olan kısmı avuç içinden dışarıya doğru ayarlamıştı. Bu işlemi o kadar çabuklukla yapmıştı ki Ephfilya bir an, ondan önce davranamayacağı endişesine kapıldı. Hemen toparlanarak o da fotoğraf makinesini ayarlayarak kaldırdı ve inanın, bundan sonra yaşanacak olanlar gerçekten de Brian De Palma’nın 1987 yapımı “Untouchables” filminin son sahnesinden esinlenilerek çekilmiş saçma ama şaşırtıcı derecede komik bir Mel Brooks komedisine dönüşmek üzereydi.

Şöyle ki;

Ephfilya istediği anı yakaladığına inanarak deklanşöre basmış ve gecenin zifiri karanlığında çıkan flaş ışığı yoğun bir parlamaya sebep olmuştu.

Patlayan flaşın gözlerini kamaştırması ve geçici körlüğe sebebiyet vermesinden hemen önce Zebulun’un gördüğü son şey, elinde ki kocaman kâğıtla üzerine doğru gelmekte olan zayıf bir adamın siluetiydi. Sonrasında basamaklara saçtığı kendi kusmuğuna basıp patinaj çekmiş ve son anda kenar korkuluklarından da güç alarak ileriye doğru uçmuştu.

Zebulun’un kendi kusmuğuna basıp uçması, elindeki broşürü dikkatle hizalayarak atağa geçen meleği de gafil avlamış ve büyük bir güçle savurduğu kolunu durduramayarak asıl hedefinin üzerinden teğet geçen broşürü, arkadan gelmekte olan Tmumkg’un suratında patlatmıştı.

Zebulun’un dengesini yitirip uçtuğunu fark eden Tmumkg, onu tutabilmek için son bir gayretle ileriye doğru atılmış fakat aniden suratında patlayan bir kâğıt parçasıyla neye uğradığını şaşırmıştı. Arka üstü devrildi ve birkaç basamağı kıçıyla emekleyerek inerek kendini Zebulun’un kükürtlü içki kokteyli kokan kusmuğunun içinde otururken buldu.

Zebulun’u tarifeli uçuşuna son veren kişi ise yine Ephfilya olmuştu. Yere çok kötü çakılacağını fark eder etmez ve üzerine doğru havada pike yaparak geldiğini görmesine rağmen büyük bir cesaretle kenara çekilmeyerek düşüşünü yavaşlatmıştı.

Genel Merkezi Biriminin görevlendirdiği meleğin planlanan her şeyi bok ettiğini anlaması uzun sürmemiş ve anında tabanları yağlamıştı. Göz açıp kapayana kadar ortadan yok olmuştu. Bu arada Tmumkg, küfürler yağdırarak yüzüne yapışıp kalmış broşürü kusmuğa bulanmış elleriyle çekip almış ve üzerinde ki yazıyı sersemlemiş kafasının izin verdiği ölçüde okumaya çalışmıştı. Broşürün üzerinde büyük puntolu harflerle:

“HIZLANDIRILMIŞ TEORİK BİLGİLER IŞIĞINDA, KADINLARI ETKİLEME VE ELDE ETME YÖNTEMİ KURSLARI”
Yazıyordu ve aranması gereken numara olarak da bol altılı bir rakam işaret ediliyordu. Evet, bilinen herkes bu düzenin birer parçasıydı!

Ephfilya’nın üzerinde, halinden memnun bir rahatlıkta serilmiş yatan Zebulun ise elbette kızın kötü bir yaralanmayı engellemek için gösterdiği özverinin farkındaydı. O uçuşla yere öyle bir çakılabilirdi ki; Yani Uğur Polat’ı kendime benzeteyim derken, sadece söylentiden ibaret olan o bir tutam benzerlik bile, muhtemelen çarşamba pazarına dönecek olan suratından buhar olup uçabilirdi. Altında yatan muhteşem güzelliğe minnettar bir sevecenlikle baktı. Kendinden geçmeden önce sadece:

Saol güzelim, sen bir meleksin…

Diyebildi ve filmi koparttı.
(...)