SEVİYESİZLİK DİZ BOYU

0 y o r u m
-Seni seviyorum.
-Ben de.
-Ne sen de?
-Seviyorum.
-Kimi?
-Seni.
-Topla istersen şu kelimeleri de bir cümle olsun anlamı olsun.
-Kimi seni ben de topla istersen anlamı olsun... yok olmuyor cümle.
-Hayvansın sen.
-Sende sahibimsin.
-Romantik değildi.
-Biliyorum... yala hadi beni!
-KUSUCAM BEN...

oyun oyun evet oyun

1 y o r u m
neyse, bir sonraki level’e geçtik, öldür öldür bitmiyor orospu çocuğu naziler, hoşuma da gidiyor tabii, virgül, arkadaşlarla dört bir yana dağıldık; yeşillik, kuş sesleri, beyaz bulutların süslediği bir gökyüzü, kuş sesleri, uzaktan yakından gelen su şırıltıları (şırıltı dedik, şırıltı oldu), kuş sesleri, şahane bir ortam içinde bulduk kendimizi, hani her ne kadar üzerimizde kamuflajlar olsa da, şu silahlar yerine içi peynir ekmek reçel dolu sepetler olsa, açılmış şarap şişeleri falan, diye düşündüm, düşündük, ne muhteşem olurdu, ne sonsuz olurdu, öylece duvarda asılı bir resim gibi, sonsuz… evet abi, yürümeye kıyamıyorsun, o kadar güzel hani çimen, dalların hışırtısı, salya sümük pastoral! temiz havanın kahpesi olmuş gibiyiz, al diyor alıyoruz, oksijeni; yat diyor, atacak gibi oluyoruz kendimizi yeşilliğe!
ama orospu çocuğu naziler bizim gibi bakmıyorlar, zaten bizim baktığımıza bakmazlar asla, tüm dertleri hır çıkarmak, bir kişiyi üzsem kardır diye düşünüyorlar hep çünkü neden, orospu çocuğu oldukları için!
neyse, hepsini öldürdük, sonra biraz çimlere uzanıp şundan bundan konuştuk.

KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ

0 y o r u m
15.

Hani teşbihte hata olmazmış derler ama kolaylıkla da kantarın topuzu kaçabiliyor bazen ya; bu sebeple, o gecenin sonunda güneş gâvur amı yakıcılığında diyorum, bir kez daha İstanbul’un üzerinde doğdu.

Zebulun kafası bin bir olmuş, alnı çatlayacak gibi, ağzı dili kupkuru ve damağına yapışmış, her bir eklem yeri tutulmuş vaziyette gözlerini ovuşturarak uyandı. Bulanık ve çatallı görüyordu. Etrafını net görmesi biraz zaman aldı ama sonunda başardı. Sade döşenmiş, küçük bir odanın içinde yatıyordu. Duvarlarında resim yoktu, poster yoktu, kaldı ki ayna bile yoktu. Güneş sanki o küçücük odanın ortasında doğmuş gibi içeriyi yakıyordu. Bu sırada anadan üryan çıplak olduğunu ve yanında yatan birinin bıyıklarıyla oynaştığını fark etti.

Sen hayırlara nasip et Yarabbi!.. Neler oluyor lan…

Islah olmaz paranoyası ona, çocukluk yıllarında çoklukla gittiği yazlık sinemalarda seyrettiği Yeşilçam filmlerinden ve Uzakdoğu sinemasının eski, uçuk karate filmlerinden kalma bir mirastı. Ani bir hareketle doğrulup baktı ve gördüğü güzellik karşısında öylesine mest oldu ki, ağzının tüm kuruluğu tümüyle gidiverdi. Bütün gece boyunca etrafında dolaşıp fotoğrafını çekmekte ısrar eden o güzeller güzeli kızdı yanında yatan ve kendisi gibi o da bütünüyle çırılçıplaktı. Üzerlerinden kayan çarşafı düzeltmeye yeltenmedi bile. Olağanüstü vücudunu saklama gereği duymuyordu anlaşılan. Sadece tatlı tatlı Zebulun’a bakıyordu. Neler olup bittiği hakkında en ufak bir fikri olmadan, şaşkınlık içinde tekrar kızın yanına uzandı.

Ephfilya yeniden Zebulun’un bıyıklarını burmaya, kıvırmaya başlarken bu arada ona daha da yaklaşmış ve kusursuz vücudunun tüm kıvrımlarıyla Zebulun’a yaslanmıştı. Bedeninin tüm ateşi aşağılara doğru süzülmeye başlayan Zebulun, kaçınılmaz olarak sertleşmeye başlamıştı bile.

Sen herhalde solcusundur.

Dedi Ephfilya…

Fakat şu anda beyninde bir gram bile kan yoktu Zebulun’un. Hepsi aşağıda rampa kurmakla meşguldü. Aç kurt gibi bakıyordu kıza. Doğruldu. Sol elinin avuç içini göstererek:

Zaman zaman solumu da kullandığım oluyor güzelim, dedi.

Yaptığı kinaye son derece çocuksu bir salaklıktaydı ama o, bu nahoş benzetmeyi hiç dert etmeden ve hiçbir çekingenlik göstermeden kızın üzerine çıkmıştı bile. Geceden kalmanın getirdiği sersemlikle zar zor bir ritim tutturabildikten ve kızı sert vuruşlarla sarsmaya başladıktan neden sonra Ephfilya adamın imasında ki zayıf mizahı anlayabildi.

Şu anda, masada kızlara atıp tutan o analitik düşünme yetisi üst düzey olan adamdan eser yoktu. Yani kendisini kökten değiştiren fikirler ve inandığı ideolojiler hakkında sanki hiç ilgili değilmişçesine, lakayt yakıştırmalar yapıp, ona olan merakını düzeysizce alaya alabiliyordu. Bunu yadırgadı biraz. Schopenhauer’in bu adam hakkında ki ısrarı boşuna mıydı yoksa. Yanılıyor olabilir miydi?

Aslında Ephfilyanın anlaması gereken en önemli hususlardan birine vurgu yapan Zebulun’du. Sekste ideolojik fikirlerin yeri olmadığını biraz içgüdüsel bir hayvanlıkta da olsa göstermeye ya da kanıtlamaya çalışıyordu. Fikirler elbette önemlidir ama ihtirasın ve erotizmin doruğundayken değil.

Kız bunu biraz geç anladı ama işi kavradığı anda kendi ritmini bulmakta hiç zorluk çekmedi. Hatta kendisi için yeni bir tecrübe olan seks o kadar hoşuna gitti ki, bu işi bütün güne yaymaya karar verdi. Mesaisinin uzayacağından habersiz, kan ter içerisinde düzüşmenin kalitesini arttırmaya odaklanmış Zebulun için bu pek de iyi bir haber sayılmazdı doğal olarak.

Sumen altından her şeyin planlandığı ve dikkatle uygulamaya konulduğu öteki mekânda ya da sonsuz mekânsızlıkta veya nerede olacağı aklımıza yatıyorsa tam da orada var olan, saf doğruluktan mükellef o bariz âlemde ise, Thomas Hobbes özenle karılmış desteden ustalıkla kartları dağıtıyordu. Bireysel bencilliğin toplumun çıkarlarıyla örtüştüğü noktalarda erdemlerin oluştuğuna inanırdı.

Nietzsche gelen kartlara baktı ve gür bıyığının altından yarı duyulur bir sesle:

Kadını kadının içinde özgürlüğe kavuşturmalı! Dedi.

Schopenhauer dostunun, Zebulun’un yakarışına cevaben yaptığı plana gönderme yaptığını biliyordu. İstediği sonucu almıştı. Eline dağıtılanlara bakarak gülümsedi.

Kant herhangi bir yorum veya karşıt eleştiride bulunma gereği duymamış, yalnızca oynadıkları oyuna odaklanmış görünüyordu. Schopenhauer’in sorunları çözerken kullandığı yöntemler onun etik anlayışına vurulmuş birer darbe gibiydi. Kant hayatı boyunca saf aklın bazı düşünceler ve ilkeler üretebileceğini, bunların da istemeyi belirleyebileceğine inanmıştı. Saf istemenin, yani çıkarları bir kenara bırakarak tutkuların, arzuların, hırsların kölesi olmadan yaşamanın insanlar için bir fırsat olacağını öngörüyordu. Bu düşünce onun ahlak metafiziği dediği şeyin özüydü.

Bu öze göre Zebulun uğraşmaya değmeyecek kadar değersizdi.

Genel Merkezin Baş Sorumlu Meleği de aynen Kant gibi düşünüyordu ama kızının o adamın koynuna girdiğini öğrendiğinde, öncelikle verilen görevi yüzüne gözüne bulaştıran saha meleğinin kanatlarını yoldurmuş daha sonra da âlemin en usta taş işçilerine giderek tüm Beyoğlu’nu örtecek büyüklükte bir taş tabletin siparişini vermeye kalkışmıştı. Birdenbire Zebulun ve onun gibilerini toptan yok etme ihtirasına kapılmıştı.

Bir süre sonra Tanrı huzuruna çağrıldı ve daha önemli mevkilere atanma beklentisindeyken, karşı koyamadığı öfkesi yüzünden başında bulunduğu görevden de el çektirildi.

Etrafta konuşulanlar, çok yakında Schopenhauer’in de aynı huzura çağırılacağı ve bu yüzleşmenin çetin bir sorgulama olmasının yanında doyumsuz bir fikir atışmasının da yaşanacağı şeklindeydi.

Külün boyu ağzında ki sigarada uzarken Zebulun iki yumurtayı bir kapta karıştırıyordu.




HEPSİ BU.

KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ

0 y o r u m
14.

Planda ki bu ani değişiklik Zebulun’u biraz afallatsa da, yine de o birayı içmesini engelleyecek acil bir şey olmadığını düşünerek bara doğru kaygısızca ilerlerken, birden aklına Tmumkg’un bu durumdan hiç hoşlanmayacağı ve kendisini bundan sorumlu tutacağı gerçeği düştü. Ona söz vermişti. O gelene kadar kızların yanından ayrılmayacaktı. İyi de Uğur Polat hesapta yoktu ki. Adam birden ortaya çıkmış ve kızları mıknatıs gibi kendisine çekmişti. Yapılacak hiçbir şey yoktu. Yoksa var mıydı? Biraz darpla Uğur Polat’ı kendisine benzetebilirdi. Çok zor olmazdı. O da koşmaya başladı.

Aynı anda binanın kapısından Tmumkg içeri girmek üzereydi. Biraz önce Sibel’le konuşmuş ve burada olduklarını öğrenmişti. Eski binaya adımını atar atmaz, kapının hemen arkasında, kireç gibi beyaz yüzüyle elinde broşür tarzı şeyler tutan birinin beklemekte olduğunu gördü. Huyu icabı adamın üzerinde fazla durmayıp basamakları çıkmaya başlamıştı ki, merdivenin üzerine saçılmış çürük kokan iğrenç kusmuğu fark etti. Yüksek bir tazyikle fışkırmış olmalı diye düşündü. Çünkü duvarlara kadar sıçramış ve ortalığı bir kusmuk deryasına dönüştürmüştü. İğrenerek üzerinden atlayıp geçti.

Birkaç kat yukarı çıktı ve kulağına aşağıya doğru telaşlı bir koşturmacanın paldır küldür sesleri geldi. Biraz kenara çekilerek bekledi ve çok geçmeden üzerine doğru gelen Uğur Polat’ı gördü. Yanından hızla geçip gitmişti. Az önce bir ünlü gördüm psikolojisini içinde tam yaşayamadan, onun ardısıra adamı süratle takip etmekte olan Sibel’i ve gözleri kabak çiçeği gibi açılmış Duygu’yu izledi. Kendisini fark etmemişlerdi bile, belki de umursamamışlardı. Asıl ağırına giden de bu tavırları olmuştu doğrusu. Orada sap gibi bırakılmak ve göz ardı edilmek; üstelik özenle yaptığı planın içine de cıvık bir lakaytlıkta sıçılmıştı. Artık kesinlikle Zebulun’u boğabilirim diye düşünmeye başlarken onu gördü. Kızlara kıyasla oldukça yavaş ve komik bir sarsaklıkta aşağıya koşuyor veya kendini koştuğuna inandırmaya çalışıyordu. Kenarda duran Tmumkg’u fark edince hiç durmadı ve korkudan olsa gerek, onda yamultulmuş bir algı yanılgısı yaratabilmek için:

Uğur Polat’ı gördün mü lan?

Diyerek hızla yanından geçip gitti. Sanki kendisi de onu kovalıyormuş gibi… Gerçi motivasyonunun salakça bir kısmı bu yöndeydi ama Tmumkg yutmadı haliyle ve o da onun peşinden sinirle koşmaya başladı.

Bu sırada binanın giriş kapısında, sote bir yere konuşlanarak saf tutan broşürcü melek ve kapının hemen dışında sokakta bekleyen Ephfilya önce Uğur Polat’ı daha sonra onu takip eden Sibel ve Duygu’nun hızla binadan ayrılışlarına tanık olmuşlardı. Ephfilya içeride kapının arkasında saklanmakta olan Meleğin yavaşça öne doğru çıkışını şaşkınlıkla izlerken, yapması gereken şeyi yapacaksa o şeyi bir an önce yapması gerektiğini de anladı. Zebulun ayakları birbirine dolaşarak hızla merdivenlerden üzerlerine doğru geliyordu. Tmumkg’da biraz arkasından köşeyi dönmüş ve son basamakları üçer beşer inmeye başlamıştı. Babasının görevlendirdiği melek, elinde tuttuğu kâğıt tomarından büyükçe bir tanesini çekip aldı ve avucunun içine yerleştirdi. Yazılı olan kısmı avuç içinden dışarıya doğru ayarlamıştı. Bu işlemi o kadar çabuklukla yapmıştı ki Ephfilya bir an, ondan önce davranamayacağı endişesine kapıldı. Hemen toparlanarak o da fotoğraf makinesini ayarlayarak kaldırdı ve inanın, bundan sonra yaşanacak olanlar gerçekten de Brian De Palma’nın 1987 yapımı “Untouchables” filminin son sahnesinden esinlenilerek çekilmiş saçma ama şaşırtıcı derecede komik bir Mel Brooks komedisine dönüşmek üzereydi.

Şöyle ki;

Ephfilya istediği anı yakaladığına inanarak deklanşöre basmış ve gecenin zifiri karanlığında çıkan flaş ışığı yoğun bir parlamaya sebep olmuştu.

Patlayan flaşın gözlerini kamaştırması ve geçici körlüğe sebebiyet vermesinden hemen önce Zebulun’un gördüğü son şey, elinde ki kocaman kâğıtla üzerine doğru gelmekte olan zayıf bir adamın siluetiydi. Sonrasında basamaklara saçtığı kendi kusmuğuna basıp patinaj çekmiş ve son anda kenar korkuluklarından da güç alarak ileriye doğru uçmuştu.

Zebulun’un kendi kusmuğuna basıp uçması, elindeki broşürü dikkatle hizalayarak atağa geçen meleği de gafil avlamış ve büyük bir güçle savurduğu kolunu durduramayarak asıl hedefinin üzerinden teğet geçen broşürü, arkadan gelmekte olan Tmumkg’un suratında patlatmıştı.

Zebulun’un dengesini yitirip uçtuğunu fark eden Tmumkg, onu tutabilmek için son bir gayretle ileriye doğru atılmış fakat aniden suratında patlayan bir kâğıt parçasıyla neye uğradığını şaşırmıştı. Arka üstü devrildi ve birkaç basamağı kıçıyla emekleyerek inerek kendini Zebulun’un kükürtlü içki kokteyli kokan kusmuğunun içinde otururken buldu.

Zebulun’u tarifeli uçuşuna son veren kişi ise yine Ephfilya olmuştu. Yere çok kötü çakılacağını fark eder etmez ve üzerine doğru havada pike yaparak geldiğini görmesine rağmen büyük bir cesaretle kenara çekilmeyerek düşüşünü yavaşlatmıştı.

Genel Merkezi Biriminin görevlendirdiği meleğin planlanan her şeyi bok ettiğini anlaması uzun sürmemiş ve anında tabanları yağlamıştı. Göz açıp kapayana kadar ortadan yok olmuştu. Bu arada Tmumkg, küfürler yağdırarak yüzüne yapışıp kalmış broşürü kusmuğa bulanmış elleriyle çekip almış ve üzerinde ki yazıyı sersemlemiş kafasının izin verdiği ölçüde okumaya çalışmıştı. Broşürün üzerinde büyük puntolu harflerle:

“HIZLANDIRILMIŞ TEORİK BİLGİLER IŞIĞINDA, KADINLARI ETKİLEME VE ELDE ETME YÖNTEMİ KURSLARI”
Yazıyordu ve aranması gereken numara olarak da bol altılı bir rakam işaret ediliyordu. Evet, bilinen herkes bu düzenin birer parçasıydı!

Ephfilya’nın üzerinde, halinden memnun bir rahatlıkta serilmiş yatan Zebulun ise elbette kızın kötü bir yaralanmayı engellemek için gösterdiği özverinin farkındaydı. O uçuşla yere öyle bir çakılabilirdi ki; Yani Uğur Polat’ı kendime benzeteyim derken, sadece söylentiden ibaret olan o bir tutam benzerlik bile, muhtemelen çarşamba pazarına dönecek olan suratından buhar olup uçabilirdi. Altında yatan muhteşem güzelliğe minnettar bir sevecenlikle baktı. Kendinden geçmeden önce sadece:

Saol güzelim, sen bir meleksin…

Diyebildi ve filmi koparttı.
(...)

KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ

0 y o r u m
13.

Yolda fazla konuşmadılar. Zebulun kızlara, arkadaşlarından birinin üzerinde ki soğuk algınlığını beyaz leblebi yiyerek tedavi etmeye çalıştığını ve herkesin sonucu merakla beklediğini anlattı. Tuhaftı ve gecenin ilerleyen saatleri olmasına karşın Beyoğlu hala canlılığını koruyordu. İnsanlar uyumuyorlardı.

Birkaç metre arkalarından yürüyen Ephfilya fark edilmemeye dikkat ederek onları takip ediyordu. Babasının görevlendirdiği broşürcü melek ise ortalarda görünmüyordu. İşini iyi yapan bir profesyoneldi. O melekten önce Zebulun’a ulaşması gerektiğini hisseden Ephfilya, maalesef çekeceği tek bir fotoğrafın neyi değiştireceğini de pek kestiremiyordu. Önemli birinin peşinde olduğunu umut ediyordu.Buna değecek birinin…

Bir süre daha yürüdükten sonra, caddenin sağ tarafına doğru biçimsizce bükülen ve derinlere doğru uzayıp giden bir sokağın içine daldılar. Ardından hemen birkaç adım mesafede eski, boyaları aşınmış ve köhne denilebilecek bir binanın dar, yetersiz ışıklandırmalı ve kaygan merdivenlerini tırmanmaya başladılar.

Zebulun’un midesi, bir ördek sürüsünün büyük bir göletten havalanması gibi çırpındı ve ayağa kalktı. Gurultu apartmanın isli duvarlarında yankılandı. Biraz arkada kalarak ne olacağını görmek istedi. Onlar koşar adım merdivenleri çıkarlarken biraz soluklandı ve bu arada merdivenin ilk birkaç basamağına da içinde ne varsa çıkarttı. Yoğun ama akışkan ve sarı-kahverengi kusmuk ağzından fışkırdı. Koku inanılmazdı. Orayı berbat halde öylece bırakıp, üst katlardan kendisine seslenen kızların yanına ağır adımlarla çıkmaya başladı. Kusmak biraz açmıştı onu ama baş dönmesi hala iğrençti. Şekilsiz ve büyükçe bir kapıdan içeri adımını atar atmaz, yoğun bir sigara dumanı ve havaya karışan ekşi ter kokusu burnundan içeri hücum etti. Öğürmek üzereydi. Duman bulanık ve puslu, mavi bir bulut gibi çöreklenmişti kafaların hemen üzerine.

Zebulun zorlukla ilerlemeye başladı. Yüksek sesle Nick Cave And The Bad Seeds cazırdıyordu. İçeride herkes dans ediyor, yürüyor, zıplıyor, elliyor, kaçıyor ve yalıyordu. Hıncahınç dolu mekân delirmişti. Bu hoşuna gitti. Kızları o çıldırmış güruhun içinde ve bulundukları ortama kolaylıkla uyum sağlamış bir halde fark etti. Gülümseyerek onları seyretti. Israrla kendisini çağırıyorlardı. Geliyorum anlamında bir işaret çaktı. Hakikaten sıyırmış, coşkulu bir kalabalığın içindeydi. Fena sayılmazdı aslında. Uyum sorunu çekmeyeceğini düşündü, yalnız biraya ihtiyacı vardı. Hemen şimdi…

Biraz ötede, sağda zeminden tek basamakla yükseltilerek tasarımlanmış barı ve içinde sıra sıra dizilmiş olan içkileri görerek oraya doğru yürümeye başladı. Zordu yürümek. İnsanları itmek gerekiyordu. O da öyle yaptı. İtekledi. Motivasyonu sağlamdı çünkü. Soğuk bir biraya ihtiyacı vardı. Bir ara gözü yukarıya, derme çatma bir asma katın üzerinde kendi aletleri içerisine gömülmüş olan DJ. e takıldı. Müziğin yüksek gürültüsüyle kafasını sallayıp saçlarını savuruyordu. İmam ve cemaat hiyerarşisi içinde ve harikulade…

Bu arada önünü tıkayan, geçişine engel olan birisi onu yolundan alıkoyuyordu ve bu yüzden sinirlenmeye başlamıştı. İlerleyemiyordu çünkü kendisi de muhtemelen onun yolu üzerinde duruyordu. Göğüs göğse birbirlerine takılmışlar ve geçip gitmelerine olanak verecek geri adımı ikisi de atmıyordu. Zebulun, soğuk bir birayla arama set çeken bu göt kim olabilir diye hayıflanarak kendini sertçe geriye çektiğinde, burnunun dibinde Uğur Polat’ı görünce gözlerine inanamadı. Oydu.

Hayır, hatta yuh! Kendisine hiç benzemiyordu ki; bıyıkları daha ince ve düzeltilmiş, alnı daha açık, yüzü uzun ve biraz solgundu, kaşları ince, burnu yüzüne birebir orantılıydı, yani her şeyden biraz daha vardı adamda. Peki ulan neyi bana benziyormuş bu dalyarağın diye düşünürken, Uğur Polat kenara çekilmiş olmasından da faydalanarak hızla çıkış kapısına doğru yürümeye başlamıştı bile. Gidiyordu.

Adamın arkasından: Bana hiç benzemiyorsun olum! diye bağırdı.

Şaşkınlıkla Sibel ve Duygu’nun bulunduğu yöne doğru dönerken, onlarında bu mücadeleyi başından beri izlemiş olduklarını suratlarında ki aynı şaşkınlığı görünce anladı. Çıldırmış kalabalığın içinde iki heykel gibi dikliyorlardı. Aralarında ancak bir dağ sıçanı ile zebra kadar benzerlik olduğunu onlar da fark etmişlerdi tabi. Böylece ilk harekete geçen Sibel oldu. Kapıya doğru adeta uçuyordu. Ardından Duygu onu izledi.

Adamın peşinden mi gidiyorlardı ne!

Öyleydi. Koşarak onu takibe başladılar.
(...)

please take me home...

0 y o r u m
biz de dedik ki (seksen milyar kişiydik o gün) “o düğmeye değil diğerine basacaksın!” gerçekten de istediğimiz düğmeye bastı ve biz epey şaşırdık; çünkü normalde espri yapacağım diye uzattıkça uzatır onlar! oysa hepinize anlatılmadı mıydı kapı otomatı düğmeleri? hem apartmanda kapıcı yok, kapıyı açmak istiyorsan kırmızı düğmeye basacaksın… neyse, sigaralar ve cola geldi, biraz televizyona bakıldı ve sonra pikniğe çıkalım dendi, e tamam, yolda dinleyeceğimiz müziği biz ayarlarız dedik.
yolda çok komik bir fıkra anlattık, şu rakı içip aslana küfür eden tavşan fıkrası var ya işte onu. şüphesiz herkes güldü. benzinlikte sigara molası verdik, çişi gelen tuvalete koştu. biz evi aradık cep telefonuyla; onlara dedik ki, pikniğe çıktık, telefon çekmez falan aman merak etmeyin, döndüğümüzde muhakkak ararız…
şahane bir yer bulduk, biz bulduk, aha şurası süper, burada yapalım pikniği dedik. döküldük arabadan, önce çevreye bakındık, sağa sola koşturduk. onlar da koşturdular. hadi arabadan malzemeleri çıkaralım dedi, şimdi ismini vermek istemediğim bir arkadaşımız. malzemeler çıksın dedik, çıktı.
şunu bilmez misin, etlerle ve mangalla ilgilenmekten çok hoşlanan birileri mutlaka vardır oysa bize eğlenceli gelmez hiç o tür işler; herkes bildiğini yapsın demedik mi size? etler pişti, içkileri açtık, bir güzel yedik, içtik. sonra sevgili olanlar ki onlar, bir bokluk yapıp da ilişkilerini zedelemedikçe, cennette en güzel şarabı içeceklerdir, biraz gezelim, doğayla bütünleşelim diye yürüyüşe çıktılar. biz de sigara içtik, seksen milyar duman çıkardık, çok lezzetliydi lan et, dedik…
nasıl ki tonlarca ağırlıktaki uçakların uçmasına hayret ediyorsak, bu güzel günün pırt diye bitmesine de şaşırdık, o’lum hava kararmadan yola çıkalım, trafik de bok gibidir diye söylenmeye başladık. emirlerimize uyanlar toparlanmaya başladılar. ve “ya hayret bi’şey şu şahane ortamı bırakıp ne sikime eve dönece’z biraz daha takılalım baba ya” diyen çok da tanımadığımız, arkadaşlarımızın arkadaşı diyebileceğimiz tiplere, işte onlara, “yine geliriz abi, öğrendik buraları işte” dedik, bunlarla sıçmaya bile gidilmezmiş diye düşünerek…
eve dönerken sekiz bira aldık çünkü bira içmeyen bizden değildir, onlar günleri art arda ekleyenlerdendir!
biralar bittikten sonra yattık uyuduk.

KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ

0 y o r u m
12.
“Günün Birinde…” dedi.

Sigarası bitmek üzereydi. Bir nefes daha çekti.

“Günün Birinde…”

Hatırlamaktan nefret ettiği o harikulade yüz, gözlerinin önünde bitiverdi. Yüzü soldu; beti benzi attı, alt dudağını ısırıp bıraktı. Tekrar baktı hatıralarındaki o yüze. İri iri açılmış ve kara kalemle çekilmiş çakmak çakmak gözlerinden siyah gözyaşları akıyordu.

“Seni Ufak Parçalara Böleceğim!” dedi fısıldayarak…

Kıyılamayacak kadar olağanüstüydü ama uzaklaştırılması ve unutulması, ne kadar utanç verse de, ele patlatmak kadar gerekliydi.

Nefret sadece bir yöntemdi…

Nefreti ise, aşağılanmış bir sevgiye bulanmış: erimiş asfalta yapışıp kalmış lastik ayakkabı misali sökülüp, kopartılması imkânsız olan yararsız bir çabanın komik absürtlüğü ile eşdeğerdi.

Zebulun bir süredir yalnızdı. Kızlar tuvalet ihtiyacını bahane ederek masadan kalkmışlar ve henüz dönmemişlerdi. Sibel Tmumkg’un yanında, ona bir şeyler anlatmakla meşguldü. Gündoğumuna birkaç saat kalmıştı ve belliydi ki ne yapacaklarını kararlaştırıyorlardı.

Kafasını önüne eğdiği anda patlayan bir flaş, Zebulun’u kısa süreli bir paniğe ve şaşkınlığa sürükledi. Dalıp gittiği derinliklerden çekip aldı onu bu paranoyak telaş. Flaşın patlatıldığı yöne doğru sinirle baktı. Gözüne doğru tutulan parlak ışıklardan nefret ederdi.

Hey! Yapma şunu…

Affedersin… Ama çok fotojenik bir yüzün var… Hüzünlü, melankolik, DELİ!

Elinde tuttuğu dijital fotoğraf makinesiyle tam karşısında ayakta duran, enfes güzellikte bir kızdı.

Tüm siniri anında üzerinden akıp gitti.

Çok hoş görünüyorsun bu halinle, dedi Ephfilya…

Evet ve üzerindeki bu elbiseyle sende öyle güzelim.

Kırmızı-siyah astarlı bir tül elbise vardı Ephfilya’nın üzerinde ve yakası açık, omuzlardan kalın askılıydı. Zebulun’un bu ani hoşgörüsünden hemen faydalanmak isteyen kız, kısa bir süre objektife bakıp bakamayacağını, sadece yüzünün bir portresini çekmek istediğini söylediyse de Zebulun anında terslendi ve…

Hayır, bu mümkün değil.

Diyerek kestirip attı. Ephfilya neye uğradığını şaşırmıştı.

Sigarayı tablaya basarken kızların ikisi de gelip önünde dikiliverdiler.

Kalk hadi… Başka bir mekâna geçiyoruz. Tmumkg’ da daha sonra gelecek, dedi Sibel.

Nereye yahu… Oturun hele.

Ben burada çok sıkıldım ve gidiyorum.

Gerçekten de dönüp, kıvırtarak mekânı terk etmeye başlamıştı bile Duygu.

Pekâlâ… Floyd çalacak az sonra… Dinleyelim de gidelim madem.

Hayır! Hemen gidiyoruz. Karamsar ve kasvetli şeyler dinlemek istemiyorum ben ya.

İkisinin de kafasına bir taş geçirmek için aniden ayağa kalktı Zebulun. Fakat aynı anda Tmumkg’un kolu boynuna dolandı ve onu yürümeye zorlayarak oradan uzaklaştırdı. Ardından tembih eder gibi konuşmaya başladı.

Olum… Şimdi alıyorsun kızları ve başka bir bara götürüyorsun… Tamam mı? Ben daha sonra yanınıza geleceğim.

Nereye?

… Of every gas station... residence, warehouse, farmhouse,
Neydi lan başka, ha... and doghouse in that area… anladın mı?

The Fugitive… Komiser Gerard’ı oynayan Tommy Lee Jones… Hay Allahlım… Sıra bende!

Saçmalama lan! Kızlar bekliyor!

You talking to me? You talking to me?

De Niro… Taxi Driver… Olum, hele yanından bir kaçır bu kızları da o zaman gözüme hiç görünme… Geceyi bunların evinde geçireceğiz lan, ona göre…

Ya…

Yaa… Haydi, gidin şimdi… Masanın hesabı ödendi… Merak etme.

Zebulun kalender bir olgunlukla başını önüne eğdi ve kızların yanına giderek:

Follow me Hobbitss… Dedi.

Dostunun beyin damarlarında dolaşan kanın tümünün, vücudunun aşağı kısımlarına doğru taarruza geçtiği aşikârdı.
(...)

tibet'te sağ kalmanın yolları

2 y o r u m
biraz tibetli gibi davranabilirsin? pek fikrim yok aslında nasıl tibetli gibi davranılır ki? neyse, bir yolunu bulacağından eminim, ben tamamen başka şeylerden bahsedeceğim.
ama tibetli biri geldi yanıma. "türkiye'de nasıl sağ kalabilirim?" diye sordu. şöyle bir süzdüm, baştan aşağı, hiç tibetli görmemiş olmamdan yararlanmaya çalışan kim bilir hangi milletten biri olmasın bu, diye düşündüm.
"tibetliyim ben" dedi, sanki düşüncelerimi okuyabilmiş gibi. etkilendim; "belki tibetli değilsin ama çok akıllı biri olduğun kesin" dedim. bir sigara yaktım, play tuşuna bastım. tom waits çalmaya başladı. daha yeni başlamıştım bu mubarek adamın şarkılarını dinlemeye; özgüvenim sallantılıydı hani!
"biraz türk gibi davranabilirsin?" dedim.
"ne yapmam gerek, türk gibi davranabilmek için?" diye sordu.
"ya ben oysa çok acayip şeyler hayal ediyordum, ne bileyim, belki bir ormanda ya da çölde, bilemiyorum, belki bir uçağın içinde, heyecan dolu şeyler anlıyor musun, şey gibi, gereğinden fazla büyümüş bir bitkinin, ismini unuttum, işte o uçağın elektronik sistemini bozma olasılığı üzerine, bozduğundan değil yani, her neyse, pilotun uçağı asfalt yola indirmesi ve kalan yolu, kara yolunu takip ederek tamamlamasıyla ilgili, garip şeyler, sıkıntı, ter, belki biraz rahatlamak için bir bardak viski?"
"biz asla alkollü şeyler içmeyiz!" dedi bu birden, kaşlarını çatmış, dudakları titriyor.
"yok ki viski falan? korkma" dedim ben de, tibet gelenek ve göreneklerini bilmediğimden.
"olsa da içmem!" dedi, sertçe.
"yok zaten..." dedim inatla.
"sonuç?" diye sordu.
"yok işte; ısrar etmesene alkolik misin nesin!" diye çarpıttım konuyu ya da her ne konuşuyorsak onu.
"onu demiyorum, türkiye'de nasıl sağ kalabilirim?" diye sordu, ağlamaklı neredeyse...
"biraz türk gibi davranabilirsin?" dedim, tekrar.
"ama nasıl olacak işte o? ben alıştım tibetli gibi davranmaya, hadi bana normal gelen bir şey size hard-core gelirse?" diye göz yaşı döktü.
"ya tüm gecemin içine ettin biliyor musun! bir dolu kopuk, garip, komik şey yazacaktım; tom waits eşliğinde bira ve sigara desteğiyle, üstelik halojen lambanın ışığını da kısarak şahane ortam yapmıştım kendime, sıçtın resmen içine!" diye haykırdım. ama kalbi kırılsın da istemediğim için son anda gülümsedim ve "yavşaaak!" diye ekledim, sağ elimle sol omzuna hafifçe vurarak.
"o zaman ben sana tibet'te sağ kalmanın yollarını anlatayım?" dedi; belli ki beni hiç ama hiç anlamamıştı.
"yahu, herkes huzuru bulmaya falan gidiyor tibet'e, huzuru bulmak tehlikeli bir şey mi ki sen bana sağ kalmanın yollarını anlatmaya çalışıyorsun?" diye çıkıştım.
"insanlar tibet'e kendileriyle buluşmaya giderler, burada amaç, alıştıkları ve bağlandıkları her şeyden uzaklaşıp, tibet'te bir süre sıkılmaktır. düşün, nereye bakarsan bak, sıkıntını giderecek, o alıştığın sıkıntı gidericilerin hiç biri yok etrafta! işte o an kendinle uğraşmaya başlıyorsun ve..."
"şudur budur, gerçekten hiç ilgilenmiyorum" diye lafını kestim, "tibet'i de tibet'e gidenleri de, onların dertlerini de amaçlarını da hiç umursamıyorum!" dedim.
"bokum! tibet'e laf etme lan!" dedi bu.
"oldun sen, çık caddeye, rahat edersin..." dedim buna üzüntüyle; gerçekten de tüm gecemi bok etmişti.

ah sen miydin; sen kimsin?

0 y o r u m
ben bir bok yemiş olamam, kimse bunu inandıramayacak bana, asla! ama peşimdeler, koşuyorlar, kaçıyorum, nereden baksan kovalanıyorum! keşke bir şey hatırlasam. dönüp; "ben kovalanacak adam mıyım yavşaklar! çok belli ulan bir yerde bir yanlış anlaşılma var!" demeye kalksam, daha "ben kovalanacak" derken beni yakalarlar, "adam mıyım" derken sağıma soluma iner yumruk!
işte o yüzden koşmaya devam ettim; geleceği görmek geleceği yazmaktır ne de olsa...
(koştum, koştum, koştum işte... koşmayı mı anlatayım bir saat! ama durdum birden! aniden! ansızın!)
çünkü hayatımda gördüğüm en komik çocukla karşılaştım; bir apartmanın hemen önünde. buna nasıl bir oyun yapmışlarsa artık, hem güldüm hem de yardım etmek istedim.
bunun, bebenin, devamlı hareket eden iki kolu havadaydı; kafası kazağın içindeydi ve kazak bir dolu anlamsız fermuarla kaplı olduğu için, kazağın içindeki kafasını bir türlü dışarı çıkaramıyordu. bu çocuğu, fermuarlarla dolu bir kazağa hapsetmişlerdi!
"ne yaptılar sana?" diye yaklaştım buna. dünyanın tüm güzel günleri sanki kazağın içindeydi! onu bu boktan durumdan olabildiğince az gülerek kurtarmam gerekiyordu.
"dur kımıldama" diyerek fermuarlarla cebelleşirken, bir an önce kafasını meydana çıkarmak istiyordum; çünkü: nefes alsın! ama o beni ısırdı. sol kolumu. şimdi düşünüyorum da, o ısırdığı an , bir an için peşime düşen saldırgan angutları hatırlamıştım ama hiç endişelenmemiştim çünkü bu bebeyi gördüğüm an hepsinin yok olduğunu tüm kalbimle hissediyordum.
bin türlü çabayla kafasını kazaktan çıkarabildim. sarı saçlı, mavi gözlü, hiç bilmediğim yerlerde doğmuş bir bebeydi bu. "geçti, sakin ol!" dedim, başka bir dilde mi söyleseydim keşke diye alttan alta düşünerek. başka da bir dil bilmiyordum ama.
kafası kurtulunca, çırpındı, elini ayağını kurtardı, kazağı attı bir kenara ve bacağıma yapıştı; bir şey de söylemiyordu ha, öylece sarıldı bacağıma...
"dur o zaman anneni bulalım senin" diyerek apartmana girdim. girdik.
daha kaç katlıdır, hangi kapıdır diye düşünmeme bile zaman kalmadan yarı çıplak (aslında çıplak falan değildi, bornozluydu) bir kadın belirdi ve çocuğu kaptı bacağımdan. çocuk da ona doğru fırladı tabii. annesi, diye düşündüm, kesin!
hiç anlamadığım bir dil kullanarak bir şeyler söyledi bana. gülümsedim, gülümsedim, sonsuza kadar gülümsedim.
çocuğu ve annesini bırakarak apartmandan çıktım. orta boy bir kara lahanaya dönüşmüş kafam, sadece bir sonraki adımı atmama yardımcı olabiliyordu.
"aha işte orada götoğlu!" diye bağırdı biri ben tam apartmandan çıkarken; gayri ihitiyari boğazımı temizleyip yere tükürdüm bunun üzerine.
"sen-sin-lan-göt'!" diye haykırdım ve koşmaya başladım...

KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ

0 y o r u m
11.
Zebulun’un karşısında oturan kızlara anlattığı felsefi argümanlar onların zırnık ilgisini çekmemiş olsa da hemen arkalarında kendilerine kulak kabartan Epfhilya’nın doğrusu çok hoşuna gitmişti. Geçmişte yaşayıp çok şey söyleyen bu adamlara olan ilgisi ve onlar hakkında coşkuyla konuşması Epfhilya’yı şaşırtmış hatta Zebulun’un bu naif hali onu epey etkilemişti. O rol kesen, hesaplı davranan veya sözünü sakınan biri değildi. Geldiği yerde Epfhilya da aynı bu özellikleri ile tanınırdı. Fazla arkadaş edinememişti o yüzden.

Fotoğraf makinesinde işe yarar tek bir kare poz yoktu. Zebulun’u, diğer masalarda ki içkileri kafasına dikerken ve insanların arasında agresif bir ruh halinde dans edip, zıplarken çekebilmişti. Genel raporu için kullanışlı değillerdi. Schopenhauer’in beklediği tarzda şeyler değillerdi. Onun ne istediğinden de pek emin değildi aslında.

Sıkıntıyla çevresine bakınırken o anda başka bir şeyin farkına vardı; Zebulun’u izleyen yalnızca kendisi değildi. Saha görevine çıkmış meleklerden bir diğeri, elinde bir yığın broşürle hemen köşede onu seyrediyordu. O broşürlerden biri büyük bir olasılıkla Zebulun için hazırlanmış olmalıydı. Babasının favori çözüm-yanıtlarından en başta geleniydi. Melek Ephfilya’yı küçük bir baş hareketiyle selamladıktan sonra gözlerini yeniden Zebulun’un üstüne dikti. Çoktandır beni fark etmiş olmalı diye düşündü Ephfilya.

Babasının Zebulun için başka planları olduğu açıktı. Gerçi bu başkalık, yöntem açısından diğerlerinden bir farklılık taşımıyordu. Ortalamanın üzerinde bir zekâya hitap etmiyorlardı ve hiç yaratıcı değillerdi. Üstünkörü hazırlanmış ve geçiştirmeye yönelik sığ cevaplardı. Bu yüzden Schopenhauer’in kendisini kayıt dışı olarak görevlendirdiği çok barizdi. Onun önerilerini dikkate almayan babası yüzünden ortada Zebulun üzerinden oynanacak iki farklı plan vardı ve biri mutlaka gerçekleşmek zorundaydı.

Ephfilya biraz heyecanlandı ve ürperdi. Şimdi bu göreve her zamanki dikkatinden daha fazlasını vermesi gerektiğini anladı. Kendisini mücadeleye hazır ve istekli tutması gerekiyordu. Schopenhauer’in bile özel ilgi ve alakasına nail olmuş bu adam, şimdi gözüne daha karizmatik, etkileyici ve yakışıklı biri gibi görünüyordu.
(...)
0 y o r u m

KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ

0 y o r u m
10.
İnsanları hiç sevmiyorsun değil mi… birazcık bile?

Hayır.

İlginç aslında…

Hiç değil aslında…

Sen bir münzevisin. Biliyorsun değil mi? Belki de insanları ve bütün her şeyi şeyine sallayan bir nihilistsin sen!

Yerinde olsam buna kafa yormazdım… Ne olduğumun bir önemi yok… Nihilizm hakkında ne biliyorsun Sibel?

Genel görüşü, hayatı boş ve anlamsız bulan insanların değiştirilemez inancı diye biliyorum. Doğru mu?

Kısmen doğru.

Sen ne biliyorsun peki?

Duygu’nun sertçe araya girişi Zebulun’u fazla korkutmadı. Kendisiyle bu konuda atışamayacağını biliyordu çünkü.

Sakin olmasını telkin etmek için ona doğru elini uzattı. Fakat o kadar kontrolsüzce yaptı ki bunu, kolu bir sapandan fırlatılmışçasına ileriye doğru uzadı; kızın sol memesi aniden avucunun içindeydi!

Neye uğradığını şaşıran Duygu hızla kendisini geriye doğru atadursun; Zebulun’da elini bir makine dişlisine sıkıştırmışçasına panik bir refleksle parmaklarını omzundan arkaya doğru çekti ve eli, ölü bir hayvan leşi gibi masanın üzerine düştü kaldı.

Sibel hala sakindi ve bir bakışıyla Duygu’ya da bunu öğütledi.

Hiçbir şey olmamış gibi, yaptıklarından dolayı kesinlikle sorumlu tutulamazmış gibi, sakin ve deli konuşmasını sürdürdü Zebulun. Kendinden emindi.

Nietzsche toplumsal etkenler sonucunda Nihilizme sürüklenen kişileri özgürlük kavramı kapsamında iki kategoriye ayırmıştı. Bunlara aktif ve pasif Nihilistler diyordu.

Anlatayım mı dercesine baktı. Sibel eliyle devam etmesini isterken Duygu hiçbir tepkide bulunmadı. Masanın üzerinde avuçları yukarı doğru açık, titreme ve kasılmalarla sarsılıp canlanmaya çabalayan o ele bakıyordu hala.

Düşesi fazla sıkmadan anlatayım o zaman.

Duygu’nun gözleri hain bir öfkeyle kısıldı.

Aktif Nihilizm gerçekte bir ara durumdur. Kişilerin kendileri ile hesaplaşma, ödeşme, eski kendilerini arkada bırakma, bir tür “iyileşme” dönemi denilebilecek bir süreçtir. Bu süreci tamamlayabilen kişi yaratıcı insan mertebesine erişir. Tamamlayamayanlar ise, toplum tarafından oluşturulmuş normlardan kopup yalnızca kırıp bozan, sağa sola saldırıp her şeyi küçümseyen uygunsuzlara dönüşürler ki keza bu da Aktif Nihilizm içerisinde ilerleyen bir diğer yoldur. Nietzsche bu kişileri hayatları boyunca ilgiye muhtaç, hastalıklı ve ihtilalcı kişiler olarak nitelendirir. Pek azları içinse bu dönem sağlığa kavuşma yıllarıdır. Çekilen acıların, sonuçlarını inkâr eden gururun işkencesinin yıllarca katlanılan o acıların işkencesini daha da arttırdığı zamanlardır bunlar. Sabırla, sertlikle, boynu kırılmadan ama en ufak bir umut da beslemeden dayanmasını bilen kişi, sağlığa giden o yola girebilmiş demektir.

Konuşurken alkolün etkisiyle ağzı burnu kaysa da sonunda kızları az da olsa etkileyebilmişti Zebulun. Özellikle tam arkalarında, ayakta duran ve konuşmalarına kulak misafiri olan Ephfilya Zebulun’un bu bilgiç tavırlarından çok etkilenmişti. İlgiyle dinliyordu.

Zebulun masanın üzerinde baygın yatan elini, bileğinden kavrayarak kaldırdı ve kucağına koydu. Sanki parmakları bu duruma isyan edermiş gibi ısrarla son bir defa titreyip mızmızlandılar. Gülümsedi.

Pasif Nihilizm ise, işte senin bildiğin gibi… Hayat boştur güzelim, düsturuna biat edenlerin tepkisizliğidir.

Başka kimse yok mudur bu özgürlük kavramını açıklama gereği duyan filozof?

Tabi ki vardır… Hume, özgürlüğü güdüler ve şartlarla birlikte istenilenin yapılması şeklinde açıklar. Çünkü ona göre özgürlük diye bir şey yoktur! Zorunluluk vardır. Tüm yaptıklarımız sıkı zorunluluk ve nedensellik kapsamındadır.

Kant! Kant, insanların doğa nedenselliğinden bağımsız eylemler de gerçekleştirebileceğini düşünür. Bilemiyorum, yani yorucu bir uğraş gibi geliyor kulağa.

Spinoza, sadece kendi doğasının zorunluluğu ile var olan…

Sen tüm bunları nereden biliyorsun hayatım!

Eğer araya girmezse Zebulun’un sabaha kadar kavramlar ve anlamlar hakkında konuşabileceği kaygısına kapılan Sibel, ayrıca tüm bu felsefi argümanları bu gece hiç de dinlemek istemediğini fark etmişti. Ephfilya aynı kanıda değildi.

Felsefe bölümünde öğrenciyken, Tmumkg’un bana gönderdiği mektuplar sayesinde…

O mu? Felsefe mi okudu?

Kendisine gerektiği kadarını… Evet.

Hım, peki sen ona neler yazıyordun?

Dedi Duygu…

Kısa bir süre düşündü Zebulun ve:

Ben… UFO fenomenleri hakkında yazıyordum, dedi.

(...)

otobüs arızalanınca

0 y o r u m
otobüs arızalanınca ormanın ortasından geçen dağ yolunda kaldık. ayılar ve kurtlar saldırdı. ben de tüfeğimi çıkarıp hepsini vurdum. ayılar ve kurtlar minnettar bakışlarla yanaştılar yanıma. sana da bırakalım mı biraz dediler; hayır, ben yol arkadaşlarımı yiyecek kadar haysiyetsiz değilim diye haykırdım. başka kurşunun kalmadı, istersen bize artislik yapma, ne mal olduğunu çoktan anladık, dediler. biraz tereyağı ile biraz bal istedim onlardan, versek mi vermesek mi diye düşündüler, bakışarak, bir süre. gözlerimi kısıp gökyüzüne baktım. tamam al bakalım dediler. yol arkadaşlarımı kendi aralarında paylaşmadan önce her birini parçaladılar. bir sigara yaktım, izledim sadece; yardım etmeli miydim acaba, diye düşünerek...

haaaaydi sana iyi geceler deyip ağaçların arasında kayboldular. olmazsa tüfeği ters çevirir, dipçiğiyle vururum, saldıran ayılara, kurtlara diye söylendim. belki duymamışlardır diye, biraz daha yüksek sesle tekrarladım vahşete yatkınlığımı...

kimse saldırmadı, kimse görünmedi bile etrafta. güneş doğarken poşete koyduğum bal ile tereyağına baktım; ekmek lazım, kesin lazım dedim ve yürümeye başladım.

yolun sonu yoktu ama yol küçük yollara ayrılıyordu, sonu olan küçük yollara. işte onlardan birininin sonunda bir ev gördüm; bir kulübe. ekmek, dedim ve o yola saptım. çok zaman geçmeden kapının önüne varmıştım ancak daha çok erkendi. uyuyorlardır, uyandırmayım şimdi dedim ve beklemeye başladım. bir yanım, patronun karısına ayak masajı yapmanın hiç de hafife alınacak bir şey olmadığını anlatırken diğer yanım buralarda insanların benim gibi züppe şehirlilerin alıştıkları saatte değil çok daha erken saatte uyandıklarını anlatıyor bir başka yanım sürekli benden nefret ettiğini "senden nefret ediyorum" diyerek belirtiyor, pek samimi olmadığım bir yanım da "sigara kalmadı yahu, sigara almak lazımdı; buraya zaten hiç gelmemeliydik, hatta yola çıkmamalıydık aslına bakarsan ağaçlardan inmekle çok büyük hata ettik" gibi şeyler söylüyordu. bu kadar çok yanım olduğunu bilmiyordum ve bu arada nasıl bir kargaşa ve gürültü ortaya çıktıysa kapı önünde, kapı açıldı, namlusu borozan ucu gibi bir tüfeği burnuma dayayan bir tavşan belirdi.

"hassiktir lan!" dedim; sinirim bozulmuştu, hiç beklemiyordum doğrusu böylesi bir süprizi.
"kahrolası arazimdesin ahbap; lanet olası kıçında bir delik açmamı istemiyorsan yaylan hemen!" diye bağırdı tavşan.
"ekmeğinin peşine düşmüş bir gezginim, sana zarar verecek değilim" dedim ben de, kendimi toplayıp.
"dünya alem bir araya gelseniz bana zarar veremezsiniz; acme örs düşer kafana dişini gösterirsen bana" dedi tavşan.
"deveye diken jünyıra siken" dedim ben de; sırf altta kalmamak için.
"jünyır ne ki sabah sabah?" diye tısladı tavşan.
"ceyar vardı ya; yüving petrol?" dedim can havliyle.
"o-ho! house md, lost, heroes var şimdi kim siker ceyarı?" dedi tavşan.
"sen de haklısın" dedim tüm bıyığım ve kare kafam ve topluma vitamin olmuş efendi boyun eğmemle. tavşan bu kalender durumuma acıdı olsa gerek, "girmez misin yabancı; senin gibileri biz burada hiç sevmeyiz ama aslına bakarsan biz bir bok sevmeyiz zaten" diye de ekledi.
"eyvallah" dedim, geçtim kapıdan. karşımda iki cin belirdi bir anda. biri hep doğru diğeri hep yalan söylüyormuş ama hangisinin doğruyu ya da yalanı söylediğini bilmiyormuşum. "ee? ne yapayım?" der demez ben, tavşan şöyle dedi: "tek soru sorma hakkın vardı, ya da iki ama üç değil. ona göre kapı açılacaktı..."
"ee? ne yapayım?" dedim tekrar, utana sıkıla; bana kapısını açmış ev sahibimi gücendirmemeye çalışarak.
"çok erken geldin işte dangalak; adamlar yerini bile almadan geçtin kapıdan!" dedi tavşan. bunun üzerine tavşanının omzuna hafifçe dokunarak sırıtttım ve şöyle dedim: "koy götüne gitsin; geçilmiş kapının davası olmaz!"
hemen sonra güldüm ama nesilden nesile kanıma işlenmiş ahlaki kodları bozmadım. mazlum ve kalender bakışlarım milim oynamadı. tavşan bundan çok etkilendi ve cinleri küfrederek kovdu. "keşke küfretmeseydin; yine de inanırım cinlere; her türlü bilimsel şeye rağmen" dedim; "ama en azından birine!" diye de son saniyede patlattım espriyi. bunun üzerine tavşan dağa kaçtı. "hassiktir!" dedim; "bari ekmeğin yerini söyleseydin!"
"ekmek aslanın ağzında evlat" dedi bir ses. sesin geldiği yere baktım. televizyonmuş. "yürü git göt!" dedim; eser kalmamıştı mazlumluğumdan, kalenderliğimden, oynadığım vıcık vıcık saygı sevgi piyesinden.
"serseri... sana benzer asıl... konuşmana... dikkat et!" dedi, dizilerden, haber, tartışma programlarından atlaya zap'laya seçtiği kelimlerle.
"serseri demedim; göt dedim! ben göte göt derim!" dedim tüm aşırma gururumla ve bir yandan da uzaktan kumandayı arayarak.
"kimse... o dediğin... kelimeleri... kullanamaz..." diye yayın kolajı yaptı. 'o dediğin' diyen reklam oyuncusu kadın çok güzeldi.
"işte bu yüzden aptal kutususun; efendi, düzgün, sınırları belli bir dünya empoze ediyorsun insanlara. piç!" diye hakırdım.
"onun... bunun... çocuğu..." dedi.
"bana mı dedin?" diyerek yaklaştım ekrana, tüfeği de doğrultarak.
"ayna mı... sandın... beni?"dedi.
"ayna aldığını olduğu gibi verir; sen ise aynı zamanda göz olan bir anüssün!"
o anda, sabahtan akşama kadar telefonla seks programları yayınlayan bir kanal açtı; kadının biri ahizeyi kıçına sürtüyordu. kafamı hafifçe yana yatırıp izlemeye başladım.
"ha şöyle... ekmek... kafa... et... kafa... hamur... kafa!" dedi. tam bozulacaktım arkaya gülme efekti koydu! gülmeye başladım ben de; kahkahalar atan, alkışlayan seyirci kitlesine bakarak.
"değiştir şu kanalı, biraz öncekini açsana ya!" dedim, bir yandan gülerek. değiştirmedi ama! tabakları kırıp, tabak parçalarıyla bardak yapmaya çalışan bir kadın, 'kocam beni sikmiyor!' diye ağlayan bir başka kadına 'biz değerlerimizle varız, her an ağlayabilirim" gibi şeyler söylüyordu. bir şey ağzımın içinde büyüdü; sanki biraz önce meyveli gazoz içmişim ve hemen sonra tükürmeye karar vermişim gibi, dudaklarımdan sarkarak indi beynimin bir kısmı halıya. çok küçük bir ses geldi ta derinlerden, 'ekmek!' diye. tuttum kopardım televizyonun kablosunu yetmedi tüfeğimin dipçiği ile patlattım ekranını.
çok rahatlamıştım o an.
mutfağa girdim, tezgahın üzerinde taptaze iki ekmek vardı. çay falan da yaptım, elimdekilerle salona döndüm. yemek masası tertemizdi, yağlı ballı ekmeğimi yemeye başladım.
tarif edemeyeceğim bir boşluk hissine kapıldım daha ilk lokmamda. hemen masanın üzerindeki uzaktan kumandaya baktım ve pişmanlıkla ağlamaya başladım. kumanda, otobüste yanımda oturan teyzenin neredeyse aynısıydı; tek farkla: teyzenin başı örtülüydü. teyze için ağlamıyordum ama; fazla öfke gösterip televizyonu parçaladığım için ağlıyordum.

KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ

0 y o r u m
9.
Geceyi Sibel’in odasında ve onun koynunda sonlandırmaya karar veren Tmumkg’un kaygısı ve asıl merak ettiği şey, Zebulun’u da beraberinde getirmesine kızların nasıl bir tepki gösterecekleriydi. Dostunu yalnız bırakmak istemiyordu. Çünkü hiç iyi görünmüyordu. Zebulun’un Duygu’nun üzerinde olumlu bir etki bıraktığını umuyordu. Evet, iyi niyetliydi; epeyce iyi niyetli!

Bulunduğu yerden ona güldüklerini görebiliyordu ama bu gülüş de tuhaf bir şaşkınlık da vardı sanki. Biraz dikkatli bakarsan, yüzlerine yapışan o şaşkınlığı başka şekillerde de çok rahatlıkla yorumlayabilirdin. Artık ciddiye alınmayan birine reva görülen kaygısızlık ve umursamazlık, bununla birlikte ifadeye yerleşen o bilindik yalancı kaypak sırıtış…

Belliydi! Onu istemeyeceklerdi. Kızları o masaya hiç oturtturmamalıydı. Hatalıydı, bunu anlamıştı ama onu bir şekilde kabullenmelerini sağlamalıydı; hiç olmazsa sadece bu geceye mahsus Zebulun’u mazur görebilmeliydiler.

İşin aslı, o komik de bir adamdı doğrusu; misal az önce ne yapmıştı öyle: yıllardır onu dans ederken görmeyen Tmumkg, tuvaletten çıkar çıkmaz insanların arasına karışan Zebulun’un tuhaf figürlerle ve olduğu yerde sıçrayarak sözüm ona bir dans ritüeline kendisini kaptırdığına şahit olmuştu. İşte bu komikti çünkü biraz sıra dışıydı. Ona göre bir şey değildi. Gerektiği yerde mümkün olan en şirin maymunluğu yapmak kendisine has bir özellikti. Kesinlikle Zebulun’a değil. Dolayısıyla bu işe biraz güldü ama Zebulun’un o kalabalık güruhun içerisinden hoplaya zıplaya çıkarak, insanların masalarında kendilerini bekleyen yarısı içilmiş ve kimi içilmeye hiç başlanmamış içkilere musallat olması ve onları ardı ardına devirmesi -midesine indirmesi bakımından- Tmumkg’u öncelikle çok şaşırtmış ve kısa süreli bir paniğe sürüklemişti. Çünkü Zebulun’un bu hareketini görebilecek herhangi bir kişi onu barın anlayışsız ve yarı mafya bozuntusu hödük sahiplerine bildirdiğinde bu düşüncesiz tavrı hiç hoş karşılanmayacağı gibi, sırf millete aksiyon olsun şarlatanlığıyla onu bir güzel tartaklayabilirlerdi. Neyse ki böyle bir şey olmadı ve dayak yiyip dışarı atılmaktan ucuz kurtuldu.

Masalarda duran içkilerin çoğunu diplemiş ve bir süre olduğu yerde dikildikten sonra cam gibi saydam ve donuk bakışlarıyla etrafını süzerek, ağır adımlarla kızların yanına dönmüştü.

Okkalı bir yuh çekmek geliyordu içinden ya…
(...)

yo

4 y o r u m
Tarım ve Köyişleri Bakanlığının Verdiği izinle…

Makat, bu dünyada illegal bilgisayar yazılımına verilecek en iyi addır.

Avrupa Birliğinden bahsetmeyen tek kitap kurandır.(?)

Mevsimlerin değişimi sonbaharı, bahar yapacaksa bırakın değişsin. Bahara dokunmadan ama. Sorun Yok! 08.10.2009 tarihini İstanbul’da yaşayanlar…

Bir geleneği ortadan kaldırmak bütün dünyayı ortadan kaldırmaktır Moğol Filminden

İklimler bizim geleneklerimiz mi?

Bundan 1 ay önce bir zombi filminin çekimlerinde figürasyonda yer almak için Büyük Ada’ya gittim. Sesli çekilen bu filmin çekimleri durdurmayı başaran karşı adadan duyulan Daft Punk’ın One More Time parçası idi Türkler’in saçma sapan işler yapmasına dışardan bir müdahale hayatın her tarafında-anında gözlemlenebilir bir şeydir şüphesiz. Fransızların bu coğrafyadaki varlıkları… Yeniden.

Nuray Mert’e verilecek her ders Ahmet Hakan’a Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi olarak tekrarlanabilir. Derslik The House Cafe

Kötü örnek nasılda örnek olur;

Başlangıç Tırnağı

—Çok şey biliyormuş havalarındasın. Bilgi nedir

—mümkün olduğu kadar az şey bilmektir

—ne demek o?

—bilmiyorum efendim

—bir köprü inşa edebilir misin?

—hayır

—silah yapabilir misin?

—hayır

—bunlar bilgi ürünüdür

Bitiş Tırnağı

Bütün savaşlarda köprüler en ilk vurulan yerlerdendir.

Hiç birşeyini (Kültürünü. Belki?) bilmediği topraklara gelip te üstün insan taklidi yapan, Almanya’da doğan Mezopotamyalılara gülmek osuruğa gülmektir, acımak ise yersiz, boş zamandır.

Yukarıdaki son cümlede Tarım ve Köyişleri Bakanlığının vermiş olduğu iznin sıkı parmağı var.
Pablo Picasso
Bu adam bilmediği her şeye ‘Bu ne işe yaramaz’ diyerek beynin kullanım oranını arttırmaya çalışmıştır. Ama ölmüştür kendisi. Keşkek ölmeseydi (bu bir sevgi yada övgü cümlesi değildir.tamamen dua dır)
Petrolün Türkçesi Kaya Yağıdır. Toroslar’ın tepesinde saçma sapan hareketler yapan, insan mahsulü bir makine görenler…
Albert Camus zamanın(anın) ne demek olduğunun uzmanıdır. Charles Bukowski insandır. isot ne kadar talıdır
Yerli yada yersizJ Cennette Charles Bukowski ile devrim (inkılap’ın fonetiğini s.kim)yapmak istenmemeli mi?
Bu gün 1453 Steven Paul Jobs’un doğum yılı. Elmadan ikinci ısırığın estetiğinin işe yaramayacağını gören insan
Evet. Sadece Türkler ve Arapların isimlerinin ve soyadlarının anlamı vardır Tuhahaaaaaaa
Anlamsız olan herşeyin içine ….. bukowski, devrim, serdar, ahmet, zeynel, cem, şuğadar, kraliçe, yerden çıkan su kaynağı, Mevlana, neyzen Tevfik, tuna, Mehmet,(arka arkaya üç nokta koymak için direndiğim cümle)
Ne mutlu düşünürken Ammmmm demeyen insanlaraJ(no racism)
‘Kasabanın En Güzel Kızı’
Bir Arap atı bir İngiliz atı yanın dada bir adet ‘Irak’ galibiyeti
Cidar (www.tdk.com)
Politika (Özel başlık)
Açılış
BIYIGINI ÜSTTEN DÜZELETEN İNSANLARDAN NEFRET ETTTİGİM KADAR HİÇ BİR İNSAN NEFRET ETMEDİM. Turgut Özal’ın en büyük yanlışıdır. Belki de o bu yanlısı görmüş olsaydı bu gün çok daha farklı olurdu yelkenlerimiz. Bu adam öldüğünde dünyanın en metanetli insanın evindeydim. Bende eksilerde gezen bir metanet vardı Tepesine bir ışık yerleştirmiş arı ne güzel olurdu… bu cümlenin de mevcut partiye övgü olmadığını anlayalım lütfen
Zencileri. Japonları, brezilyalıları sevdiğim kadar sevseydim kendimi keşke(dua)
Ben hasta yerimi düzeltemem bıçakla, böbreklerini satarak borçlarını ödeyemeyenler.
‘yeri gelir bülügün bile kullanılacağı yer olur’ Ananemin evdeki bizce gereksiz olanları atmaya başladığımız zaman söylediği söz
Bülük; pipi,çocuk cüküJ
Politik özel başlık son,
Cemal Süreyya’dır aslı ama o Türkçe olsun diye bir ‘ y’ yi heba etmiştir ama bir yandan da üşüyorum kapama gözlerimi diyendir cemali sevmem herşeye rağmen… başkada bir numarası yoktur benim acımdan ama tv ye program hazırlayan açısından mühimdir
Futbolu açıklamak bana en zor gelen şeydir…
Futbol, gerçekten ilgili olmayan insanlara açıklanması en zor gerçektir
Futbol kutsal kitaplarda yer almayan tek oyundur.(?)
‘içim sana çıksa, olsam iç içinde sana, bana dön desem, için için ne dersin’
Sanırım ülkemizde bir ressam olan Ali Sarugan ‘ın eski sevgilisinin tarafından yazılmış bir şiir
Kim neden paylaşır ki bole şeyleri zaman zaman
Atı alan Üsküdar’ı geçti.
Eskiden Üsküdar’a kaçan suçlular için söylenmiş sözdür kendileri
Ben bu yazıya baslarken okuyan herkese ebetteki bir şeyler söylemek istedim.
Değilse ne anlamı var ki
Anlamsız olan herşeyin içine ….. bukowski, devrim, serdar, ahmet, zeynel, cem, şuğadar, kraliçe, yerden çıkan su kaynağı, Mevlana, neyzen Tevfik, tuna, Mehmet,(arka arkaya üç nokta koymak için direndiğim cümle)
Anlamsız olan herşeyin bacısını s.keyim
Bundan daha uzun olmasını diledim ama burada kilitlendi kaldı ama herşey rağmen şahane bir serüvendi demek lazım

Bu son cümle bu yazının ta en basında yazıldı, yani ilk cümleydi

Post modernizemin ne kadar karsısında durmaya çabalasam da bu bole oldu.

Aslına bakarsınızı insanlar son donemde yaptıklarıyla alakalı sırlar vermeye başladı bunu da sevmiyorum. Çünkü bu saçma sapan bir devrim. Sessiz sedasız bir devrim, ama bir yandan insanı acizleştiren bir şey var ortada insanın ne kadarda politik(kaçınılmaz tanım) olduğunu vurguluyorlar

Evet, oleyiz (‘insanoğlu kaypaktır’)

Ama değiliz de bir taraftan, bir tarafıyla çok acz içindeyiz diğer tarafım hiç sevinmiyor

Çünkü bir geleneği yıkmak dünyayı yıkmakla es değer ama son baharın ilkbahar olması hiç fena değil

İnanmayacaksınız ama benim dedem dudak kanserini iyileştiriyordu;

Dudak kanseri olan insanların dudağını dağlıyordu(vay be iyi para kazanıyordu(?) Ama elektrik yoktu ki köyde)

Bu yazı bir yazı

Ben’ Son Gece’ diye bir film izledim film çok güzeldi ama TV filmi mantığıyla çekilmiş bir filmdi.?

‘’Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer, Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun. Etme!’’

Belki devam eder beklide etmez

KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ

0 y o r u m
8.
Kasıklarının çevresine çöreklenen o tatlı ve karıncalı yanmadan kurtulmuş, mesanesini sıkan basıncı sonlandırıp rahatlamıştı. Nedense içini aptalca bir minnettarlık duygusu kaplamıştı. Sanki işeyebilmesini başkalarına borçluymuş gibi. Çok garip bir duyguydu. Şu son birkaç aydır içini böyle duygular kaplıyordu.

Büyük bir rahatlama hazzı ile pantolonunun düğmelerini ilikleme işine girişmişti ki, birden zaten ilikli olduklarını fark etti. Afalladı. Bir terslik vardı; ayakta da değildi, masasında oturuyordu. Kızlar da tam karşısında. Boş bardaklar biralarla tazelenmişti. Güzel. Çevresi hoplayan, zıplayan insanlarla doluydu. Müzik, kendilerinden geçirmişti. Her şey iyi de, peki ben nereye işedim lan, diye düşündü.

Altıma işemiş olabilir miyim? Yok, daha neler… Ne oldu peki, düşün!

Bulmuştu; büyük ihtimalle zamanda geriye kaçmış olmalıyım ben, dedi kendine. Gerçekten mantığına yatıyordu bu türden uçuk fikirler. Hemen yan tarafına baktı, hayır, başka bir Zebulun oturmuyordu yanında. Buna biraz üzüldü. Paniklemeli miydi? Bundan pek emin değildi. Yorucu geldi paniklemek ona.

Orada ki tuvalete gittiğini çok iyi biliyordu. Bilmesini kolaylaştıran hatıraları vardı, o anla alakalı olarak. Burun çeperlerinde hala tüten amonyak kokusunu alabiliyordu. Ürik asitten kaynaklı, iğrenç bir koku işte. Tahammülü zor. Hafızasına yer eden o keyifli anı, yani işeme esnasında, tuvaletin tavanına doğru yükselen sidiğin kokulu sıcak buharını izlerken, nasıl da büyük bir haz almıştı; ne kadar da canlıydı. Bir anıya bile dönüşmemiş olması gerekiyordu aslında, bilakis o anın içinde bulunmam gerekiyordu benim, dedi kendine.

Nasıl becerdiğimi bilmiyorum ama galiba zamanı büktüm ya da eğdim veya bir halt ettim işte. Suç bütünüyle benim ulan, istemeden zamanın akışında bir kırılma veya kopma noktası oluşturup bir başka gerçeklik boyutuna sıçradım bok gibi. Aman Tanrım! Ne yaptım ben!

Bir an önce düzeltmeliyim bu durumu yoksa benim yarattığım bu eğik zaman düzlemi başkaları içinde bir kâbusa dönüşecek. Gerçeklikleri bildikleri gerçeklikten ayrılacak ve hayat bambaşka bir olurluktan başlayacak. Herkes aldığı nefesi tekrar içine çekecek belki de. Ne bileyim, şartlandığımız birçok şey tersine dönecek.

Kulağa çok da kötü gelmiyor aslında!

Yine de zamanın akışını kendi düzlemine oturtmalıyım. Ütopik bir gerçekliği kim yaşamak ister ki? Var mı o kadar cesareti olan? Hiç sanmıyorum.

Pekâlâ, sanırım bu oynak düzlemi nasıl rayına oturtacağımı biliyorum. Mademki sikimle bozdum yine onunla düzelteceğim. Saklandığın yerden çıkıp sen düzelteceksin bu kaotik saçmalığı.

Zebulun oturduğu yerde acele ve komik bir beceriksizlikle pantolonunun düğmelerini açmaya çalışıyordu fakat fazla sıktığı kemerini bir türlü gevşetemiyordu. Zamanın büküldüğü o ana ve mekâna geri dönebileceği yanılgısına kapılmış ve bunu sağlayacak anahtar öznenin çükü olduğu yargısına varmıştı. Bu sefer kubura değil de belki lavaboya işerim, böylece ters tepkime zamanı bu eğiklikten kurtarır gibi çözümler üretiyordu kafasının içinde.

Masaya gelip oturduğundan beri garip davranışlar sergileyen Zebulun’u biraz da korkarak seyreden Sibel ve Duygu, şimdi de onun pantolonuyla olan didişmesini şaşkınlıkla izliyorlardı. Pantolonu çıkarmaya çalıştığını fark etmişlerdi ama nedenini iyice kavramadan buna engel olmanın onu durdurmayacağını hissediyorlardı. Ne olmuştu orada ona. Yüzünde rahat bir gülümsemeyle gelip oturmuş ve birdenbire panik atak belirtileri göstermeye başlamıştı. Çevresini korkulu bakışlarla süzüyor ve rahatsızlığını belli eden kıpırdanmalar içinde hiç durmadan mırıldanıyordu. Sonrasıysa malum; paniklemiş ve korkmuş bir halde pantolonundan kurtulmaya çalışıyordu.

Sibel biraz sonra ortaya çıkabilecek yakışıksız durumun farkına vararak derhal müdahale etme gereği duydu.

Zebulun! Bana bakar mısın? Ya yüzünü kime benzetiyorum acaba diye içim içimi yiyordu… Buldum sonunda! Uğur Polat’a çok benziyorsun sen.

Zebulun’un telaşlı kıpırtıları ve sinirli mırıltıları o kadar ani olarak kesildi ki kızların ikisi de şaşkınlıkla irkildiler. Bıçak gibi kesilmişti her şey. Yüzlerine kayıtsız ve donuk gözlerle bakıyordu. Birasını kaldırıp bir yudum aldı. Bıyık uçlarını emdi. Pek ilgisini çekmemişti bu benzetme sanki.

Sence de benzemiyor mu Duygu?

Evet, sanırım benziyor.

Odamda bir posteri bile var adamın ya. Hayranıyım herifin.

Umurunda değildi ve dudaklarını büzerek bunu çok da belli etti. Sibel hemen karşı atağa geçmeye karar verdi.

Tamam, öyleyse kendini en çok kime benzettiğini sen bize söyle!

Bu soruya verebileceği bir cevabı vardı. Birkaç saat önce fark etmişti zaten. Kızlar henüz masasına gelmeden önce. Alnını ovuşturdu; beyninde birbirleriyle simetrik şekilde patlayan kıvılcımlar çakıyordu.

Bakışları Duygu’nun beyaz tişörtünün altında bile zorlanmadan fark edilebilen mükemmel orantılarda ki o dimdik memelere kaydı. Orada fazla takılı kalmadı. Kafasını gökyüzüne kaldırıp yıldızları seyretmeye başladı. Ardından ciddi bir ses tonuyla dramatik bir sahne oluşturmaya çalışıyormuş edasıyla konuştu:

Diyeceğim o ki; sanırım ben kendimi Amerikan Süvarilerinin Atlı Bölüğünde ki Askerlerine benzetiyorum kızlar ve eğer yanılmıyorsam ve delirmediysem, bu benzerlik büyük ölçüde siz kadın milletinin memeleriyle ilişkili.

Bir sigara daha yaktı ve gülümsedi.
(...)

KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ

0 y o r u m
7.
Shopenhauer’in elleriyle mühürleyip teslim ettiği zarf fazla gecikmeden Ephfilya’ya işini en iyi yapan Ulak Meleklerden birisi aracılığıyla ulaştırılmıştı. Zarfı teslim eder etmez de arkasına bile bakmadan Beyoğlu’nun yapısı itibarıyla uzayan, bükülen, daralan karanlık dehlizleri andıran o sayısız arka sokaklarından birine daldı ve çabucak gözden kayboldu.

Ephfilya zarfı dikkatlice açtı ve zekâsına hayran olduğu akıl hocasından kendisine iletilen notu bir çırpıda okudu. Kendisinden bu adamın peşini asla bırakmamasını istemişti. Bu isteğe biraz şaşırdı çünkü Zebulun hakkında ki detaylı raporunu Genel Merkezi Birime iletmiş ve adama dönülecek yanıta kılavuz olması beklenen o ilk kelimeyi de sonra ki raporunda belirtmişti. Fakat o rapor doğrudan Shopenhauer’e gitmişti. Zebulun’u bu derece önemli kılan şeyi gerçekten merak etti Ephfilya. Shopenhauer’in bu adamla ilgili önemsediği bazı şeyler vardı kuşkusuz ve hocasının ilgilendiği her şey kendisi için de önemliydi.

Fotoğrafçılığı çok sevdiği bilinen bir gerçekti ve her görevinde kendisinden istenmemesine rağmen Birime gönderdiği raporlarına mutlaka iliştirdiği fotoğrafları şimdiye kadar Shopenhauer gereksiz bir uğraş ve boşa harcanmış emek olarak görmüş, öyle değerlendirmişti. Çünkü o, içimizde ki istencin akılsız ve bilinçsiz bir öze sahip olduğuna inanırdı. Epfhilya’nın fotoğrafa olan tutkusuna da bu mantıkla yaklaşmakta hiçbir sakınca görmemiş ve onun bu yeteneğini her zaman göz ardı etmişti. Tuhaf olan, bu sefer Shopenhauer ondan Zebulun’un ön cepheden çekilmiş bir fotoğrafını da rapora mutlaka eklemesini istemiş ama bunun kendisi için ne gibi bir önem arz ettiğinden bahsetmemişti. Kesinlikle bir şeyler vardı.

Ephfilya insanların arasında olmaktan ve onlarla zaman geçirmekten büyük keyif alıyorken, Shopenhauer’in insanlara olan yaklaşımında ki sevgisizliği daima onu çok şaşırtır ve bir türlü bunu anlayamazdı. Elbette o da bir insandı, yani ruhu hala bedenindeyken ve onlar hakkında kesinlikle çok şey biliyor olmalıydı. Bu ona büyük bir acı ve sıkıntı vermiş olmalıydı. Şimdi onu insan arzularını tatmin etmek için uğraşan bir birimin danışmanı olarak görmek doğrusu biraz trajik ve komikti.

Peki, Shopenhauer’in bu adamda gördüğü şey neydi?

Evet, sakin ve durağan bir sükûneti vardı ve bu duruştan kendisi de etkilenmişti. Kafasını önünden pek kaldırmıyordu ve çok fazla konuştuğu da söylenemezdi. Kadınlara olan yaklaşımı ise çok düz ve sıkıcıydı ama gözlerini onların üzerine diktiği anlarda aklından neler geçtiğini de kolaylıkla anlıyordunuz. Zaafları vardı ve bunları saklama ihtiyacı pek duymuyordu. Bu iyi bir şey mi acaba diye aklından geçirdi Ephfilya.

Kendisinin de ona karşı hissettiği merak duygusu, her zamanki görev sorumluluğunun dışında, bu sefer işinin daha ilginç ve zor olacağının belirtileriydi aslında. Hoşlanmıştı Zebulun’dan ama kendisine verilen görevi de boşlayacak değildi. Her yolu deneyip istediği o resmi çekecekti; mutlaka bir yolunu bulmalı ve Shopenhauer’in güvenini boşa çıkarmamalıydı.
(Devam...)

KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ

0 y o r u m
6.

Ağır, sarsak ve kafası önde sallanarak içeri girdiğinde, Tmumkg vaziyeti anlamak ve orada olan biten her şeyi öğrenmek için eski dostunun ağzını aramaya karar verdi. DJ masasından biraz öne doğru kaykıldı.

Yürürken dans eden insanlara tosluyor ve arada boş masalarda ki içkilere bakıyordu. O içkiler sahipsiz değillerdi elbette.

Şu sıcak yaz gününde bile, akşamları çok az bir serinlik oluyordu, bu adam sürekli siyah şeyler giyinmekten vazgeçmiyor diye düşündü Tmumkg. Hâlbuki onu birçok defalar uyarmıştı; renkli tişörtler al ki ben de giyebileyim; benimkilerle değişmeli giyeriz lan, demişti. Hiç laf dinler mi efendi! Ertesi gün bir koşu gitmiş ve ucuzundan üç-dört tane daha kısa kollu siyah tişört alıp gelmişti. Pişkin pişkin, işte bunları giyelim değişmeli olarak demiş ve çekmecesine özenle katlayıp diğer siyahların yanına yerleştirmişti.

Sopayla dövmek lazımdı bu adamı…

DJ masasının önünden geçerken uzanıp kolundan yakaladı. Zebulun bir an dengesini kaybeder gibi oldu ama hemen toparlanmayı da bildi. Kendisini yolundan kimin alıkoyduğunu öğrenmek için sertçe başını kaldırdı. Tmumkg’u görünce birden yumuşadı ve gevşedi hatta zevzekleşti.

Neler konuşuyorsunuz orada; muhabbet nasıl dönüyor olum, anlatsana lan!

Zebulun omuzlarını silkerek kızların oturduğu yöne doğru baktı.

Bilemiyorum… Özellikle bugün, algılarımda odaklanma problemi yaşıyorum galiba… İçimden çıkan her şey cıvık ve kokuşmuş bir halde saçılıyor etrafıma… Sanki… Çişim de var… Bilmiyorum.

Ne demekti ki şimdi bu. Anlaşılan orada hiçbir şey yolunda gitmiyordu. Bu adama güvenerek ne ummuştu ki zaten, lanet olsun, sorduğuna soracağına pişman olmuştu. Bıraktı kolunu. Kızlardan tarafa baktı, hala oturuyorlardı masada. Ne bok yemişti peki bu adam. En iyi dostu iflah olmaz bir sosyapattı.

Yavaşça tuvalete doğru seğirten Zebulun, aklına bir şey takılmış gibi aniden geri döndü. Ufaktan sırıtıyordu.

Baksana… “One Of These Days” çalmanın bence tam sırası… Ne zaman çalarsın?

Belliydi, umursamıyordu. Tmumkg’un o sinirle burun deliklerinden saldığı nefesi önünde duran tablada ki külleri uçuşturdu. Karanlıkta uçuşan parlak pul taneleri gibi saçıldılar havaya.

Pink Floyd?

Ne var… Olmaz mı?

Güzelim… Bir siktirgit de işe!
(Devam eder...)
0 y o r u m

KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ

0 y o r u m
5.
Bazı anlar vardır; zihnimizin algı duvarlarında yankılandığı anda idrak sınırlarımızı sonuna kadar zorlar. Şaşırır ve donakalırız. Muhatap olduğumuz insandan –insansa eğer- aklımızın ucundan dahi geçirmediğimiz kelimeleri duyduğumuzda, birdenbire nasıl davranacağımıza ve ne tepki koymamız gerektiği hususlarında kararsız kalırız, bununla beraber saldırganlaşır ve iki lafı bir araya getirmekte zorlanırız. Bildiğimiz ya da kanıksadığımız lügatte verilebilecek bir karşılığı da yoktur ve biz aslında büyükçe bir çamın devrilmesine şahitlik ettiğimizi düşünürüz.

İşte tam da o anlardan birisinin biraz önce gözleri önünde yaşandığına şahitlik eden Sibel ve Duygu, bu nahoş durumun Zebulun tarafından ne tür bir ustalıkla toparlanacağını gerçektende çok merak ediyorlardı. Öyle ya, adamın devirdiği çam yuh dedirtebilecek kadar devasa boyutlardaydı. Onlar böyle düşünüyorlardı, demek daha uygun olacak aslında. Diğer yandan, masaya oturdukları andan itibaren, karşılarında her şeyle ufaktan derdi olan bir adam olduğu gerçeğini de kısa sürede fark etmişlerdi.

Zebulun yaktığı sigarasını tellendirirken ifadesiz ve pişkin bir suratla hâlâ kızların yüzüne bakıyor ve söylediği şeyi düzeltme anlamında hiçbir çaba göstermiyordu. Gergin ve anlamsız sessizliği ilk bozan Duygu oldu ve sadece:

Ne… Ne dedin sen, diyebildi.

Manasızdı.Yani yeniden duymak isteyeceği bir kelime değildi.Tanışır tanışmaz, amacını ve beklentisini bu kadar net ifade edebilen birisini daha önce hiç tanımamıştı ve şaşkındı, yani eli ayağı düzgün birine benziyordu; bir şeyler olacaksa zaten olayların akışı içinde gerçekleşir ve biterdi. O öyle düşünüyordu ve öyle alışmıştı. Her şeyi birdenbire değersizleştirmenin manasını kavramakta zorlanıyordu. Umarım bir daha tekrar etmez diye düşünürken, Zebulun gözlerini irileştirerek:

Kutsal Kâse! Dedi…

Duygu Sibel’in yüzüne baktı. O pek şaşırmış görünmüyordu hatta yüzünde beğendiğini ele veren bir gülümseme bile vardı.

Anlamıyorum, dedi.

Zebulun sandalyesinde önce huzursuz bir gerinme hareketiyle doğruldu. Sigarasını tablaya bıraktı.

İkisi de aynı şey aslında… Teorik olarak tabi.

Detaylı bir açıklama yapmak için herhalde, kısa bir süre izin istiyormuş gibi işaret parmağını kızların yüzüne doğru salak bir jestle salladıktan sonra, birasından büyük bir yudum aldı ve hemen yüzünü buruşturarak sessiz bir geğirti salıverdi. Lanet olası ekşime hala devam ediyordu ve tekrar çişi gelmişti; sigarasını eline aldı ve kızların yüzüne:

Sizler de kadınsınız değil mi, dedi.

Pişkinliğin son safhasıydı.

Bu sözle bir kez daha şok olan Duygu’nun aksine Sibel, bu adamın nezaketten bihaber ölçüsüz konuşmalarını kendi deliliğinin belirgin ipuçları gibi görüyor ama bir yandan da bu durumu biraz eğlenceli ve tuhaf buluyordu. Anlatmaya çalıştığı bir şeyler vardı ama götünü kubura bir türlü hizalayamayıp deliğin çevresine sıçan dengesiz, irrasyonel bir manyak gibi davranıyordu. Yine de Sibel onu çekici bulmuştu ve simasını sanki çok yakından tanıdığı veya bildiği birine benzetiyordu.

Kendisini anlayabileceği bir dilden konuşmaya karar verdi.

Hey azıcık beri gel bakalım… Belli ki kadınlarla aranda bir tür alacak-verecek davası var… Bilemiyorum ya, galiba sorunun “verecekten” kaynaklanıyor…

Duygu zeki bir insanın gülümsemesini taklit ederek, Sibel’e arka çıktı.

Kendisine ağır laf geçirildiğinin farkında olan fakat yine de bunu çok fazla önemsemeyen ve hatta o söz başka birine gitmiş, yanlarında olmayan bir başka şâhısa geçirilmiş gibi onaylarcasına kafa sallayıp sırıttı.

Diyorum ki; neden alınganlık göstermezsiniz, yahu ben kadın olsaydım kesinlikle şirret bir orospunun vereceği tepkiye eşdeğer şekilde davranırdım, aşağılanmış falan hissederdim, göz ardı edilmiş, neyse işte: kızlar, gardırobunuzda asılı duran bir elbisenin aynısını başka bir kadının üzerinde gördüğünüzde delirmiyor musunuz? Böyle bir şeye tahammülünüz yok değil mi? O zaman… Nedir bu tepkisizlik!

Sen neden bahsediyorsun?

Sibel’de pek bir şey anlayamamıştı ama Duygu’nun aksine o susarak beklemenin daha akıllıca olacağını hissediyordu.

Az önce dediğim gibi, yalnızca bir teori ama…

Lafı dolaştırma, diye hemen uyarıda bulundu Sibel. Merak ediyordu.

Tamam, şu elbise takıntınızdan yola çıkalım ve konunun mantığını bu çerçeve üzerinden anlamaya çalışalım. Kutsal Kâse’nin inanıldığı ya da kanıksandığı gibi, işte bu türden kutsal bir şarap kadehi olarak değil de bir an için Magdalalı Meryem’in kadınlık organı, rahmi olabileceği teorisini bir düşünelim. Bam!En şöhretli arkeolojik materyalin sonu, Hıristiyanlık inancının kökünden sarsılması ve değişmesi, Mesih İsa’nın bir kadını döllemiş olma ihtimalinin getireceği sosyal ve kültürel değişimler, yıkılan saçma sapan tabular ve çok daha fazlası … Bana kalırsa tüm bunlar, örnek gösterdiğim takıntınızın içinde bulunduğu o acıklı çerçevenin içerisinde önemsiz ayrıntılara dönüşür. Yok olur gider; dünyanın yerle bir olması mı, hah, yahu o kadın sizin elbisenizin tıpkısını giyiyor ve siz henüz üzerinizde denememişsiniz bile!

Duygu doğal olarak biraz hakarete uğruyormuş izlenimine kapılarak sertçe müdahalede bulundu ama hiç yaratıcı değildi.

Nasıl yani!

Zebulun elindeki sigarayı tablaya basarken aynı anda parmaklarından birisiyle de Duygu’nun biçimli kalçalarını ve aynı bölge çevresinde konuşlanmış diğer enfes donanımlarını da işaret ederek;

Güzelim, dedi…

Gardırobunda sahip olduğun o “elbise”nin aynısı bir başkasının üzerinde kutsallık payesiyle onurlandırılıyor!

Doğrusu bu yetmişti; Duygu inanamayan gözlerle Sibel’e bakarken onun bu salak teoriden pek de etkilenmediğini gördü. Belki de hoşuna bile gitmişti. Kendisi bir şeyler yapmalıydı. Bu medeniyetsiz adamın ağzının payını vermeliydi bir şekilde.

Yani sen… Burada… Bize… Günümüzden iki bin yıl önce yaşadığı muhtemel bir hatunun vajinasını kıskanmamız gerektiğini mi anlatmaya çalışıyorsun? Bu yüzyılda yaşayan tüm kadınların… Sen manyak falan mısın, ya da sarhoşsun.

Zebulun kararsızlıkla dudaklarını büzdü,

Kendinizi nasıl koşullandırdığınızı ben bilemem; ama sanırım bana bir bira daha ısmarlayabilirsiniz.

Dedi ve tekrar işemeye gitti.
(Devam edecek, elbette)

KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ

0 y o r u m
4.
Gerçekten uzun ve bir hayli yorucu, özellikle mental olarak düşünüldüğünde, mesainin ardından Arthur Schopenhauer burada, yani ruhani alemin en sade döşenmiş ve kendisine tahsis edilmiş odasında, bir nebze olsun dinlenebilmeyi umut ediyordu.Odasında gerçekten de gereksiz addedilecek hiçbir obje bulunmuyordu.

Basit sekizgen biçiminde beyaz duvarlar çepeçevre sarıyorlardı ünlü filozofun çevresini.Karışık fikirlerle dolu zihninde, şekillendirmekle meşgul olduğu planının ayrıntılarını, odasının uzak köşesinde bir yerde duvarından dışarıya doğru uzanan şiltesinde uzanarak düşünmeye çalışıyordu.Şilte haricinde, Schpenhauer ihtiyaç duyarsa diye odanın içinde basit sayılabilecek bir sandalye –üç ayaklı bir sandalyeydi bu- ve tek ayağı olan bir masa –mükemmel bir denge tutturulmuştu, sol köşesinden uzanan tek bir ayağı vardı- konulmuştu.

Odanın pirinç kapısı aniden çalmaya başladığında Schopenhauer’in içi geçmek üzereydi.Söylenerek kapıyı açtığında, karşısında posta meleklerinden biri duruyordu.Elinde tuttuğu ince bir zarfı ona doğru uzattı.İçinde saha raporu vardı ve Schopenhauer’e teslim edilmek üzere gönderilmişti.İnce hasırdan dokunmuş sırt çantasından çıkardığı teslimat belgelerini imzalanması için dayanıklılığını attırsın diye sıcak kumda bekletilen, baykuş tüyünden yapılmış kalemini Schopenhauer’e uzattı.En iyi tüy kalemlerinin kaz tüyünden yapıldığını çok iyi bilse de, Schopenhauer bu konuda bir eleştiri getirme zahmetine girmek istemediğinden olsa gerek; derhal salyasına bandırdığı tüyle belgeleri imzaladı.

Tahmin ettiği üzere kendisine ulaştırılan saha raporu Ephfilya’ya aitti.Gülümseyerek raporu incelemeye başladı.

Schopenhauer, Genel Merkezi Biriminin Baş Sorumlu Meleğinin kızı Ephfilya’yı henüz küçücük bir melekken tanımış ve onu kendi bildiği doğrultuda eğitmişti.Daha küçükken bile büyülüp serpildiğinde olağanüstü güzellikte bir melek olacağı belliydi.Bir çok dişi meleğin aksine onun güzelliği çevresini çepeçevre saran ruhani halenin ışığından kaynaklanmıyordu.Daha doğal, aykırı ve özgür bir güzelliğe sahipti.Uzun ve dalgalı saçları tıpkı, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının yarattığı yıkıcı etki benzeri, gökyüzünü bir babunun götü kadar kırmızıya dönüştürdüğü anda ki kadar yakıcı bir kızıllıktaydı.

Çocukluğunda zamanının büyük bir kısmını Schopenhauer’in yanında, onun öğretilerini dinleyerek geçiren ve kişiliğine yön veren bir çok fikri yine hocasıyla tartışarak, araştırarak özümseyen Ephfilya, diğer dişi meleklere fikri bağlamda da tabi ki hiç benzemiyordu.Schopenhauer’in ateist temele oturttuğu dini yorumları ve açıklamaları onu o kadar derinden etkilemişti ki, yaratılmasında ki kutsal bilgeliğin amacını ve içinde bir yerlere yerleştirilmiş nurani genetiğin anlamını sorgulamaya başlamış; kendisi gibi yaratılan diğer varlıkların davranış kalıplarına uymayan asi bir mizaç geliştirmişti.Hiçbir zaman bulunduğu yeri -Tanrı katında ikamet etmesine rağmen- kendisi için yeterli görmemesi ve daha çok insanların arasına karışma isteği, onun genellikle saha görevlerine gönüllü olmasını sağlıyordu.Elbette bu gidiş gelişlerin sıklığı onun insanlarla olan iletişimini de ilerletmişti.Artık inançlarında keskin sapmalar oluşturan fikirlere kendisini sonuna kadar açık hissediyordu.

İnsanlar arasındayken kendisini tanımlamaya ihtiyaç duyduğu anlarda, herkese fanatik bir komünist olduğunu söylüyordu.Marx ve Engels’in “Komünist Manifesto” adlı kitabını okumuştu.Ünlü İngiliz yazar Thomas More’un “Ütopya”sından çok etkilenmişti.Bir şekilde Marx’ın bilimsel sosyalizmine kendisini daha yakın hissediyor ama Anarşist Komünizm anlayışını da saygıyla karşılıyordu.

Schopenhauer, elindeki saha raporunu incelerken geçici bir şok ve beyin kıvrımlarını felç eden bir algılama zorluğuyla karşılaştı.Planının dayanak noktası olacak o sözcük, Zebulun’un ağzından sarfedildiği rapor edilen bu sözcük olamazdı.

“Yarık”

Şimdi kendisini planının ayrıntıları için daha fazla zorlamak zorundaydı.Aslında onda ki aşırıya meyleden bu açıksözlülük hoşuna da gitmişti.Vücutlarımızın görüngesel dünyanın gerçek birer parçası olduğu ve tabi ki yine görüngesel dünyanın gerçeklerine vücutlarımız yoluyla yaklaşabileceğimiz savı zaten ezelden beri kabullendiği bir düşünceydi.

Planının ayrıntıları bilge filozofun aklında şekillenmeye başlarken, tek bir ayrıntı canını sıkmaktaydı.Ephfilya bu plana işlerlik kazandırmak için hayati öneme sahipti ve o bunu henüz bilmiyordu.Aslında bilmesi de pek hayırlı olmazdı.

Derhal ona ulaştırılması için kısa bir not yazdı ve zarfa koyup kutsal ışığın ateşiyle mühürledi.Schopenhauer ondan kesinlikle Zebulun’un peşini bırakmamasını ve nereye giderse gitsin onu takip etmesini öğütlemişti.Fotoğrafsa planının işlerliği bakımından güzel bir ayrıntı olabilirdi; eğer başarabilirse bunu mutlaka yapmasını yazmıştı.

Eğer planı doğru işlerse, kendisini ve üstün zekasını yansıtan eşsiz önerilerini hor gören, gözardı etmeyi marifet sayan o Baş Sorumlu Meleği de alt etmiş olacaktı.Ephfilya’yı bu amaç için kullanmak vicdanında en ufak bir seğirmeye bile neden olmazdı; zaten kıza verebileceği en iyi derste, bir anlamda onun büyük bir hevesle öğrenmek istediği hayatı tüm gerçekliğiyle öğrenmesini kolaylaştıran bu planın içinde ki ufak nüanslar olacaktı.İnsanlarla bu kadar yakınlaşması doğrusu onun da hoşuna giden bir şey değildi ama gerçek öfke, sonuçlar babasının yani Birimin Baş Sorumlu Meleğinin önüne getirlidiğinde ortaya çıkacaktı.

KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ

0 y o r u m
3.
Gece korkunç fakat harikulade görkemiyle ertesi günün ilk saatlerine evrilirken, bar kaldırabileceği doluluk kapasitesinin de bir miktar üstüne çıkmış ve oturabilecek boş bir masa bulmak neredeyse imkansız hale gelmişti.Çoğu müşteri elinde içkisiyle ayakta dolanıyor ve bir kısmı da müziğin ritmine uyarak oldukları yerde salınıp duruyorlardı.

Tmumkg için bu anlar kritik saatler anlamına geliyordu.İşine çok daha sıkı bir şekilde odaklanması ve çalacağı müziğin seçimini itinalı bir titizlilikle seçmesi gerekiyordu.Genellikle uyguladığı sistem: bar tam kapasitesine ulaştığı anda, tempoyu en üst seviyelere çıkarmak için giderek hızlanan müziğin etkisinden faydalanmak ve bu sayede artan coşkuyla birlikte mekanın kendisinden beklenen eğlence düsturunu layıkıyla yerine getirmekti.Bu tempoyu yakaladığı anda mekanın coşkusunu köreltebilecek uygunsuz bir şarkı, tüm geceyi mahvetmek anlamına geliyordu.Zaten bu tür bir yanlış barı dolduran o adrenalin bağımlısı kalabalığın geldikleri hızda mekanı terketmeleri sonucunu doğururdu ki, Tmumkg için bu türden bir terkedilme vakası kariyeri açısından mahfolması demekti; elbette bir de Zebulun’un masasına gelecek hesap konusunda ona verdiği güvence sözü vardı …

Bu geceye ait yevmiyesini biraz da hiç kaçarı olmadığı anlayışıyla, sonuna kadar hak etme motivasyonu ve cebinde ki az parası ve geriye kalan birkaç sigarasıyla Tmumkg, CD çalarda DJ. Shadow parçaları döndürürken bir yandan da tempoyu çıldırtıcı seviyelere çekecek şarkıların seçimlerini yapıyor ve bunun için kafasında belirlediği şarkı sıralamasını dikkatle takip ediyordu.Aklında biraz sonra U.N.C.L.E ın şarkılarından bir tanesini çalmak vardı ve hemen ardından da Chemical Brothers’dan belki “Galvanize” ya da “ Believe”.

Hiç şüphesiz şu anda tüm dikkatini işine vermişti ama gözleri hiçbir zaman çevrede dolaşan veya elinde içkisiyle ayakta dikilip yavaşça dans eden o güzelim kızların üzerinden ayrılmamıştı.İçlerinden herhangi birinin kendisini süzüyor olması ihtimali, aklınca çok muhtemeldi.Bir radar gibi etrafı kolaçan etti.Birasından ufak bir yudum aldı.Eliyle saçlarını geriye doğru şöyle bir harmanladı.Canım, seksi davranması gerekmiyordu ki; o zaten seksiydi.Buna inancı tamdı ve asla çürütülemezdi.Bu sırada gözleri Zebulun’a ve onun yanına oturttuğu Sibel ve Duygu’nun olduğu masaya takıldı.Doğruyu yaptığından şüphesi vardı ama malesef artık çok geçti.Çekiniyordu çünkü, adamın ne zaman, ne bok yiyeceği hiç belli olmuyordu.Onu yıllardır çok yakından tanırdı ve diline hakim olamayıp, defalarca kez bir sepet incirin içine ettiğine de çok şahit olmuştu.

Biraz onları izledi.Galiba herşey yolunda diye düşündü.Zebulun ellerini tuhaf şekllere sokarak kızların yüzüne doğru sallıyor ve bir şeyler anlatıyordu.Doğrusunu söylemek gerekirse kızlarda ona karşı ilgili görünüyorlardı; yüzlerinde ki şaşkınlık ve merak ifadeleri bunun bir işaretiyse eğer, şimdilik endişe edecek bir şey yok demekti.Susmayıp konuşması da olumlu bir gelişme lan, diye düşünen Tmumkg; yeniden dikkatinin önemli bir kısmını önündeki işine, arda kalan yadsınamayacak kısmını da, ileriki saatler için azgın bir hevesle arzuladığı, şüphesiz önüyle yapacağı işe odakladı.
(Devam Edecek)

KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ

0 y o r u m
2.
Bu sırada aşağıda, yani özetle tanımlanırsa, hayatın kendisine reva görülen “aşağılık” sıfatını da içinde barındıran anlamıyla birlikte, süre giden yaşamda: her şeyden habersiz olan Zebulun, kaygısızca içmeye devam ederken -hesabın yüklü bir kısmını Tmumkg’un karşılayacağı garantisini almıştı- birdenbire masasına yanaşan iki harikulade kızın varlığını farketmiş ve hiç şüphesiz büyük bir yanılgıya kapılarak, beklediği o ulvi cevabın bir göstergesi olarak, bu iki güzel hatunun kendisine yollandığını düşünmüştü.

Schopenhauer’in merakla beklediği o kırılma anı gerçekleşmek üzereydi.Baş Sorumlu Meleğin, başına buyruk güzel kızı Ephfilya konuşulanları daha iyi duyabilmek için masanın biraz daha yakınına sokuldu.

Kızlar hiçbir çekingenlik göstermeksizin Zebulun’un karşısına oturarak kendilerini tanıtmış ve hemen içecekleri biraları söylemişlerdi bile.İkisi de üniversite öğrencisi, akıllı kızlardı; Sibel Kamu Yönetimi okuyordu ve aslında olmak istediği şey stilistlikti.Öncelikle elbise modelleri tasarlayıp daha sonra tasarladığı bu elbiselere uygun tekstil ürünlerine, model ve uygun aksesuar çizimleri ve grafikleri oluşturmak en büyük hayaliydi. Duygu hukuk fakültesini bitirmek üzereydi ve çocukları çok seviyordu.Sıklıkla buraya gelen bu iki alımlı hatun, Tmumkg’la bir buçuk ay öncesinden tanışıklık kurmuşlardı.Özellikle de Sibel, Tmumkg’u çok çekici buluyor ve bunu saklama gereği de duymuyordu.

Sibel ve Duygu aynı evi paylaşıyorlar ve en önemlisi de iyi geçiniyorlardı.Görünen kısım böyleydi.İyi anlaştıklarını hemen belli ediyorlardı.Daha konuşkan, samimi ve sevimli görünen Sibel, Tmumkg’a olan yakın ilgisi ve onu ilk gördüğü andan itibaren şaha kalkan hormonları yüzünden Duygu’yu da kendisiyle birlikte bu sıkıcı bara sürükleyip durmaktaydı.Tmumkg’u elde etmeyi saplantı haline getirmişti.

Duygu daha burnu havada, sahip olduğu seksapelliği çevresindeki herkese fark ettirmek istermiş gibi tavırlar içindeydi.Zebulun’un onda farkına vardığı ama üstüne kafa yoracak kadar önemli görmediği ilk şey, Duygu’nun erkeklerin beynine kazınmış en korkutucu kalıplardan birisi olan “güzelliğinden ötürü yanına yaklaşılması imkansız kız” imajını, bilerek çevresine hissettirmeye çalışıyormuş gibi bir izlenim yaratmaya çalışmasıydı.Seksi olduğu bir gerçekti.İnanılmaz yuvarlak hatlara sahipti.Dolgun ve yuvarlak hatlar …

Zebulun’un masasına onları Tmumkg yönlendirmiş ve isminden sürekli bahsettiği bu eski dostunu onların da tanımalarını istemişti.Zebulun’un, bu köhne barda yanına gelip de sonra yalnız başına bir masada takılması hoşuna gitmiyordu.Zaten halini de hiç iyi görmüyordu.Bütün riskleri göze alarak Sibel’e rica etti.Eğer onunla beraber otururlarsa, iyi vakit geçireceklerinin de garantisini vererek aslında bir anlamda yalan söyledi.Elbette böyle bir garanti söz konusu bile olamazdı.Ortada sözü edilen materyal Zebulun’du.Alınan risk anlamsız ve büyüktü.Fakat kızların ikisi de Tmumkg’un bu baştan hatalı önerisine olumlu yaklaştılar, zaten Sibel’in Tmumkg’u geri çevirmesi düşünülemezdi.Söylediği her şeye olumlu yaklaşıyor, onunla ters düşmemeye özen gösteriyordu.Büyük ihtimalle tüm bunların acısını yatakta çıkarmayı planlıyordu.

Kızlar bir süredir masada oturuyor olmalarına karşın hala Zebulun’un ağzından tek kelime çıkmaması, hemen arkalarında pozisyon almış olan Ephfilya’yı da oldukça şaşırtmıştı.Acaba söyledi de ben mi duyamadım endişesine kapıldı bir an.Ama bu olamazdı.Bütün dikkatiyle onları dinliyordu.

İrina’nın getirdiği biraların köpüğü bardakların altına doğru akıp süzüledururken, Zebulun sorma nezaketinde bile bulunmadan aniden Sibel’in sigara paketine doğru uzanarak içinden bir tanesini çekip aldı.Ardından yine onun çakmağını kullanarak yavaşça yaktı.Uzun bir nefes çekti sigaradan.Sonra dumanı ağır ağır yukarıya doğru üfledi ve başını indirip kızlara baktı.İkisi de bir süredir onu izliyordu ve muhtemelen düşündükleri şey; şimdi bir şeyler olacak ve bu herif belki de bize hayatın anlamını söyleyecek gibi bir heyecan içerisindeydiler.Bakışlarında yüksek beklentili merak ve sanki biraz da alay vardı.

Belli belirsiz sırıttı ve arkasına yaslandı; kendisine yollanmışlardı ve onlarla konuşmaması için ortada bir sebeb göremiyordu, ne de olsa müşfik ve anlayışlıydı; öyleyse dökülecekti, sigarasını tekrar ağzına götürürken, o güzelim iki kızın gözlerinin içine baka baka:

Yarık, dedi.
(Devam eder)

KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ

0 y o r u m
1.

Ben bu sıra dışı yakarışı size yorumlarken şu anda aşağıda saha görevinde olan, kızınız Ephfilya’nın göndermiş olduğu saha bildirim raporu biraz önce elime ulaştı.Kendisi bir süredir bu adamı gözlemek ve kayıt altına almakla yükümlüydü.

Baş Sorumlu Melek gözle görülür bir gerginlikle yerinde rahatsızca kıpırdanıp duruyordu.Kızının ısrarla saha görevlerine yazılıp Gözcü Meleklerin yaptığı işlere bulaşmasından hiç hoşnut değildi.Onu bu derece dik kafalı yapan şey ise, Schopenhauer’in yanında küçüklüğünden beri çok zaman geçirmiş olmasındandı.Bundan hiç hoşnut değildi.

Schopenhauer tüm etkileyiciliği ile konuşmasını sürdürdü.

Ephfilya Birime sunacağı kapsamlı rapora adamın yüzünün ön cepheden çekilmiş bir fotoğrafını da eklemek niyetinde.İçinde bastıramadığı bir fotoğraf tutkusu olduğundan size daha önce bahsetmiştim.Her neyse, elime yeni ulaşan bu raporun “olacak” bendine göre; dünya zamanıyla yaklaşık olarak yarım saat sonra bu adamın masasına iki tane hoş bayanın oturacağı ve bu “çorak kafalı” adamın kafasını meşgul eden şeyler hakkında, bu kızlarla bir takım tartışmalar yapacağı şeklinde bir ifade yazıyor.

Sadede gel Arthur ... ne yapmamızı öneriyorsun!

Tarafınızdan ulaştırılacak yanıtın keskin bilgeliğine yakışır ve anlaşılabilir ölçülerde eklenecek ironi dolu bir nüans farkının ortaya çıkması için, öncelikle bu adamın yanına oturacak olan kızlara muhabbeti başlatma amacıyla söyleyeceği ilk kelimeyi yada cümleyi baz almamız gerektiği kanısındayım.Böylelikle bu adamın içinde bastıramadığı bilinçdışı gerçeklerin en temel doğal durumunu çözümlemiş oluruz.Bu referans sayesinde ona vereceğimiz yanıt zihninde hiçbir şüpheye yer kalmayacak şekilde net ve doğrudan yanıtlanmış olacak ve bir bakıma, yanıtlandığına ikna olan bilinci daha sonra bunu inkar etme riyakarlığına kapılmayacaktır.

Yanına oturacak olan o iki kıza söyleyeceği ilk şey, bizim ona vereceğimiz yanıtın anahtarı mı olsun diyorsun Schopenhauer ... doğru mu anlamışım?

Evet doğru anlamışsınız ... kesinlikle o ilk kelimeyi beklememiz gerektiği kanısındayım.

Genel Merkezi Biriminin Baş Sorumlu Meleği bir süre suskunluğa büründü.Sanki derin düşüncelere dalmış gibi görünüyordu.Biraz sonra Schopenhauer’e döndü ve ona:

Ben aynı kanıda değilim ... bu yüzden öneriniz uygun görülmemiştir, dedi.

Onun bu tavrı makamının kendisinden beklediği bilgeliği, öngörüyü ve tecrübeyi kesinlikle yansıtmıyordu.Arthur Schopenhauer için bu yanıt bardağı taşıran son damlaydı.Tepkisini sadece sessizce bir köşeye çekilerek gösterdi.Önerisinin son derece kurnazca ve akıllıca olduğunu biliyordu ve böyle üstünkörü bir şekilde reddedilmesine kesinlikle göz yumamazdı.Özellikle de kendisine karşı güdülen bu saçma ve anlamsız husumet yüzünden.Bu vakayla bizzat kendisi ilgilenecekti.Bu adama ulaştıracağı yanıt sadece onun tatmini için değil; burada görüşleri göz ardı edilen kendisi içinde, bir çeşit saygınlığının iadesi fırsatı ve olanağı olacaktı.

Baş Sorumlu Meleğin işaretiyle ‘Kader Ağlarının Örülmesi Ve İşlevsellik Kazandırılması Genel Merkezi Birimi’nin dev gonguna bir defa sertçe vuruldu.Sonra Birimin başındaki Baş Sorumlu Melek sesini bilerek davudi bir oktava yükselterek konuşmaya başladı ...

Bu kulumuza, derhal üzerinde bir çözüm önerisiyle birlikte detaylı bir broşür hazır edilsin ve bir an önce ona yüzü sürülsün!

Tanrı kelamında bulunan mecazi anlamlarla yüklü üslup çok hoşuna gidiyor ve uygulamaya koyacağı kararlarının ifşası esnasında da elinden geldiğince aynı üslubu taklit etmeye çalışıyordu.

(nihayet birinci bölüm sonu...hikaye devam eder.)

Beşgen Kırmızı Kutu

1 y o r u m
Selamünaleyküm

2001 yılında üniversiteyi bitirdigimde türbülans (bir sıvının ya da gazın hareket halindeki düzensizliğidir.) girdim. Ailemin evinin oldugu Mersin'de yaşamaya başladım. Şimdi olduğu gibi o zamanlarda da gelecekle alakalı planlar yapmıyordum. Orta okulda farkına vardığım büyük korkum askerlik yapılacak mı yapılmayacak mı ve üniversitenin son yılında çok zamansız bir şekilde başıma gelen aşk olayını düşünmekten, bunlar üzerine yazı yazmaktan başka bir şey yapmıyordum. Sanırım aynı yıl Mersin'de sel olayları olmaya başladı ()Bunlar benim göz yaşlarımdı deyip Yılmaz Erdoğan'dan iş teklifi almak var anasını satayım() Çok şeyler yazdım o zaman 10 yazıdan biri tam anlamıyla olanı biteni anlatıyordu geri kalanlar zorlama şeylerdi. bitti.

askerlik yapıldı, aşığın biri denize dalarken digeri gökyüzünde çıkacak mı çıkmayacak mı diye denize bakıyordu. aradaki muazzam mesafe.

yazılabilir bir çok şey tabi ki yazmak istenirse

Şimdi ben İstanbul'da hayat kurmuş bir insanım. Çalışmanın insan hakları ihlali oldugunu düşündüğümden ama bozulup tekrar düzülmenin de o kadar kolay olmadığını bildiğimden işe girdim muhtelif zamanlarda ve muhtelif zamanlarda o işlerden ayrıldım. genelde Mayıs ayına denk gelir bu ayrılma.
Bahar ve yaz aylarında çalışmak katliamdır.

Bu sene mart ayında ayrıldım işten.
yazının basında bahsedilen plansız halimle
biraz düşündüm çalışmadan hayatı idame ettirme üzerine
çok kolay gibi gorunen ama hiç de o kadar kolay olmayan ülkemizde iddaa ismiyle markalaşan oyuna daha bir verdim kendimi.


yazı maksadını aştı bunu bilin



her tarafa bir gidesi var kontrol edemiyorum



yuzumu yıkayacagım tekarar baslayacagım




aslında tam da yazıya baslamadan az oncesiydi anlatacagım


bu sene arkadaşlarımla tatile çıkmadım. çünkü bir çoğu boşanmanın ilk koşulunu yerine getirdiler


hakkaten toparlayamıyorum evlilik hakkında yorum yapmak için başlamadım ben bu yazıya yavvvv



Martta işten ayrıldım .
2 ay sonra Anamur'a gittim.
Son 5 yıldır yanmadıgım şekilde yandım.
Toprağa bastım .
Dişlerimdeki problemi halletmek için Mersin'e döndüm.

Mersin'de üniversite yıllarımdan kalan küçük değerli eşyalarımın olduğu mukavva bir kutu var. Mersin'e her geldiğimde açar bakarım. Bazı elektrik su faturaları felan duruyor. Bu kutunun içinde kırmızı beş kenarlı el emeği bir kutu var. Kutunun kapağında bjork'ün çok güzel bir resmi var, kutunun kapagını kaldırdıgında tabanında p=f(g) kapagının iç kısmında ise cMo yazar.
ben o kutuyu her gördügümde, kapağını her kaldırdığımda 28,29....34,35... yaşında bir çocuk oluveriyorum.
ve her defasında msn de çok da fazla konusmadığım varlığına çok sevindiğim kadına bu duygumu anlatıyorum.

bu sefer biraz ürktüm, çekindim. Çok tekrarlanan bir şey oldu. benim açımdan sorun yok ama onun hayatına bir şekilde müdahale varmış gibi geldi bu düşüncemi de açıkladım

lan mutlu oldum tam zamanı yaz dedim aha bu oldu işte

KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ

0 y o r u m
1.

( Hala devam ...)


Kendi marifetiyle, zamanla kendisinde oluşturduğu boşluklardan yılan ve bu yılgınlığını kendi içinde öfkeye dönüştüren birinin dileği elimdeki.Üstelik, komik bir şekilde kendisine vereceğimiz yanıtın ne şekilde olması gerektiği ile alakalı ilginç bir öneriyi de bünyesinde barındırıyor.Hmm, sanırım epey de cüretkar bir yaklaşımı var ...

Dur ben tahmin edeyim ... intihara meyilli birisi bu değil mi?Boş ver, uğraşamam şimdi onlardan birisiyle ... sıradaki!

Bunu kestirmek biraz güç sayın Baş Sorumlu Melek; bana kalırsa daha çok, gücünü cahil cesaretinden toplayan birinin sahip olduğu fikren açık ve her türlü tohumun ekili olduğu geniş ve verimli bir toprağın verebileceği mahsul kadar zengin olması muhtemel bir zihnin, yeterli sulama ve toprağı sürme işi ihmal edildiği için boş yere çoraklaşmaya yüz tutmuş halini andırıyor ... bence değerlendirmeye almalıyız bu dileği.

Baş Sorumlu Melek, Schopenhauer’in bu ufaktan ısrarlı çıkışına duyarsız kalmadı fakat elinde tuttuğu şu dört satırlık raporu bile nasıl bu kadar detaylandırarak yorumlayabildiğini de doğrusu hiç anlayamamıştı.

Pekala o zaman; söyle bakalım bu ‘çorak’ kafalı adamın kendisi için bizlere önerdiği şu ilginç önerinin içeriği neymiş Arthur!

Schopenhauer soruda ki alaylı imayı hiç üzerine alınmadan konuşmaya başladı ...

Üzerine kazınılacak tek maddelik bir emir-yaptırımla birlikte taş bir tabletin, gökyüzünden kafası üzerine düşürülmesini istiyor.

Birden koskoca salonu homurtular, mırıldanmalar ve Katip Meleklerin kendi aralarında yaptığı konuşmalar doldurdu.Merkezi Birimin Baş Sorumlu Meleği, sert şekilde sessizlik uyarısı yaptıktan sonra, Schopenhauer’e döndü ve sinirli bir üslupla:

Bu ölümlü kendini Musa ile aynı statüde mi görüyor yani ... bu nasıl bir dilek böyle Schopenhauer ... sence bu dileğin neresini değerlendirmeliyiz ... lütfen söyler misin bana! dedi.

Baş Sorumlu Meleği bu derece agresifleştiren bir dileği kuyudan çekebildiği için kendisiyle gururlanan Schopenhauer, kürsüye doğru iki adım yaklaşarak orada bulunan herkese hitap ederek konuşmaya başladı.

Üslubunda ki patavatsızlığı kabul etmekle beraber, bunu onun açık sözlü biri olmasına yoruyorum.Öte yandan, Tanrıya yakarışında ki yaklaşımı sanki bir dilek ya da şikayet olmaktan ziyade fikri bağlamda onun, Tanrının insanlara olan müdahale yöntemlerine yeni açılımlar getirmeyi düşünecek kadar ukala ama iyi niyetli bir ihtirasa kapıldığını söylemek isterim.Niyeti, inayeti reddetmek değil; inayetin takdir skalasını genişletmek ve işlerlik kazandırmak gibi görünüyor yada anlaşılıyor.

Diğer yandan bu adamın bilinçaltında bastırılmış hisleri ve duyguları olduğu çok açık ... her türlü eylemin kökü bastırılmaya veya dışa vurulmaya çalışılan bir istence dayanır ve istenç doyumsuzdur.İrade aslında ihtirastır ve bu adamın ihtirası tatmininin çok ötesinde!

Salonda bulunan görevli tüm Melekler, Schopenhauer’in bu sıra dışı çıkışını hayretle fakat pürdikkat dinliyorlardı.Anlaşıldığı kadarıyla raporda okuduğu satırlar onu bir hayli etkilemiş ve heyecanlandırmıştı.

Schopenhauer’in elindeki rapora olan tuhaf ilgisi Birimin Baş Sorumlu Meleğini de şaşırtmıştı.Dediklerinin çoğundan hiçbir şey anlamamışsa da bu durumu emrinde ki Katip Meleklere belli edecek kadar da saf değildi.Makamının saygınlığına ve bilgeliğine yaraşır bir duruş sergileme zorunluluğu onu daha dikkatli biri haline getirmişti.

Anlaşılıyor ki, yakarışındaki tüm küstahlığa rağmen bu tabansız kulun hayata olan bakış açısı pek hoşunuza gitti Schopenhauer, dedi.

Pek sayılmaz ... nihayetinde tıpkı diğerleri gibi; o da iki ayaklı hayvanlar sınıflandırmasına giriyor benim için.Fakat aynı zamanda kendisini diğer insanlardan izole etmeye çalışan birisi de.Bu çabası onun erdemli olma yolundaki ilerleyişini gösterir.Bu saygı duyulması gereken bir seçimdir.

Yalnızlığını aklının köşesinde bir yerde, ufak korlar halinde yanmaya devam eden fikirleri dürtükleyip, alevlendirmeye çalıştığı bir maşa gibi kullanıyor.

Bir işi yok.Bilakis, aylaklığı içinde bir keşiş yorgunluğuyla adımladığı saygın bir müessese olarak görüyor.Onun bu görüşü bizlere, diğer iki ayaklıların çoğunlukla kayıtsız kaldıkları ve onlar tarafından büyük ölçüde manasız olarak kabul gören kimi mevzularda neden bu kadar çok düşündüğünü ve ilgili olduğunu açıklar.

Kendi adıma diyebilirim ki, onun bu mevzular kapsamında ancak kafa yorulması halinde ulaşılması mümkün olan detayların, vardığı yargıların, mukayeselerin ve de kafasında şekillendirdiği teorilerinin kısmi tutarlılığına ve karamsar bir bakış açısıyla bezediği mizahına sempatiyle yaklaşıyorum.

Bu adamın fütüristik mantığı madem seni bu kadar etkiledi,o zaman ona olan yaklaşımımızın ne olması gerektiği hakkında da bir fikrin vardır herhalde öyle değil mi?

Evet, aslında var Sayın Baş Sorumlu Melek.

Dinliyorum seni Arthur!
(acaba nedir!nedir!..neyse,uzun oldu bu...okuyun ama!..veya bana ne!)

KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ

0 y o r u m
1.

(ilk bölümden devam)

Baş Sorumlu Melek ondan bu görevi üstlenmesini özellikle rica etmiş, belki de kibarca mecbur tutmuş ve hayalini kurduğu statüye ulaşmasında Schopenhauer’in sağlayacağı katkı sayesinde işinin daha da kolaylaşacağını ummuştu.İnsan doğasını araştırmış ve üzerine tezler yazmış birinin vereceği yardımın elbette daha etkili sonuçlar doğuracağını biliyordu.Fakat onun bu özelliklerinden ne kadar faydalandığı kocaman bir soru işaretiydi.

Schopenhauer içinse yüklendiği bu sorumluluk sebebiyle üzerine binen baskı ve düşüncelerinin aksine, kendini reddeden birinin duyduğu tiksinme ve pişmanlık buhranlarını çoktan aşmış görünüyordu.Üstelik raporlar hakkında yaptığı yorumların ve uygulama aşamasına geçilmeden önce dönülecek yanıtın içeriği hakkındaki önerilerinin yeterince dinlenmediğini hatta göz ardı edildiğini bile düşünüyordu.Hala içinde yaşadığı dönemin en büyük filozofu olduğu düşüncesini taşıyor; dahası şu anda varolduğu alemin bile tek büyük bilgesi olduğunu savunuyordu.Kesinlikle mütevazı değildi.Tanrı onun için hala bir kavramdan ibaretti.Onunla hiç görüşmemiş ve onu hiç görmemişti.Huzuruna çağırılmamıştı.

Baş Sorumlu Melek onu bu kadar düşünceli ve keyifsiz görünce bunun nedenini öğrenmek için tereddüt etmeden sordu:

Seni son zamanlarda epey düşünceli görüyorum Arthur ... neyin var ... ölümlü olduğun hayatı mı özlüyorsun yoksa ... gerçi izole bir hayattı seninki ... böyle bir hayat özlenir mi bilemiyorum?

Schopenhauer Baş Sorumlu Meleğin kendisiyle böyle konularda pek tartışmadığını çok iyi biliyordu.Şimdi merak etmesinin ne gibi bir manası vardı pek çözemedi ama hiç renk vermedi.

Hayat bir derttir ... dedi.

Tavırlarında ve üslubunda asla bir çekingenlik veya ürperti uyandıran bir saygı emaresi gibi şeyler yoktu.

Benim görüşüme göre, hayat daima ıstırapla can sıkıntısı arasında bir dans olmuştur.Çünkü mahrumiyet ve ıstırap insana birazcık sükun sağladığı anda can sıkıntısı da başlamış olur.

Yine mi kitaptan konuşuyorsun Arthur ...dedi Baş Sorumlu Melek.

Evet ... öyle yapıyorum ... benim aforizmalarım ...

Ve sana ait oldukları çok belli.Pekala biz işimize bakalım ... sıradaki çekilişi yapar mısın lütfen?

Artık gırtlağına kadar gelip dayanmıştı ama belli etmedi.Her şeyin bir zamanı vardı ... burada bile!


Üzerine giydiği geniş entarinin kollarını birkaç kez sıvadıktan sonra, elini Meram Kuyusunun içine daldırdı.Rasgele karıştırdı ve bir tanesini çekip aldı.

Oku! dedi Baş Sorumlu Melek.

Bu kelimenin sahip olduğu ruhani ahenge bayılıyordu ama vakti zamanında başka bir Melek tarafından kullanılmıştı.Rütbesi kendi konumuyla kıyaslanamayacak kadar değerli bir Melek tarafından ...

Schopenhauer katlanmış raporu açıp bir süre inceledi.

Elimde tuttuğum dileğin oldukça isyankar bir üslubu var ... Hayat neden bu kadar karmaşık ve huzura giden yollar neden bu kadar dolambaçlı, diye soran birinin yakarışı bu ... Her şeyin daha basit ve anlaşılır olmasını diliyor.

Gelip bir de burayı görsün öyleyse, dedi Baş Sorumlu Melek ... hafifçe gülerek.

Buna yetkimizin olduğunu sanmıyorum efendim, diye hemen gereksiz bir düzeltme yaptı Katip Meleklerden birisi ...

Lafın gelişi itibarıyla söylüyorum zaten ...

İşin kurallarına bu derece sadık bir ekibinin olmasını kendisi istemişti gerçi ama mizahi anlayıştan bu kadar yoksun bir toplulukla da işler çok donuk ve otomat ilerliyordu.

Bu dileği değerlendirme dışına alalım ...

Emredersiniz, dedi Katip Melek.

Kendi görüşü hiç sorulmayan Schopenhauer, biraz kırgın biraz da asabi bir tavırla yeni bir rapor çekip çıkarttı kuyunun içerisinden.

Oku!

Kafasını bıkkınlıkla iki yana salladı Schopenhauer ...
( adamı geriyorlar...neyse, buradan devam eder)