başlık gir

ben boşluk de boşluk tam boşluk ölecektim gir
iyi boşluk ki boşluk tam boşluk zamanında boşluk geldin gir

İÇBÜKEY YAN(IL)sıMA (2.bölüm)

0 y o r u m
(birinci bölüm burada başladı)

Her aydınlık günü yutar karanlık.
ister ve istediğini alır karanlık.
dinler, gözetler ve bekler karanlık.
karanlık kimi zaman sessizlik içinde gelir.
kimi zaman da davullar çalarak neşeyle.

- Sayılı Hüzünler Kitabı –


İKİNCİ BÖLÜM : “Silik Bir Silueti Andıran Kubbenin,
İçini Dolduran Sessiz Fısıltılar …”


İsa’dan önce 480 ile 407 yılları arasında yaşamış bir filozof olan Euripides, kalkmış demiş ki :

“insanları yanıltan nesneler değil, nesneler hakkında ki görüşlerdir.”

ellerim olsa da alkışlasam… beni tutan ellerden rica etsem…

ben yaşlı çınar ağacının kovuğunda oluşup da hiçlikten ortaya çıkmadım elbette. hiçbir şey buna muktedir değildir. tabi ki Hezekel, beni o kovukta bulmadan günler öncesinde zaten oraya bırakılmıştım. terkedilmiştim…

her ne sebepten olursa olsun önemsemiyorum. beni o kovuğa bırakanı da önemsemiyorum.

çünkü biliyorum ki, insanlar bazen onlara sunduğum kendi gerçekleri altında ezilirler. onlara sunduğum yansımalar insanın ruhunu yansıtan dolaysız gerçeklerdir. kabullenmek istemezler. inkar ederler.

Hezekel ise bu durumdan pek de rahatsız olmadı. önemsemedi ya da öyle davrandı. benimle konuştu ve beni dinledi. bana küçük-yuvarlak ‘El Aynası’ ismini verdi. defterine satırlarca hakkımda düşündüklerini yazdı.

gözlerinin içinden ruhunun derinliklerine baktım. kaçmadı.

aklı oldukça karışıktı. bulunduğu yeri kendisi için oldukça huzurlu buluyor ama karanlığın sakladığı bilinmezlik de onda tarifsiz bir korkuyu doğuruyordu. o kadar korkuyordu ki, karanlığın içinde barındırdıklarını çok merak etmesine rağmen araştırma cesaretini hiç göstermemişti.

Her türlü fikre açık ve tuhaf bir şekilde hevesliydi. ona, {içeri} diye adlandırdığı bu mekanın boyutları hakkında bilgi sahibi olmak istiyorsa; önce el yordamıyla sırtını dayadığı duvardan başlayarak yavaşça karanlığın içine doğru ilerlemesini söyledim. elini duvardan hiç kaldırmadan ilerlerse, karanlığın içine girdiğinde bile yön duygusunu kaybetmeyecek ve istediğinde geri dönebilecekti. denedi ama yapamadı; geri döndü…

bu başarısız girişim onda bir yılgınlığa dönüşmemeliydi. buna izin veremezdim. Hezekel {içeri}nin kendi adına ne anlamı olduğunu anlaması bakımından mutlaka cesaretlendirilmeliydi. bunu bilmesi, zamanı geldiğinde ona sunacağım şeye hazırlıklı olması bakımından da son derece önemliydi.

karanlığın içine giremiyordu… bu cesareti gösteremediği için de, ne ile kuşatıldığını veya çevresini saran bu tanımlanamayan ‘odanın’ varoluş sebebi hakkında bir fikre sahip olamıyordu; en azından bu yerin yarattığı boşlukta kalma duygusundan kurtulabilmesi için, {içeri}nin boyutlarını bilmek ve anlamak istiyordu. öte yandan, bu yerde huzur bulduğunu hala nasıl düşünebiliyordu? paranoyak bir merak: teslimiyetçi bir dinginlik duygusu …

karanlığa çakıl taşları fırlatmasını önerdim… belki, taşların çarptığı yerlerden gelen sesler kafasında bir fikir oluşturabilirdi… hiçbir şey önerememekten iyidir değil mi?

Yine kendi nitelendirmesiyle {dışarı}ya yaptığı yolculuklardan da oldukça kötü etkilenerek ve aklı darmadağın olmuş bir şekilde dönüyordu. istisnasız üstü başı toz, toprak hatta çamur kaplı oluyor ve çok sık olmasa da farklı yerlere gittiğinden bahsediyordu. beni bulduğu yaşlı çınar ağacının altı genelde en sık gittiği yerdi. o ağacın altında uzun saatler geçiriyor ve tekrar {içeri}ye dönüyordu.

yaşlı çınar ağacının tek ziyaretçisi Hezekel değildi… onun kadar sık olmasa da; bazı zamanlar kömür karası bir arap atının alev alev yanan yelelerine benzer uzun, dalgalı ve simsiyah saçlara sahip oldukça güzel bir tanrıça da ziyaret ediyordu yaşlı meşe ağacının kalın gövdesinin altını.

Hezekel o tanrıça ile böyle tanıştı… zamanının önemli bir kısmını onunla konuşarak ve sorularına en dürüst yanıtları vererek geçirdi …

bu konu hakkında Hezekel’le aramızda detaylı bir konuşma geçmedi… fakat, tartıştığımız şeyler esnasında varlığı söz konusu olduğunda ona (Kirpi) diye hitap etmesi dikkatimi çekiyordu.

ondan büyülendiğini tahmin ediyordum. kendisi hiç açık etmese de, ben ‘El Aynası’ ne de olsa onun ruhuna bakıyordum ve o derinliklerde kendisinin inkar edemeyeceği büyüklükte bir coşkunun büyüdüğünü görüyordum.

bilmediği önemli bir gerçek ise; güvenebileceği tek dostu ‘El Aynası’nın, o güzeller güzeli tanrıçanın da ruhuna bakmış olduğuydu. ona sunduğum benliğinin gerçek yansımaları o kadar iğrenti vericiydi ki; inkar etti ve bu histen kurtulmak adına çözümü, beni yaşlı çınar ağacının o dar kovucuğuna bırakmakta aradı.

Hezekel ısrarla ona neden (Kirpi) diye hitap ediyor bilemiyorum ama ben gözlerinin içine baktığımda, bu olağanüstü güzelliğe sahip tanrıçaya hitap sözcüğü bulmakta hiç zorlanmamış ve :

“yalnızca bir kabuksun!”

deyivermiştim.

aslında kendisinin de farkında olduğu bu gerçeği, benim suretimde iç benliğinin bir yansıması şeklinde görünce ‘teşbihin’ kör olmayı yeğledi.

heyhat!

Hezekel, direkler arasına gerilmiş bu yalan siciminde bir süre ip cambazlığı yaptı. yararsız bir çabaydı!

deforme edilmiş bir gerçeğin üzerinde ancak faili dengede durabilir; kesinlikle bir başkası değil!

Hezekel’i kısmen de olsa uyarmaya çalıştım. kendi açısından ortaya çıkabilecek sonuçları öngörmesini ve akılcı bir değerlendirme yapması gerektiğini anlattım. benim yapabileceğim yalnızca bundan ibaretti.

şimdiyse, bu yaşananların çok gerilerde kaldığını anımsıyorum. Hezekel {içeri}de. burada daha paranoyak bir düşünce yapısı ve gittikçe sıklaşan panik atak krizleriyle, içgüdüsel bir mantığa tutunmaya çalışarak varoluşunun nedenini sorguluyor.

İÇBÜKEY YAN(IL)SIMA (1-2)

0 y o r u m
bölüm 1-1 burada

küçük-yuvarlak ‘el aynası’ ile aramızda yaptığımız hararetli tartışmaların içeriğinden ziyade, bu iletişimin gerçekleşmesi için seçtiği yöntemin tuhaflığını belirtmek isterim … kendimce tuhaf buluyordum … yadırgamıyorum; sadece bir hayli tuhaf buluyordum.

bu yöntemdeki kasıtsız tuhaflık, onun suretinde gördüğüm değişmez ifade sıradanlığından kaynaklanıyordu.onu dinlediğimde; beni yalnızca konuşan bir ağzın …o beni dinlediğinde ise; yüzüme bakan dikkatli iki çift gözün muhatabı olmam, bu sıradanlığı yaratıyordu.ifadesinin bütününü asla göremiyordum …

bence her varoluşun, varolma koşulları değişkenlik gösterebilir!bu koşullar eğer kendi oluşumunu da tuhaf istisnalara dayandırıyorsa, ben bunun arkasında yatan gerçekliğin araştırmacısı olmam ... olmamayı tercih ederim …varoluşun katmanlarıdır tercihler! onun seçtiği tercihin de varoluşunun koşullarından en önemlilerinden biri olduğunu düşünüyorum.

kendimi şimdi daha iyi hissediyorum …düşüncelerime odaklanmakta zorluk çekmiyorum …zihnim daha duru, berrak …algılarımda belirli bir netliği sağlayabildim.

Zihinsel dengemdeki düzensizlikler, elbette küçük-yuvarlak ‘el aynası’nın da cesaretlendirmesiyle, heyecana kapılarak giriştiğim {dışarı} yolculukları yüzünden oluşuyor …bu yolculuğun zorlukları sadece zihinsel aşınmayla neticelenen denge kayıplarından ibaret değil …daha ötesinde; fiziksel kapasiteyi de zorlayan bir çabalama gerekliliği ve ancak bu sayede kendimi {dışarı}ya taşıyabilmemin koşullu handikabı!

bedenimin bana sağladığı bütün gücü sarf etmem; kollarımda ki bütün takati tüketinceye kadar kapasitemi zorlamam gerekiyor …çünkü kazmam gerekiyor!

benim {dışarı} da varolabilmemin koşuluda kazmaktan ve delice eşelemekten geçiyor.çıplak ellerimle eşeliyorum o neredeyse betonlaşmış kuru toprağı … içleri yüzümün kenarlarından tırmalayarak yırttığım ölü deri parçalarıyla dolu, uzamış, bir kısmı kırılmış, bulanık bir griliğin hakim olduğu tırnaklarımla eşeliyorum toprağı … ince bir tül kadar saydamlaşmış bir derinin muhafaza ettiği boğum boğum kemikli parmaklarımla kazıyorum!

ben {dışarı}nın o kaotik düzensizliğinde varolabilmek adına, varoluşun basınçlı derinliğine inerken; tezatlar arasında anlam bütünlüğü olmaz misali, topraktan çıkıyorum!

işte o anda kendimi bilinç dışı bir yanılgının ve çarpıklığın ortasında buluyor; köpük köpük bir çağlayandan çılgınca dökülen coşkun sular benzeri üzerime yağan deliliğin, paranoyanın, boş inançların histerinin yoğun saldırısına uğruyor ve kaçmaya başlıyorum.nefes nefese koşuyorum…ellerimle –onları- itekleyerek kendime yol açıyor ve hiç durmuyorum … ardıma bakmıyorum!hiç bir dayatmaya tepki göstermeksizin, düzenin çarkları arasında sıkışıp kalmış –onlara- midem bulanarak bakıyorum.birbirinden orantısız binaların kuşattığı ve kalan boşluklarda da kişiliklerinden ödün vermeyi cesaret göstergesi gibi görenlerin yaşadığı bir cehennem burası!

bu delice maratonun sonu, daima yaşlı çınar ağacının gövdesinin altı olmuştur … yemyeşil bir kırda tek başına, korkusuz ve vakurlu duruşuyla bir tapınak görkemiyle palazlanmış yaşlı çınar ağacı … onun büyük gövdesinin etrafına yaydığı o pozitif enerji, düşüncelerimi toparlamamda yardımcı oluyor ve beni sakin bir dinginliğin kucağına bırakıyordu.bir anlamda, {içeri}nin o sessiz sakinliği benzeri (ürkütücü bilinmezliği dışında) huzurlu bir ortam yaratıyordu …

gövdesinin altında çok uzun saatler geçirir … altında ki toprağa uzanır ve kendimi dinlerim …

yaşlı çınar ağacı dışında, Ötedost’unda benim {dışarı}da ki bir diğer önemli manevi dayanağım olduğunu kırmızı kaplı defterime not düşmek istiyorum … Ötedost, yaşlı çınar ağacını keşfetmemden çok daha önce tanıdığım; fiziksel ve zihinsel gelişimimin başından beri benim yanımda olan ve beni muhtemelen küçük-yuvarlak ‘el aynası’ kadar iyi tanıyan, yarı filozof bir keşiştir … bilinen anlamı ile bir keşiş değildir … mübalâğa etmek istemiyorum … demek istediğim, diğerlerinin hepsinden daha fazla farkındalık bilinci geliştirmiş birisidir; hemen her şey hakkında tutarlı bir fikri ve o fikri savunabilecek zekayı benliğine yedirebilmiş birisi olmasıdır.

Eskiye dayanan ilişkimiz boyunca birbirimize birçok şey anlattık ve anlattıklarımızın üzerinde tartıştık.birbirimizden hiçbir şey saklamadık ve buna gerek duymadık.anlatılmayan şeylerse bir sır değildi; aslında yoğun olarak hissedilen ve bilinen şeylerdi.bunlar zamanla yüreğimizin içinde bir iplik yumağı gibi karmaşıklaşmış; içerisinde öfkenin, hayal kırıklığının, özlemin gri tonlarını barındıran ve bir türlü kelimelerle ifade edilemeyen, kendisine yalnızca gözlerin içerisinde lisan oluşturan gırtlak düğümlerimizdi.

bütün bunları bilirdik … aramızda birbirimizin bildiğini de bilirdik.

Ötedost, yaşlı çınar ağacını yalnızca bir defa gördü … ben götürdüm onu … büyük gövdesinin altında oturup uzun uzun konuştuk … üzerinden çok zaman geçti!

beni {dışarı}da tutabilecek başka hiçbir şey tahammülüm dahilinde değildir ve zamanı geldiğinde bir an önce {içeri} dönmek için, tersten bir çabanın gayreti içerisine girerim.
Bunun bildiğim tek yolu ise: mümkün olduğunca karanlık dar bir köşeye çekilir ve tarifsiz bir zifiri karanlığın içerisinde sessizce beklerken, {içeri}nin o ürkütücü cevapsızlığından korktuğum halde sessiz durağanlığının çekiciliği ile beni ayartmasına göz yumar ve sabırsızlıkla beni yutmasını beklerim …

o karanlıkla bütünleştiğimde ise, artık ben yalnızca {içeri}deyimdir.aklım karışmış ve {dışarı}nın olumsuz etkilerini hala üzerimde barındırır bir haldeyken, yavaşça kendime gelir; o sahte ve yüzeysel gerçekçilikten sıyrılır, üstümde kalan son tozu toprağı da bir güzel silkelerim … ardından kırmızı kaplı defterimin sırası gelir ve loş aydınlığımda cümlelerimi birer birer dökerim sayfalarının üzerine.

o defterde çoğu şey vardır … Ötedost ile yaptığımız konuşmaların bir kısmı ve bir sürü şey daha … bir zamanlar onunla aynı kızdan hoşlanmamız ve bunun bizde ki etkileri … bu süreci aramızda asla kırıcı bir rekabete dönüştürmememiz; üzerimize çöreklenen bu kumpastan çok az hasarla kurtulmayı başarabilmemiz gibi ayrıntılarla doludur yapraklar!

o defterin yapraklarında oldukça kasvetli hikayelerde vardır ama yırtılarak çıkarılmış tek bir sayfa yoktur içinde!

benim kırmızı kaplı defterim, yüreğimin karanlığında sırların gömülü olduğunu biliyor.

fakat küçük-yuvarlak ‘el aynası’ herkesin yüreğinin karanlığında birtakım sırların gömülü olduğunu, bildiğini söylüyor.

maalesef bana, gömülü olan bu sırlarla, {dışarı}nın kaotik düzensizliğine katlanma tahammülünün geçerli formülünü söylemiyor!

yaşlı çınar ağacının ziyaretçilerinden Kirpi bana dedi ki:

“gerekiyorsa rol yap”

hissettiğim duyguları hissetmiyormuş gibi yapamam.

Ötedost’u ziyaretlerimden birisinde, ona bir zamanlar saatlerce gülen bir yüzün maskesini aradığımdan ama bir türlü bulamadığımdan bahsetmiştim.
Ağlayan veya korkan yüzlerin maskelerinin ellerinde bulunduğunu ama gülen bir yüzün maskesinin olmadığını söylemişlerdi.

Ötedost biraz da şaşırarak beni dinledi ve dedi ki:

“bizim sorunumuz ne biliyor musun?
hayata dahil olamıyoruz!”

peki, biz dahil olamadığımız bu hayatın tam olarak neresindeyiz?

bu önermeden ancak dışında olduğum(uz) anlamı çıkıyor.bilinen düz mantık yöntemiyle.

halbuki Ötedost bu önermede, hayattan soyutlandığımı(zı) ya da kendimi(zi) soyutladığımı(zı) küçük bir ironik kalıpla anlatmaya çalışıyor.ironinin altında yatan üslup, anlamlar arasındaki farkı ortaya çıkarır.

hafif sitemkar bir üslubun kullanılması da fark edilerek okunduğunda; aslında bu izolasyonun kendim(iz)in bilinçli bir tercihi olarak yapılandırdığımı(zı)n anlaşılıyor olması gerek!

hayatın kanıksanmış realiteleri içinde … kişinin bedenen ve zihnen kendini izole ederek, bunların dışında bir yerde varolmayı seçmesi elbette üzerinde durulması gereken felsefi bir tartışmayı zorunlu kılıyor.

bu kadar kapsamlı bir meseleyi Ötedost’un, çağrıştırdığı ve içinde barındırdığı anlamlardan ödün vermeksizin yalnızca üç kelimeye indirgeyebilmesi, şüphesiz beni çok etkiledi ve bu tespitin üzerinde çok uzun bir süre kafa yormama neden oldu.

neden {içeri}deyim?

Ötedost, dahil olamadığımız realitenin dışında oluruz, demek istememiş miydi?

reddettiğimiz bir sistem karmaşasının(hayatın) gönüllü izole köleleriysek, öyle isem, varolmayı seçtiğimiz dışındalıkta ben neden varolamıyorum?

ben bu dışındalığın {içeri}sinde miyim?

{içeri}si neresi?neden karanlık?

bana huzur verdiği bir gerçek … fakat tanımını yapamadığım bir yer … tanımını yapmamı istemeyen bir yer … ilerlemekten ölümüne korktuğum bir yer … vaat ettiği hiçbir şey olmadığı için huzur bulduğum ama vaat edebileceği bir sürü şeyi karanlığında barındırdığı için korktuğum bir yer …

öğüt …

küçük-yuvarlak ‘el aynası’nın denememi istediği yöntem …

ayağımın hemen kenarında turuncu bir çakıl taşı … parmaklarımla kavradım ve kaldırdım onu yerden … gözümün kestiremediği bir yöne, karanlığın tam içine fırlattım yeniden … dikkat kesildim kulaklarımla.

yoktu … içinde uzağın veya yakının anlamını barındıran bir yankı yoktu!

Bölüm Sonu

İÇBÜKEY YAN(IL)SIMA (1/1)

0 y o r u m
İÇBÜKEY YAN(IL)SIMA


Bir sır hiçbir yerde,
öyle karanlık ve derin
bir sır olarak kalamaz,
eskisi gibi kalıcı biçimde,
gömülü durumda duramaz

Onu kendi yüreğinizin karanlığında saklayın,
yoksa söylentiler hemen başlar.

Nice yıllar boyunca
gömülü sırlarınıza kaygılandıktan sonra
söylememiş olduğunuz sözleri
kimsenin açığa vuramayacağını anlarsınız.

O zaman ancak siz, siz kendiniz
açıklayabilirsiniz.
belleğin güvenli mezarlığındaki sırları,
belleğin güvenli mezarı içinde.

-Sayılı Hüzünler Kitabı-



BİRİNCİ BÖLÜM : “DÖNÜŞ”

adın, Hezekel .

kim olmadığını biliyorsun; kendisine ihanet edildiği gerekçesi ile bütün bir kavimi yok etme tehdidi savuran, öfkeli bir tanrının isteksizce aracılığını yapan bir Yahudi peygamberi değilsin!


öte yandan; sen herhangi birisi de değilsin…



pekala, açıklayacağım…yalnız biraz odaklanmak istiyorum.

çok-biraz zaman önce {dışarı} dan döndüm.zaman kavramı!..açıklık getirmeli, getir; şöyle: {dışarı}dan dönerken, gri renkli ve yakalı pardösümün iki yan cebini renkli çakıl taşları ile doldurmuştum.gerekçesi önemli…benim hükmüm için vazgeçilmez bir öneme sahip…
sahip!
Sahip kelimesi çok önce-sonra zamanlar, afra-Amerikalılar tarafından bir üstün ünvan statüsü olarak algılandı ve beyaz-Amerikalıların şahsiyetinde kişiselleştirildi.sonra…

Zaman kavramı…açıklaması için odaklanmam…ihtiyacım…gereği var!

Gri renkli pardösüm var.iki yan cebi ve bir tek iç cebi olan…tamam…içleri rengarenk -hepsi farklı renk- çakıl taşları ile dolu.dopdolu…

“nihayet!!”

pekala, {içeri}ye döndüm ve ardı ardına çakıl taşlarını fırlattım…tek-tek…elimi doldurarak değil…birer birer…avuçlamadım onları…parmaklarımla tuttum.her zaman durduğum yerde dikilerek, önüme doğru fırlattım o farklı renklerde ki çakıl taşlarını.arkamda bildiğim ve sırtımı dayadığım duvarım var.güvenli.taşları...tabi ki önüme doğru fırlattım onları.
Şimdi bittiler.şimdiden emin olabiliyorum.tamam…
O renkli çakıl taşlarını, tek-tek fırlattığım süreci kendime dayattığım zaman dilimi kadar {içeri}deyim.{dışarı}dan, {içeri}ye döndüğümde oluşan zaman dilimi içerisinde ki süreyi şimdi anlatabildim mi?peki, güzel…

Ben emin olamadığım kavramlara, kesinlik hükmü vermeye çalışıyorum.ifadelerimi anlaşılır düzeyde tutma çabasında değilim.değilim ki; onlara kesinlik hükmü vermeye çalışı…

Hüküm:benim hükmüm…vazgeçilmez bir öneme sahip hükmüm.gerekçesi var, o renkli –kendi yapısı içinde tek renk fakat her biri farklı renk- çakıl taşlarını önüme fırlatıyorum.arkamda özümsediğim rutubetli duvarım var…rutubetli duvarım benim güvencem...tamam...onları önüme fırlatıyorum; çünkü, sınırlarımı belirlemem gerekiyor.kaçınılmaz olarak o sınırlarla yüzleşmem gerekiyor.doğru kelime (tanımlamak) olabilir…tamam…sınırlarımı…yok hayır, mekansal sınırlarımı…hah…tanımlamam gerekiyor!zihnimde, kesin boyutlarıyla tasavvur edebileceğim bir kroki şeması oluşturmalıyım.bunu bilmem gerekiyor değil mi?
yani {içeri}nin ne kadar içerisindeyim acaba?durduğum yerin, sağ tarafına düşen alan mı daha geniş, yoksa sol tarafımda ki alan benden daha mı uzak?peki önüm?

şu anda durduğum yere loş bir aydınlık hakim.fakat {içeri}nin daha ötesini koyu bir karanlık istila etmiş vaziyette ve benim gözlerim bu karanlığı çözerek neticede mekansal sınırlarımı belirlememde yetersiz kalıyor.ne kadar dikkatli baksam da {içeri}nin o koyu karanlığı çözülmüyor göz bebeklerimde...bir süre sonra, içlerinde bir yanma peydahlanıyor ve vazgeçmek zorunda kalıyorum.
bu belirsizlik beynimde kısmi bir boş vermişlik duygusunu tetikliyor…bu duygunun beni kuşatmasına izin veremem, vermemeliyim!

tamam…öğüt!

çakıl taşlarını fırlatarak mekansal sınırlarımı tanımlama…belki de doğru kelime:(belirleme) olabilir; kararsızım, keza bu fikri bana küçük-yuvarlak ‘el aynası’ verdi.bana gözlerin işlevselliğini kaybettiği zamanlarda, kulaklarımızın onların yerine gelerek bu eksikliği giderilebileceğini söyledi.taşları fırlatmamdan hemen sonra dinlememi, çarptıkları yerlerden çıkacak seslerin bende uzaklık veya yakınlık algılamaları oluşturacağını, bu sayede {içeri}nin sınırları hakkında üstünkörü bir fikre sahip olabileceğimi anlattı.

hepsi bir diğerinden farklı renklerde ki çakıl taşlarım tükendi.tek-tek fırlattım onları…ama hiçbir hükme varamadım.çarptıkları yerlerden bana ulaşan seslerin, ne kadar uzaktan yada yakından yankılandığını bir türlü anlayamadım.bir kısmı, sanki hemen önümde bir yere çarptı ve sesi kulaklarımda yankılandı…aynı yöne savurduğum diğer çakıl taşları ise sanki, çok uzaklara düştü; hiç çarpma sesi duymadım.

hala loş aydınlığımın ortasındayım ve ötesini kesinlikle göremiyorum.{içeri}nin genişliğini veya uzunluğunu, derinliğini veya kısalığını yada köşelerinin sayısını bilmiyorum…çok mu yüksek, alçaksa ne kadar alçak…bilmiyorum…doğrusu pek bilmek de istemiyorum.


ama o bana bilmem gerektiğini söylüyor!

o burada benimle konuşuyor…küçük-yuvarlak ‘el aynası’…onu {dışarı}ya yaptığım zahmetli yolculukların birisinde tesadüfen buldum.büyük gövdesinin altında sayısız saatler geçirdiğim yaşlı çınar ağacının dar bir kovuğunda gizleniyordu.onu aldım, gri renkli pardösümün iç cebine yerleştirdim ve buraya getirdim.varlığını {içeri}de benimle paylaşması, önceleri beni oldukça şaşırttı…benimle konuşuyordu; öte yandan benimle konuşurken sanki, beni kendimden de iyi tanıyormuş gibiydi!bunu biraz rahatsız edici buldum ama çok da önemsemedim.

yararlı bir işlevselliği vardı:benim için {içeri}nin o yoğun karanlığını bir nebzede olsa aydınlatıyordu…böylece dizlerimin üzerinde çömelerek, kırmızı kaplı defterime yazdığım alanda ki loş aydınlık onun sayesinde gerçekleşiyordu!bunu nasıl becerebildiğini bilmiyorum fakat oluyordu işte; o yoğun karanlık kısmen çözülüveriyor ve bana {içeri}de varolabileceğim lokal bir yaşama alanı sağlıyordu.

bana kendisi hakkında şimdiye kadar hemen hiçbir şey anlatmadığı için, yaşlı çınar ağacının o dar kovuğunda neden öylece durduğunu bilmiyorum…belki de terk edildi.bundan hiç bahsetmedi bana… konuşmalarımız, genellikle yaptığım şeylerin detaylı bir muhasebesi veya bazı genel kavramlar üzerinde yaptığımız sıkı tartışmalar şeklinde geçiyordu.

aşk bu kavramlardan bir tanesiydi ve kesinlikle ortak bir yargıda birleşemediğimiz, oldukça karmaşık ve zor bir kavramdı. anlamak istediklerimiz, anlatma çabalarımızın epey uzağında kaldı.aşkı bir kavram olmaktan çıkarıp nesnel bir gerçekliğe dönüştürmeyi denediğimizde, önümüze bütün iğrençliğiyle hunharca parçalanmış, çıplak bir bedenin kan revan içerisinde ki görüntüsü geliyordu ki; parçalanmış, ısırılarak kopartılmış ve rasgele vurulmuş kesiklerde, derin yarıkların açılmış olduğu bir bedendi bu!galiba aşkın kavramsal çözümlemesini yaparken, üzerindeki o koruyucu kefen sargısını hiç açmamak gerekiyormuş!

(...devam edecek)

bir: işte yine o ipi görüyorum

(toz ve gaz bulutu: burada)

“ericsson 337’nin şarj cihazını bulmak istiyorum…”

birisi de gelip tipi tip sakızlarının ilk karikatürünü bulmamı da istemez ki! pembo bile olur… al o takoz telefonunu… şarj cihazını bulabilir miymişim. bulabilirim tabii. işim bu benim.

“oo.. çok eski bir model ama o…”
“evet biliyorum… ama benim için çok önemli.”
“yol arkadaşı ha?”

dalga geçiyorum. sempatik görünmeye çalıştığımı zannediyor ama. belki de duyarlı olduğumu zannediyordur. ne zannederse zannetsin ama dalga geçtiğimi zannetmesin. aman….

“bu telefonu yıllar önce kaybetmiştim…”

dur! dur! anlatma bana öykünü! çok geveze bir teyzeye benziyorsun… daldan dala atlayıp gelininin donundan falan bahsetmeye başlarsın sen şimdi…aman dur! yalvarırım dur!

durmaz!

“…sonra gidip yenisini aldı gelinim… aslında oğlum alacaktı ama çok yoğun işleri olan biridir… gelin boş boş oturur… işyerinde oturur yani… işi ne; o alacak tabii…”

hııı-yaaa! beyin enerjimle bir kalp krizi geçirmesine neden olabilir miyim acaba… hayır; uğraşamam şimdi kalp masajıyla ambulansla doktorla… tamam, konuş be kadın! öldür beyin hücrelerimi gereksiz laflarınla….

“ama yeni aldığı telefonda benim kayıtlı mesajlar yoktu…”

nasıl?

“çok kızdım bu yüzden ama hiç lafını etmedim…oğlum duysa tatsızlık olur diye içime attım…ne zaman?…dört yıl mı beş yıl mı önce… sinan’ın ilkokula başladığı yıldı galiba? tabii canım beş yıl oluyor… geçenlerde, allah sizi inandırsın…”

tamam inanıyorum… size inanmamak imkansız. inanmamak gibi bir hataya düşmek aptallık…allah işi halletti siz yeter ki yormayın kendinizi. daha bir dolu insan var, lafları beyin hücrelerime nişanlanmış… sıralarını bekliyorlar… tekstlerini ezberliyorlar….

“…eski bir güneş gözlüğünün kabından çıktı….”

zeki müren’den mi ödünç almıştınız o kabı? o takoz telefon hangi gözlük kabına sığar yahu! hem neden gözlük kabına koyarsın telefonu?

“…oraya da niye koyduysam…”

gülme…gülme… sakatsın ya ondan koymuşsundur…

“..neyse…”

ne güzel dedin… susar mısın? bana ne bana ne bana ne…. sersem kedi saldırsana şuna… onun bacağının kan emicisi ol… bak hep konuşur hem seninle..

“…buldum bulmasına telefonu ama şarj cihazını atmışız işte… tabii bunca yıl gözlük kabında dura dura şarjı bitmiş…”

eh…tabuta yerleştirmişsin, geriye gömmek kalmış ama kanırtıyorsun işte….

“…şimdi baktı bizim gelin telefonculara falan yok bulamadı… çok eski modelmiş… bulunmazmış… hoş iki dükkana bakmıştır sonra boş vermiştir ama allah var ben de baktım…yok bulamadım…”

ve bana geldin…bittiii…. oh ne kadar güzel…..

“şimdi o aleti bulursam, telefonu şarj edebileceğim…”

bravo!

“…böylece o mesaja da bakabileceğim…”

ne mesajı diye sormayacağım.
mesaj asla konumuza dahil olmamalı. ama önce şunu sormalıyım:

“eski telefonunuzun numarasıyla yeni telefonunuzun numarası aynı mı?”
“evet?”

güzel…

içimden bir ses:
“bakın hanımefendi. mesajlar ya da kayıtlı telefon numaraları cep telefonlarına taktığınız sim kart denilen teknolojik ıvır zıvırlarla alakalıdır. siz telefonunuzu kaybettikten sonra yeni bir telefon aldığınızda o yeni telefona hafızası boş olan bir sim kart takılır. eski sim kart da işlevsiz olur. servis sağlayıcılar eski hattı kapatırlar yani… ve sizin o mesaja ulaşmanızın olanağı yoktur. hele beş sene sonra… olacağı varsa da olmaz….”
ve bu sese karşı başka bir ses:
“o zaman ben boş yere arıyorum şarj cihazını… haa… tamam o zaman… neyse kalsın… size iyi günler…”

bu benim bilgisayar karşısında mayın tarlası oynamaya devam etmemden başka ne anlama gelir? bir insana, bir yaşlı bayana, off, geveze bir kadına, şu salak moruğa yardım etmemden başka…
iyi bir insanım ben. di mi doki? evet ama iyiliğin de sonuçları vardır… iyiliğin kötü sonuçları olabilir. birine adres tarif etmekle iyilik yaptığını zannedersin ama senin tarifin yüzünden girdiği sokakta kafasına balkon düşer ölür… nerde o zaman iyilik?
hem bu kadının hayatında bir amaç var işte… bu amacı yok etmekle ona iyilik mi yapmış olacağım? en fazla, teknoloji konusunda biraz daha bilgili olarak evine dönecek… ama bir boşluğa düşecek… geliniyle dolduracak o boşluğu… evet aslında gelinine iyilik bile olur… şarj aletini bulup teslim ederim ve bu kadar. hem, bir şey öğrenmenin bedeli olmalı… öğrenmenin yaşı yoktur tabii… ha doki? yaşlı insanlar da bişeyler öğrenebilir… sadece romatizma ya da boktan diyetler konusunda kendilerini geliştirmeleri ne kadar da üzücü….

işte yine o ipi görüyorum. iyi bir insan olmak ile kötü bir insan olmak arasına gerilen ipi görüyorum. o ipin üzerindeyim. iyi insan olma tarafında mayın tarlası var… diğerinde paraya çevrilebilecek bir şarj aleti. benim şarj olmam lazım… kendimi yenilemem… bunun için de para lazım…
ne ipi be!

“aslında bir sonraki model olsaydı işimiz daha kolay olurdu. yine zor olurdu tabii ama daha kolay olurdu işte… daha az zor da diyebilirim…”
“bulabilir misiniz?”
“benim işim bu hanım efendi. bu büronun kirasını karşılamam lazım…”
“o mesajı okumam gerek… çok önemli..”

anlatma bana! mesajdan bahsetme bana! ben o antika şarj aletini getirdiğimde ve sen telefonunu çalıştırdığında bir sikim olmayacak! “mesaj yook…a-aa…” diye kalacaksın… ve bana “hani mesaj!” diyeceksin… işte o zaman olmaz… benim senin mesaj probleminle bir ilgim yok… benim şarj aletini bulmaktan başka bir işim yok ve bunu yapacağım… ipin üzerine çıkartma beni yine!


“ee.. telefonunuz bende kalmalı…”
“neden?”
“şarj aletini bulduğumda işe yarar olup olmadığını anlamam için…”
“a.. evet aslında… aman dikkatli olun…içinde çok önemli…”

sus be!

“dikkatli olurum siz hiç merak etmeyin!”

tık! tıkandı işte ağzına laf… hadi git… dur gitme nereye gidiyorsun!

“bana bir telefon numarası falan bırakmanız gerekiyor…”
“a.. evet aslında… bi kağıt kalem varsa…”
“buyrun..”

şu yaşlı insanların en önemsiz şeyi bile özene bezene, yavaş yavaş yazmaları yok mu! sanki çerçeveletip asacam!

“e.. bir de şarj aletini bulduğumda, tabii çalışır vaziyette olduğunu kontrol ettikten sonra, onu satın almam icap edecek…”
“hemen alın! aman diyim... bulur bulmaz alın!”

off…peki nasıl almamı önerirsiniz? hoş, muhtemelen beleşe getireceğim ama bunu düşünmeniz lazım… ben havuçla yapmıyorum ki alışverişlerimi…

“adamın istediği para bende çıkışmazsa…”
“a.. evet aslında… ne kadardır acaba?”
“antikacılara falan da bakmam gerekebilir… antikacılar da bulunmayan bir şey olduğunu bildiklerinden ellerindeki malı olabildiğince yüksek fiyatla satmaya meyillidirler… düşünün ki araştırmalarım sonucu istediğimiz şarj aletinin başka bir şehirde satıldığını duydum. eh denemem de gerekiyor... yani şehir dışına çıkmam icap edebilir…bunun gibi şeyler işte… olabilir… keşke olmasa ve büyük bir şans eseri bir an önce bulsam ama işimizi şansa da bırakmamalıyız…. şansa bırakacaksak benim işim ne öyle değil mi? ”

hadi be! daha fazla üfüremiyorum sen şişir şu miktarı….

“şimdilik bu kadar yeter.. mi?”

ağzına bile sıçar! manyak bu kadın… şarj cihazı değil orta halli bir jeneratör alınır be bu parayla!

“yeter umarım… zaten prensip olarak tüm harcamalarımızı olabildiğince faturalamaya çalıştığımız için artanı size iade edilecektir… şu formu doldurun lütfen… böylece her şey yasal olur… kapora olarak bıraktığınız miktarı da yazın… hayır şuraya… evet…”

başlık atacak sanki… en tepeye yazmaya çalışıyor…

“gerçi yazmıştım ama… bir daha mı yazayım telefon numarasını buraya…”
“ev numaranızı yazın oraya…”
“ev numaramı vermiştim zaten ben size…”
“o zaman cep numaranızı… yazın…”

çok gerginim doki… şu kadın gidiverse rahatlayacağım… hayır gergin değilim aslında sinirliyim… onu kazıkladığımı düşünmek istemiyorum ama galiba biraz öyle oluyor. mecburum ama buna doki… mayın tarlası var o tarafta… kareleri çarpılamakla geçiyo günler zaten…baksana şu takvimin haline… her yer mayın dolu… kımıldamam lazım benim… şarj olmam lazım! sinirlenmeden ama… sakin olarak… di mi dok-ki!

“işte bu da benim cep telefon numaram… istediğiniz zaman arayabilir işinizi takip edebilirsiniz… ben de sizi arayacağım…”
“ben sizi ararım... zaten duramam, merak ederim… aman elinizden geleni yapın çünkü o telefonda çok önemli….”
“hiç merak etmeyin hanımefendi… şarj aletini bulacağım sizin için…”

hadi anca gidersin… kışt!

(devamı burada)