sıfır: korkma ısırmam...

sıfır: korkma ısırmam... ısırılmanın ne demek olduğunu bilen biriyim

bana bakmıyorsun; ben herhangi biriyim; bakacağın, ilgileneceğin biri değilim. sen, bacağıma yapışmış kediye bakıyorsun. şurada oturmuş, mutlu ve huzurlu, yemeğini yerken karşına ben çıktım... hemen söyleyim ki o havlaması gereken bir kedi... ben dünyaya açılayım dedim ama bacağıma kedi yapıştı. ısırdı yani... evden çıktım ve hart! kahrolası bir kedi; dünyanın en kompleksli kedisi... işte, bileğimin biraz üzerinden dişlerini geçirmeye karar verdi. havlaması eksik sadece... tanıyor muyum hayır elbette ilk defa gördüğüm bir kedi... severim kedileri ama ben severim; sevmeye karar vermekten bahsediyorum...tercihlerden... her neyse bu aptal kedi bileğimi ısırdı ve bırakmadı... ne yapayım kafasını mı koparayım? polise itfaiyeye ya da bir doktora mı baş vurayım?

aslında bizimkiler fark etmeden bir yerlere baş vursam çok iyi yaparım... yoksa en başta annem bir takım kaynaklara baş vurur ki işte bu hayatımı cehenneme çevirir.... cehenneme falan çevirmez; cehennem şifalı bitkilerle dolu bir yer değildir heralde? ne olur; ismini bile bilmediğim, kimisi sarılmak , kimisi ezilip mezilip hamur haline getirildikten sonra sürülmek , bazısı kaynatılıp suyunu içmek, haşlanıp yenmek, en işe yaramaz görünen birkaçı da koklanmak için, en nihayetinde zavallı bir bitkinin üzerine dünya kadar misyon yüklenip derde çare olması için bacağımda kullanılır. kedi bundan hoşlanır mı? onun canı cehenneme!
anneannem mutlaka, hatta isimleri “kedi kovan” “kedi kaçıran” “pisi-kışt” gibi şeyler olan bir takım mistik metotlara başvuracaktır... ellerine düşeceğim yani... tabii bunları sen bilemezsin... neden bilemezsin çünkü ben bunlardan bahsetmem... belli bile etmem... ama istersen durumumu konuşabiliriz... ben sana hislerimi anlatabilirim... kedilerden bahsederiz bir süre sonra... o kadar sıkıcı bir hayvan sevgisi muhabbeti gerçekleştiririz ki artık kediye sıkıntılar gelir; ben biraz nefes almak için dışarı çıkayım der kibarlığını koruyarak. o andan itibaren ben de ayak bileğimi emaye kaplatırım, döner de tekrar ısırmak isterse, dişleri kırılır! güleriz işte, eğleniriz... ama yetmez; sinemaya gideriz, lokantalara gideriz, bir dolu şey yaşarız ve tüm bunları şöyle güzelce bir ayrılık yaşayalım da var olduğumuzu hissedelim diye yaparız.... o halde, buna gerek yok....
belki kedinin bildiği bir şeyler vardır?

tamam bakma artık... yemeğini zıkkımlan... işte anlatacak bir şeyin oldu... kurcalama fazla...

“...ve sosisli sandviçlerimiz var....”
“ben karışık sandviç istiyorum...”
“içecek olarak da?...”
“fanta-yedi gün falan.. hangisi varsa...”

“kedi için?”
“siktir git!”


nedense bir doktor istedim. ne güzel bir doktor! beyaz önlüğü var ve bir de hani o şeyin adı neydi, kalp atışlarını dinledikleri şey, hep boyunlarında asılı olur... asılı olur tabii... tüm karikatürlerde öyledir... bişey-kos ya da bişey-kop... gerçekten hatırlamıyorum.. ama doktorda o da var... tam bir doktor yani... branşı var. hiç yahudi tanımadım ama woddy allen’a benziyor.. sadece gözlüğü benziyor... kıvırcık saçlı ve evet ‘as good as it gets’deki doktor kadar sevimli... tahmin edemeyeceğin kadar çok film izledim.. bakmadım, izledim... hani vardır ya bazıları sadece konuyla ilgilenir, işte onlardan değilim... çok daha fazla şeyle ilgilenirim... ama dur bakalım, doktorumdan bahsediyordum... parmakları çok güzel... esmer parmakları... kendisi de esmer belki; belli olmuyor... parmaklarının esmerliğini hemen anlıyorum çünkü bana dokunuyor.. kalbimi dinliyor. ben de onun yüzüne bakıyorum... kalbimi dinlerken ağzı açılıyor.. salyası akacak diye düşünüyorum, gülmek istiyorum. amelie gibi heyecanlanıyorum... o zaman yüzü değişiyor çünkü kalp atışlarım gülüyor... o bişey-kop’un kulaklığını çıkarıyor ve omzuma masaj yapmaya başlıyor. ‘jacop’s ladder’daki doktor gibi bana babalık oynuyor... hoşuma gidiyor bu... oldum olası merak etmişimdir insan bir başkasının çorabını nasıl çıkarır diye... hayır ayaklarımın kronikleşmiş bir kötü koku huyu yoktur ama ne bileyim çorap bana hep çok mahrem ve… pislik yuvası gibi gelmiştir! boklu don gibi... insan bundan utanabilir... ama dondan başka nerede bok lekesi olur ki? demek ki garip değil... yine de bunu kimse görmek istemez... ben bir kere görmüştüm... dur! ben doktorumdan bahsediyordum... işte güzel doktorumdan... bana ayak masajı bile yapabilecek biri... çoraplarımı çıkarırken ben rahatsız oluyorum ama tıbbi bir durum söz konusu olduğundan yüzümü buruşturduğumun görülmesini bile istemiyorum... o derecede benimle ilgilenen bir insan yani... onu seviyorum... adı... adı şey...doktor... evet doktor.. daha ne olsun ki? hem doktorların isimleri hep birbirine benzer... bu doktor olmalarının değil isimlerinin bir sonucudur... hemen bir doktor yaratıyorum işte... bileğime sarılmış kediyle ilgilenmiyor... çünkü o bir psikolog... pisi pisi diyor kediye, geçiyor.. o, logicus...

“karışık sandviçin yararları ya da zararları hakkında konuşmayacaksın herhalde benimle?”
“derin gergin... saçmalama...”
“doktor; saçlarım da gergin... yukarılarda bir yerlere tutturulmuş gibi... sen ‘malkovich olmak’ isimli filmi izlemiş miydin?”
“hayır... ya da evet.. izlemiştim... ama unuttum...”
“evet tam orası uyuşuyor....”
- gözlerime masaj yapıyor.... esmer parmak uçları beyaz etimi ovalıyor-

kedi başını oynatıp duruyor... ısırdığı yeri daha sıkı, daha garantili, daha sahiplenici hale getirmeye çalışıyor. turuncu diyesim var ama aslında sarı-kahverengi gibi bir renk hakim tüylerinde... beyaz çizgiler... kulakları sivri ve gözleri yeşil gibi... yani sarı gibi ve mavi gibi... ön patilerini ayak bileğime doladı.. tırnaklarını geçirdi etime... kuduz göt! tüm kedi soyunun en başarılı kedisi gibi bakıyor; tüm kedi soyunun görebileceği en büyük sıçanı yakalamış...

onu oradan çıkaramayacağımı anladığım gün, anneanneme kırmızı bir atkı ördüreceğim... kırmızı atkı kediyi gizleyecek ve bana öyle bakamayacaksın... bir bacağıma bir suratıma; tüm sinirlerimi tel tel ederek...
bana şöyle diyeceksin istediğin tuzluğu benden aldıktan sonra:
“geçmiş olsun....”
ben anlamazdan geleceğim... kafam hiçbir şeye basmıyor... salağa yatacağım...
“anlamadım?”
“ayağınız... sarmışsınız...”
bunu bıyık altından gülerek söyleyeceksin. ama senin bıyığın yok ki? küçük ve tatlı bir dudağın var... küçük bir burnun... atkıya gülüyorsun... kırmızı olmasına...
“ah evet...sağ olun... bacağımı... bileğimi... kocaman bir çenesi olan küçük bir pitbull ısırdı. hala kan kaybediyorum...”
donup kalacaksın... biraz daha dikkatli bakacaksın...
“aslında krem rengi bir atkıydı sardığım ama kan işte... damarda durmak istemedi mi durmuyor... ketçabı uzatabilir misiniz?”

bir ketçap reklamı:
kendi düğününden kaçmış bir gelin hem de gelinliğiyle bir büfede oturmuş sosisli sandviçini dalmış gitmiş bakışlarla yemektedir. hayatın tüm dertlerinin kovaladığı genç telaşla büfeye girer. hemen saklanması-maklanması bir şeyler yapması gerekmektedir.
“lütfen beni öper misiniz... peşimdekilerden kurtulmaya çalışıyorum... yeni evli taklidi falan...”
...filan ama gelin kendi düğününden kaçmış olmanın verdiği depresif ruh haliyle buna şiddetle karşı çıkar ve masada duran bıçağı gence uzatır. en son bir ekmeğe mayonez katmakla görevlendirilmiş olan bıçak heyecanlanır...
“yere yatın ve bıçağı iki parmağınızla, dik duracak şekilde göğsünüzde tutun... ben tam oraya ketçap dökeyim ve başınızda ağlayım... hem buna ihtiyacım da var... peşinizdekiler benim bahtsız bir gelin olduğumu –ki bu doğru- sizin ise ölü bir damat olduğunuzu düşüneceklerdir. nasıl ama?”
hayatın tüm dertleri, büfeye daldığında manzarayı görür ve şöyle der:
“belli ki buraya bakmışız...”
görüntü flulaşırken ketçabın markası görülür ve tok sesli bir kadının sesi duyulur:
“ketçapla işiniz bittiyse alabilir miyim?”

alabilirsin tabii...

ama şimdi değil... ketçap bana lazım olacak.... bu kediyi ayak bileğimden ait olduğu çöplüğe doğru çıkarıp atamayacağımı anladığım zaman, işte o zaman senin olsun ketçap! ayrıca şimdi karışık sandviçimi yemem gerekiyor, meşgul etme beni.... senin de sosislini... sen de kendi düğününden mi kaçtın acaba? aslında hiç de geline benzemiyorsun ama bundan emin olamam... şu tuzluğu istesen ya artık benden... merak etmeye başladım, seninle bir ilgim olacak mı? korkma ısırmam... ısırılmanın ne demek olduğunu bilen biriyim... iste şu tuzluğu ki konuşmaya başlamamız için bir alıştırmamız olsun. yok işte masanda tuzluk... hiçbir şey için geç değildir derler... bu sosislide bir şey eksik bir şey eksik diye diye yarısına kadar geldin... ha bir de şu karşıdakinin –ay inanılmaz- bacağında bir kedi var... ne manyaklar var... bunu anlatmaya kalksam kimse inanmaz... üf bana ne... geri zekalı... bu sosislide bir şey eksik ya anlayamadım... ay manyak mıdır nedir sandviçini tuzlaya tuzlaya bir hal oldu... gözlere zarar verir o kadar tuz... gerçi bacağında kedi olan biri bunu düşünemez ama... ama bu sosisli ne kadar kötü ya... şey eksik bunda...

“pardon tuzluğu...”

eksik? gerisini ben tamamlayabilirim, çok kolay oldu bu... sizce ben, diye başlasan bile gerisini getirebilirim doğru yanlış... ama tam bir cümle kursan olmaz mı? mümkün olsa hiç konuşmayacaksın... hiç bulaşmayacaksın... aklın başına geldi ama... şuna bak üç lokma kalmış tuzluk istiyor... al bakalım...

“ee... buyurun...”

sağ ol der gibi gülümsedi... ama buna gülümsemek denemez... sadece dudakları gülümsemeyi çağrıştırır gibi değişti... yok be, buna gülümsemek denir, uygar yaşamın özel efektlerinden biri! tuzla bakalım... tuzlasana! hassiktir! tuz bitmiş... buna gülerim ben ama acele etmeyim... sonra aklıma gelir, hafiften gülerim nasıl olsa... ama şimdi konuşmazsak insanlık suçu işlemiş olacağız? hayır, ben tek bir kelime etmeyeceğim... bıçak açmayacak ağzımı... bıçak masada duracak....

“a... boşmuş bu?”

bunu hemen dünya büfeciler birliğine ve delikleri tıkanmayan tuzluk üreticileri dayanışma organizasyonuna ve onuruyla tuz üretenler derneğine bildirmeliyim... nerede benim cep telefonum! çekilin açılın! hanım efendi zor durumda... işe yarar bir tuzluk getirin bu arada! delikleri, kurumuş-katılaşmış tuzla kapanmamış.... topu topu üç lokması kaldı... çabuk olun! bu arada ben onu oyalayacağım...

“içinde tuzdan çok pirinç var... bir saattir dökmeye çalışıyordum ben de... söyleyecektim size ama...” diye başlasam konuşmaya, gerisi gelir... “kısmet işte...” gibi bir şey söylememeliyim... bu bir intihar olur. hemen kalkar gider düğününe...

“bitmeye yakın yemeğe tuz koymak uğursuzluk getirir derler...”
“nasıl?”

doktor... doktorumun telefon numarası neydi. ismini üç kere tersten söyleyip diş etlerimi mi somurmalıydım? ben ne bileyim nasıl... attım işte! hayır atmadım! bunu anneannemden duymuş olmalıyım ya da en iyi ihtimalle yıllar önce basılmış sarı sayfalı, küf kokan bir kitaptan okumuşumdur..

anneannemin yazdığı sarı sayfalı, küf kokulu “dünyadan ahrete kadar sıkça sorulan sorular” isimli kitabın ilgili bölümleri:
bitmeye yakın yemeğe tuz konulması uğursuzluk getirir. yüzyıllardır yemeklerinde tuz kullanan insanoğlunun yemek yapmakla görevli olan kısmı çok iyi bilecektir ki tuz yemeğe yapım aşamasında konulmalıdır. ayarı ortalama insan düşünülerek belirlenir. ortalamanın altında bulunan insanlar genellikle yaşlılar veya hastalardır... ama onların yemeklerinin ayrı olarak yapılması her türlü kutsal metinde ehemmiyetle önerilmemiş midir? önerilmiştir... ortalamanın üzerindeki insanlar için ise, tuzluk denilen, en basit tabiriyle, tuz konulan kaplarda bulunan, sofra tuzları icat ve imal edilmiştir.
yediği yemeğin tuzundan bihaber olan kişi ya dalgındır ya da kendi düğününden falan kaçmış biridir, kafası karışık biri... yok öyle biri değilse işte bu uğursuzluktur... o sizi hayatta her an yalnız bırakabilir... ona güvenmemelisiniz... uygun değerlendirme yapamayan biri uğursuzluk getirir. yetersizlik affedilecek bir şey değildir. bununla beraber daha lokmasını almadan tuza sarılana da güvenmemek gerekir. onlar da kendi doğruları olan insanlardır ve sizi anlamakta zorluk çekebilirler...

“nasıl olacak doktor?”
“öyle derler, de... kestirip at...”
“ama siz bir doktor olarak daha güzel bir cevap bulmalısınız?”
“her şeye cevap yetiştirmek yetenek işidir...”
“siz çok yeteneklisiniz... anlat bakalım filmindeki bill chrystal kadar yeteneklisiniz...”
“teşekkür ederim...”
“tamam ama ben ne diyeceğim?”
“çantasına bak... düştü düşecek... çantasını göster...”
“çok adisiniz bayım...”
“önemli olanla önemsiz olanı ayırt etmek gerekir...”

“çantanız...”

…dedim ve gösterdim. çantasına doğru döndü ve onu düşürdü. matrix filmindeki kahin kadının bok yemesi gibi oldu galiba... kahin “önemli değil” gibi bağlantısız bir şey söyledikten sonra neo, “anlamadım?” gibi bir şey söylemişti. “vazo... önemli değil...” gibi bir şey deyice kahin-kadın “ne vazosu lan ne oluyor?” gibisinden etrafında dönen neo orada sik gibi duran vazoya çarpıp onu düşürmüştü... buna geleceği görmek falan demek sadece salaklık olur... buna geleceği yapmak denir... zaten bence kahinlerin de işi bu... uğursuz insanlar, kimsenin aklında olmayan şeylerin gerçekleşeceğinden bahsedip onların gerçekleşme olasılıklarının yükselmesine neden oluyorlar... ama ben çantanın düşmek üzere olduğunu göstermek istedim... yemeğindeki tuzdan habersiz biri çantasından-mantasından da habersiz olur tabii... ha, ne, ne çantası, kimin çantası, nerede derken çanta bari düşeyim der ve ben kendimi kötü hissederim... plan bu... duyduğuma göre ayran içerden çıkmış... ona güvenebiliriz. çok basit; sadece çantanın düşeceği yerde duracak... başka bir şey yapmasına gerek yok... hem artık çok yaşlandı... o ayran kutusuna da geri dönemez... neredeyse bezden bozulmuş bir çantanın üzerinde boktan bir leke olarak bulunmak onun da hoşuna gidecektir...

“ah...sağ olun...”

bana... bana teşekkür etti... çantasını düşürdüğüm için! kendimi çirkin ve kambur hissediyorum.

“ee..”
“kahretsin ayran bulaşmış...”

ayran leke bırakmaz... ömür uzatır... tansiyonu düşürür... tuzlu ayran...

“üff... bu tuzluk da çalışmıyor...”

boş geziyor... sorumsuz... tuzluk mu dedin? yok canım; pirinçlik... nem düşkünü pirinç taneleri...

“…gerçekten uğursuzluk getiriyormuş...”

olacak şey değil… beni mi yoksa sözlerimi mi ciddiye aldı acaba. umarım sözlerimi ciddiye almamıştır. ama ben de ciddi değilim? gönül eğlendirmeye çalışıyorum sadece. bir boşluk hissi taşıyorum, olur olmaz olaylarla, kişilerle, o hissi doldurmaya çalışıyorum. ne var bunda; karşılaştığım herkes yanında boşluk taşıyor. bana boşluk taşınır mı taşınmaz mı münazarası yaptırtmamak gerek. taşınır da taşınmaz da derim hangisi çıktıysa bahtıma onu ispatlarım. o halde benim sözlerimi ciddiye almamak gerek. çünkü ben ciddi değilim. gönül eğlendiriyorum sadece. hayır zaman geçiriyorum. ama… şimdi bir şeyler yapmazsam onunla aramda hiçbir şey gerçekleşmeyecek … zaman öldürmenin zamanı değil. zaman ikimizin zamanı olmalı… of allahım neler zırvalıyorum ben. doktor! neredesin be adam!

(çok kurcalama)
kim? e? pardon kim konuştu?
(“kahretsin ayran bulaşmış” sonra?....ne geliyor aklına?)
ayran…leke…bırakmaz….
(ee?)
haklısın. sen cin misin? varlığın tıpkı elektrik gibi değil mi senin…göremiyorum ama var olduğunu hissedebiliyorum… ne kadar şanslısın… keşke ben de senin gibi bir varlık formu olsayd…
(sus be! çok kurcalama dedim di mi sana?)
evet. haklısın. zaman kaybetmeden hemen bir an önce şimdi birden….
(sus bee!)

“ayran leke bırakmaz…”
“neden bırakmasın?”
“yani bilmiyorum öyle derler…. daha doğrusu öyledir.”
“ama bak…kutunun üzerine yazmışlar ki: az yağlı ayran…. az da olsa yağı var ve az da olsa yağ lekesi bırakacaktır…”
“az biraz yağ lekesi hemencecik çıkar…temizlikle ilgilenen endüstriyel bilim her an biraz daha ilerliyor. ”

evet hissedebiliyorum. deliler gibi çalışıyorlar… köpükler baloncuklar içinde azimle daha beyaz, azimle daha renkli, daha temiz, daha sarı, daha mavi… hijyenik!

“çok hoşsunuz…”

üstelik daha renkli, albenisi yüksek ambalajlarda… sıcak su için soğuk su için kireçli su için…ayrı ayrı önlemler ayrı ayrı yaklaşımlar. rekabet işte…ne kadar da önemli gelişme için… kalite için… bir deterjanın…

-duydun-

…ev hanımları için önemini anlatmak ne kadar da yersiz. ev hanımı da ne demekse bu arada. ev hanımı lafımı hiç beğenmedim… onun yerine deterjan tüketicisi….

-duydun-

….duydum. bana “hoşsun” dedi. ciddiye almam gerekiyor. buna ihtiyacım var. gördün di mi doktor, uzun zaman sonra bana yine benim hoş olmakla bir ilgim olduğu iddia edildi... hatta bu konuda bir yargıda bulunuldu... işte bu yüzden, hiç zaman kaybetmeden, tam anlamıyla yerinde ve zamanında gülümsedim. gülümsememe öyle bir anlam dozu verdim ki kendimle övünmeden edemeyeceğim. bir gülümsemeye bu kadar yerinde anlamlar katılabilir doğrusu. evet hoşum değil mi, anlamı kattım. kendime güvendiğim ve kendimin farkında olduğum böylece belli oldu. ayrıca biraz da, utandırmayın beni allah aşkına, anlamı kattım. bu kolay değil ha! mütevazı bir insanım ben. bir de, evet ama siz de hoşsunuz, anlamı kattım ki en önemlisi bu oldu. ama itiraf etmeliyim ki bu biraz örtük oldu. anlayacaktır ama. ona sonuna kadar güvenmeye karar verdim. doğru insan o. beni anlayabilecek ve beni sevebilecek ve beni gururlandıracak ve beni düzeltecek ve beni doyuracak ve beni emzirecek… hah!

“adım mevsim…”

benim de bir adım var… beni de çağırabilirler, uyarabilirler, aşağılayabilirler, hizaya sokabilirler, gösterebilirler…. ah ben!

“ben…minnet…tanıştığımıza memnun oldum.”

ama çok heyecanlıyım. bu kadar heyecanlı memnun olmaya alışık değilim pek. memnun? en son ne zaman memnun oldum ben acaba? ben memnun olabiliyorum! doktor, memnun oldum ben de! inanabiliyor musun! doktor… artık sana doktor demeyeceğim. doki diyeceğim… ha ha ha… memnun olmak hayatımı değiştirdi. artık her şeye başka bir gözle bakıyorum… ne o doktor doktor… üçüncü sınıf bir ergen bebenin iki psikoloji kitabı okuyup da şizofrenik öyküler yazmaya kalkmasıyla beraber nedense ki aslında abuk sabuk diyaloglardır bunlar hep bir deli ile bir doktor arasında geçen konuşmalardan oluşmaz mı oluşur işte ne bu ben öyle biri miyim hayır efendim değilim ben ergen değil yetişkinim hatta memnun bir yetişkinim ne doktoru allah aşkına doki işte doki doki doki!

“bir şeyler yazıyordunuz sanırım…meşgul etmeyim ben sizi?”
“yok canım… önemli değil yani..”

bir şeyler:
“…. böylelikle ölüme çare bulunmuş ve tanrının varlığı sorunu çözülmüş olur.”

bir şeyler:
“sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı”

bir şeyler:
“kısadalga Kısadalga KISADALGA KıSaDALga dalgakısa”

keşke bir şeyler yazmış olsaydım. şimdi merak etse boku yerim. çiçek be bunlar… bir saattir çiçek ve kedi kafası çiziyorum. hay allah. doğru dürüst bir şey yazmış olsaydım ya. ama hiç sevmem öyle kafelerde barlarda bıybıy yazı mazı yazanları. herkes dikkat çekmeye çalıştığını zanneder. bence de dikkat çekmeye çalıştıklarından öyle pozlara girerler. bir bok yazmış olsalar bari…nerede… çiçek miçek çiziyorlardır… üstelik benim gibi sadece zaman öldürmek için ya da sıkıntıdan ya da çok önemli bir şeyler düşünürken değil. sırf dikkat çekmek, gizem yaratmak için… hasta bu insanlar…. hepsi hasta ama.. ben değilim… benim dokim bile var… samimi ve harbi bir kişiliğim var benim değil mi doki… ama doki ya merak ederse? benimle paylaşır mısın falan derse hadi… paylaşmam, denmez ki. çok özel şeyler, denir ama… katlayıveririm atarım cebime… aylar sonra….

“sana bir şey soracağım…”
“sor aşkım…”
“tanıştığımız gün…”
“ee?”
“sen bir şeyler yazıp çiziyordun… neydi onlar?”

al başına belayı…..

“çiçek miçekti yahu! hah ha ha… öyle dikkat çekmek için anlarsın ya…. çekmişim de dikkatini bak…”
olmaz öyle şey… aşk dallamalığı affeder ama ben affetmem… ben hasta değilim…

“hadi ya…hatırlamıyorum… nerede oluyo o olay?”
hah! muhteşem! gün geçtikçe günleri karıştırıyorum. ben biraz bunadım…aslında sana önem veriyorum ama öyle doğum günleri falan ne bileyim… hem ne önemi var ki… önemli olanlar başka şeylerdir… bu başka şeylerin neler olduğunu da anlatmam saçma olur. onları sen hissetmelisin… bak bak bak… kafama ilişkimizin an be an yazıldığı koca mermer yazıt düşsün inşallah. donk! ilişkimizin ağırlığı altında bir böcek gibi eziliverdim işte. ama bu da önemli değil… önemli olanlar başka şeylerdir.

“işte buydu!”
bir hafta önce hazırladım. bir dolu aşk şiiri okudum. gözlerimi kapadım ve o şairler kadar duygulu ve daha daha da önemlisi bu duyguları yansıtabilen biri gibi olmaya çalıştım. gözlerimi kapadım ve… evet bir şiir yazdım. dize başları alt alta geldiğinde öleceği tarih ortaya çıkıyor. ha ha ha… şakaydı bu… o hiç ölmeyecek… onu bana gömecekler bende yaşayacak. kalbimde değil bende… ay ay ay… hazırlık yaptım işte ne var! ha o zaman yazılmış ha sonra? ben yazdım ikisini de… hangi ikisi? önceki sonraki. aslı sahtesi. nasıl olmuş?

aylar sonrasının derdini şimdi yaşamanın bir anlamı yok. onu aylar sonradan bir saat önce düşünmek gerek. böylece carpe diem… miydi? hay allah neydi? öyle bir laf vardı. italyanca mı latince mi? şimdiyi yaşa, falan anlamına geliyordu. cart diye söyleyemiyorum işte… hemen kuşkulanıyorum… doğru mu söyledim yanlış mı söyledim diye. yetersiz bir donanımla yeterli bir donanıma sahip biriymiş gibi davranmaya çalışan insanlardan hiç hoşlanmam. anlamını ya da –fenası- kendisini bile bilmeden laf arasına sokuşturuverirler latince-matince, ben anlatayım artık sen de anla, işin ne, oku biraz yetiş bana, laflarını… doki be, senin latincen sadece kemikleşmiş sinir bir latince öyle değil mi? yardımcı olamazsın sen bana… dur yahu neden yardıma ihtiyacım olsun; benim bir derdim yok ki… yine kurcalamaya başladım. cin min gelir şimdi.. çarpar beni 250 volt… watt mıydı? al başına belayı…

aylar sonrasının derdini şimdi yaşamanın bir anlamı yok. onu aylar sonradan bir saat önce düşünmek gerek. yumurta göte dayanır dayanmaz oradayım. dünyanın hatırı sayılır tavuk ebelerinden biri olabilmek için eğitildim. yumurta tavuktan mı çıkıyor ben mi çıkarıyorum kırk yıllık horoz bile anlayamaz farkı. sıcacık yumurta güvenli ellerde merak edilecek bir şey yok. sorun halledildi işte. o soruyla karşılaşacağımı bilmem bile yeter. tanıştığımız gün ben bir şeyler yazıyormuşum… pöh yazıyordum yazmıyordum…

hem hatırlayacak mı bakalım?


“muhteşem bir hafızam vardır… gördüğüm yüzü asla unutmam… seni de bir yerlerde gördüğümden eminim? sanki bir eğlence yerinde? ama hangisinde acaba?”
“aslında ben genellikle…”
“ilginç bir yüz yapın var…”
“benim? aslında…”
“gergin misin?”
“hayır değilim…aslında ben..”
“bacağını sallayıp duruyorsun da…”

dur! boşlukları doldurmam gerekli. hay aksi! muhteşem bir hafıza… bende olmayan bir şey. ben unuturum. hem de pis unuturum. biri bişey anlatır bana örneğin bir anısını, unuturum. hemen değil tabii.. üç ay içinde kesin unuturum. bir yıl sonra o anlatılanı çağrıştıran bişey anlatırsa biri ya tamamen hatırlarım ya da –genellikle- parça parça hatırlarım… ama pis hatırlarım. sanki benim bir anımmış gibi anlatabilirim. kötü bir niyetim olduğundan değil. o anda anlatacak bir şey gerektiğinden… öyle donup kalmam bana biri bir şey söylediğinde. laf yetiştirmeyi severim. benim anlatacak bir dolu lafım var. unuttuğum laflar da var. unutmamak için hemen değerlendirmek gerekir. hafıza durumum böyle olmasına böyle de beni acaba nerede gördü? yanılıyor olamaz. yanılacak bir insan değil o. kesin görmüştür beni. hem de bir eğlence yerinde! olacak iş değil ama! belki de eğlence yeriyle bir süpermarketi falan kastediyordur? ya da bir sinema? çünkü pek gelemem ben kalabalığa. hele eğlenen kalabalığa. eskiden de gelemezdim şimdi hiç gelemem. bacağımda bu vahşi piçle hangi eğlence mekanı beni kabul eder ki?

“iyi akşamlar…”
“iyi akşamlar da…böyle içeri giremezsiniz.”
“nasıl?”
“damsız alamayız…”
“bacağımı sorun yapıyorsunuz…”
“geçmiş olsun…”
“güldün! bana acıma!”
“git işine kardeşim!”

kapı görevlilerinden hiç hoşlanmam zaten. anlayışsız ve dik kafalı olurlar. öyle de olmaları gerekir belki ama ben onlardan hiç hoşlanmam. insanların yüzlerine bakıp ne mal olduklarını anladıklarını zannederler. insan sarrafı olacaklar ya… aman aman! oysa benim ilginç bir yüz yapım var. bunun fark edilmesi gerekir. bir kapı görevlisi anlayamayabilir ama o anlıyor. sadece bakmıyor görüyor da. üstelik gördüklerini tartıyor. bacağımı sallayıp durduğumu görüyor. orospu çocuğu kediyi düşürmeye çalışıyorum paçamdan ne diye sallayıp durayım yoksa… bunu o da fark ediyor ama benden bahsetmek istediği için gergin misin diye soruyor… gergin miyim…hayır değilim hiç değilim, gerginlikle ilgim olamaz benim. kendini bilen bir insanım beagh…. benim gitmem lazım!

“ben kalkayım…tanıştığımıza memnun oldum”
“ben de memnun oldum… yine karşılaşırız umarım…”
“ehe..”

sikik kedi! az daha düşüyordum!

(...devamı burada)

hadi ol!

0 y o r u m


(…)
kilitlemişler; ama benim yanımda çakım var. valizin sağlam yüzeyini kestim ve çıktım; kansız salyasız bir doğum ama karanlık hala her taraf. kaza uzun bir tünelde olmuş anlaşılan. bir süredir hiçbir ses duymamıştım.
tüm vagonlar raydan çıkmış; raylar erimiş sanki? ray falan yok ki! valizler, eşyalar, cesetler… her şey vagonlardan fırlamış; ne yazık… karanlıkta ayağıma takılıp az daha beni yere serecek kız çocuğunun cesedini kenara çektim. tünelin neresi kenarı olacaksa artık; işte düzenli olma arzusu galiba?

sol elim zangır zangır; sağ elimle onu sıkıyorum, korkmuş olmam gerekiyor galiba?

tünel çok uzun, epey yürüdüm; bir ışık oyunu mu, tünelin sonu mu göründüğü sıralarda, ses duymaya başladım. çıkışa yaklaştıkça anladım ki biri saçmalıyor; galiba çelloyla. ona bir sürpriz yapmak isterdim ama yanımda mızıkam yok!

tünelin hemen çıkışında bir sandalyeye oturmuş, beyaz gömlekli, siyah parlağımsı pantolonlu, düz sarı saçları alnına düşen bir adam bu çello çalan. uzun sesli bir şey çalıyor; galiba?

"bu gün hep burada mıydınız?"
"
..."
"keşke yanınızda, şöyle duyulur duyulmaz hafiflikte arpejler sıralayan bir gitarist olsaydı… çünkü siz, sanki, bir şeyleri tamamlar gibi çalıyorsunuz ve işte, tamamladığınız şeyi ben duyamıyorum…"
"..."
"bir kız çocuğu ölmüş… yani daha başkaları da ölmüş ama sadece o kız ayağıma takıldı…"
"..."

tünelin girişinde onu yalnız başına bırakmaya karar verdim; dırlanmayalım daha fazla karşılıklı…

yürüdükçe, ayağımı kaydırmasından korktuğum çimenlerin seyrekleştiğini ve git gide yerini saçma sapan bir beton yüzeye bıraktığını fark ettim. eh, ağaçların yerini gökyüzü alıyordu ve binaların son katları, ortaları… hep on üçüncü katlar sanki! ilk on iki katı nerede bu binaların, tabii ki aşağıda! on beş yirmi adım sonra bir binanın terasında gezindiğimi anladım. belime kadar gelen korkuluğun dibinde bir şey dikkatimi çekti. yaklaştım ve dürbünlü tüfeği inceledim. hayatımda ilk defa böyle bir şeye, bu kadar yakındım… daha önce ölü bir kız çocuğu, devrilmiş vagonlar ve valizler, vızıldayan bir müzisyen?

tüfeğe dokundum, soğuktu. ele geçirmem kısa sürdü; dürbünüyle uçuşan birkaç kuşa nişan almaya çalıştım ama hep kaçıyorlardı. uçup durmasalar! aşağıyı fark etmem kısa sürdü. bir sürü şey vardı aşağıda. insanlar, araçlar, bir şeyler…

arabaların aynalarından kendi yansımamı görmeye falan çalıştım. çöp kutuları, trafik işaretleri, dükkanların vitrinleri… hepsine baktım ve nihayet birine bakacak kadar olgunlaştım. otobüs durağında dalmış gitmiş bir teyze… ona ateş ettiğimi hayal ettim. kafasına, göğsüne ya da diz kapağına? öyle bir şeyi asla yapamayacağımı düşündüm; böyle nişan almak tamam ama, ateş etmek… hayır bu bana uygun değil.

ama gözümü dürbünden, parmağımı tetikten uzaklaştıramıyordum. başka bir şeye bakmak istedim ama kımıldayamadım.
otobüsün gelmesini mi bekliyordum?
hani benim sol elim titriyordu? demek ki beni ben yapan bir şey değilmiş; öyle, geçici bir durummuş.
otobüs gelmedi; kadın kalkmadı. bunu tanrı da istiyor olmalı diye kendimi kandırmaya başlamıştım bile ve hayatım boyunca hiçbir şeyi bu kadar çok istememiştim: tetiği çekmek üzereydim!
bir otobüsün yaklaştığını sandım ve tetiği çektim; kocaman bir çatırdama oldu; oysa bir patlama bekliyordum. silahı atmak istedim ellerimden ama silah falan yoktu zaten; yaşlı kadın önümde durmuş otobüse biniyordu.
ayağa fırladım; yanımda oturan adam "hey!" dedi, galiba ani kalkışımdan irkildiği için.
otobüs hareket etti ve binaların tepelerine baktım deli deli. beni izliyor muydu? kim izliyordu? otobüse binmediğim için çok pişman oldum ve adamın yanına oturdum. çok korkuyordum ama bir sonraki otobüsü beklemekten başka yapacak bir şey yoktu.

"biri dürbünlü tüfeğiyle bana nişan almış durumda…"
"…"
"bu beni delirtebilir… kimi olsa delirtir!"
"…"
"bunu anlamanızı beklemiyorum, sadece, ben öldükten sonra gelenlere, öldürüleceğimi bildiğimden bahsedebilirsiniz, en azından…"
"hey!"
"buradan sık geçer mi otobüsler?"
"…”
"nereye gideceği önemli değil, nereden geldiği de…"
"…"

şapkasını kucağıma koyup yanımdan uzaklaşan adamın ardından baktım. bana neden şapkasını hediye ettiğini biliyordum. şapkayı başıma geçirdim ve rahatladım, artık beni kimse vuramazdı çünkü ben değişmiştim. bir sigara yaktım ve salınan, dalgalanan binaları izledim. birkaç saniye önce kımıldanmaya başlamışlardı ve içim daha da rahatlamıştı; böylesi binalardan nişan almak çok zor olsa gerek…
oysa beni kimsenin öldürmek istediği falan yoktu, kimse bana nişan almamıştı. geçen arabalar bana bunu anlatmak istiyordu, eh ben de anlıyordum geçişlerinden. beni kimsenin öldürmek istemediğini hatta bana kimsenin nişan almadığını bilmek çok üzdü beni. ağlamaya başladım. insanlar bana bakıp merak içinde kıvranmaya başladılar. onları bu halde görmek beni utandırdı ama gözyaşlarımı durduramıyordum. bir kadın geldi, önümde diz çöktü. ellerimi avuçladı.

"…?"
"kendimi iyi hissetmiyorum… sadece… burada…"
"…"
"siz…özür dilerim ama…güzel misiniz?"
"…"
"sanırım güzel olmalısınız…"
"…?"
"duyduğum bu müzik… siz de duyuyor musunuz? acaba bütün şehir duyuyor mu? sevilebilecek, yumuşacık bir gitar arpeji bu… siz geldiğiniz an başladı…"
"…"
"siz çok güzel olmalısınız."
"…"
"insanların ben ağlıyorum diye kıvranmaya başlaması ve sonra, bu müziğin çalması, boşuna olmamalı… belki beni kimse öldürmek istemiyor hatta bana hiç kimse nişan bile almamış olabilir ama bütün bunlar boşuna değildir… siz gerçekten de çok güzel olmalısınız"
"…"

bana gülümsedi ve ben de ona gülümsemeye hazırlanırken bir çatırtıyla irkildim; ben irkilirken onun başı şehrin görüntüsüne saplandı. ayağa fırladım; donan bedeni, önünden arabalar geçen binaların göründüğü bir fotoğrafa yarı yarıya gömülmüştü. iki devasa, korkunç, bire bir ölçekli fotoğraf arasında kalmıştık. daha doğrusu ben kalmıştım; çünkü onun yarısı fotoğrafa gömülüydü. bir kurşunla başının arkası patlamış, kalmıştı. fotoğraftaki kana dokundum; o da fotoğrafın bir parçasıydı. ama fotoğraftan çıkan yüzü…
beni değil onu öldürmek isteyen biri, bana değil ona nişan alan biri…

"siz çok güzeldiniz!"
"…"

öldü.
kollarından tutup çektim. olanca gücümle çektim ve söküp aldım onu fotoğraftan. sırt üstü yatırdım fotoğraf duvarlı koridorda. parmaklarımın ucuyla gözlerini kapadım ve onu çıkarmamla boşalan yerden fotoğrafa girdim.

yolun karşısındaki durakta bir kadın ağlıyordu. herkes durmuş ona bakıyor, merak içinde kıvranıyorlardı. kadına yaklaştım, önünde diz çöktüm ve ellerini avuçladım.

"neden ağlıyorsun? ne üzdü seni?"
" …"
"bak yalnız değilsin."
"…?"
"bilmiyorum."
"…"
"hiçbir şey bilmiyorum… sen bana öğretir misin?"
"…"
"evet."
"…"
"bilmem."
"…"
"belki de?"

ona gülümsedim ve bir çatırdı daha oldu. sanki biri sırtımdan itiverdi!
kadına, durağa ve her şeye düşüverdim. su damlaları gibi sıçradılar sağa sola ve batmaya başladım. kendimi tamamen sıkışmış hissediyordum ve çok karanlıktı. bir şeylerle beraber hareket ettiğimi hissediyordum ama bir fikir yürütecek halde değildim.
sarsıldım ve düştüm; içinde bulunduğum şey sürüklendi; durdu. bir süre nefesimi tutup bekledim ama sonra dayanamadım; içinde sıkışıp kaldığım valizden çıkmaya karar verdim.
(…)

Haftalık Hikaye: Büyük Patlama Bölüm III

0 y o r u m
1.bölüm burada
2.bölüm burada

III. Bölüm

Nazbrazyaz evine vardığında karanlık çökmüştür. Nazort’la eşzamanlı şekilde o da kapısında bir şey bulur ama bu bir zarf değildir. Daha çok bir piknik tüpüne benzemektedir. Üstelik bu piknik tüpü sırıtabiliyordur da. Nazbrazyaz temkinli yaklaşır, yerden bir sopa alır ve sırıtan piknik tüpünü dürter. (Bu sırada masalın yazarı kafasını pencere tarafına çevirir ve dışarıdaki tatlı kar yağışına bakar. Kendini iyi hisseder. Sevdiği kızı düşünür. Zaten masal boyunca da onu düşünmüştür. Zaten masalı ona olan özlemini gidermek için ve hayatında gördüğü en güzel dudakları güldürebilmek için yazmaktadır. İyi çocuktur bu yazar. Bence onu sevelim, koruyalım, gözetelim ve o harika dudaklarla öpelim. Oh evet!)
“Şşş! Serin gel yavrum!” diye konuşur da bu pervasız tüp. Nazbrazyaz bu sesi tanır ama piknik tüpünden geldiği için anlamlandıramaz.
“eee! Tanışıyor muyuz?” diye sorar.
“Evet şekerim tanışıyoruz ancak bir takım beklenmedik olaylardan dolayı şeklim değişti. Nazbrazyaz, Motör Botom’um ben, senin eski dostun, tanımadın mı?” Şekil değişmiş olabilir ama bu genç dünyada hiç kimse Motör gibi cırtlak ve unutulmaz bir sese sahip olamayacağı için Nazbrazyaz sesi ve kafasındaki görüntüyü birbirine oturtmayı başarır. Şaşırmıştır doğal olarak. Bu çok sevdiği eski dostunun nasıl bu hale geldiğine inanamaz. Ağlasa mı gülse mi, bulamaz.
“Aman tanrım Motör! Neler oldu sana böyle?” diyerek çın çın ünler.
“Sakin ol, beni içeri al da anlatacaklarımı dinle, hala biraz gazım var, yeni halim komik olabilir ama kahve yapabilirsin benle.”
“Aman tanrım Motör! Neler oldu sana böyle?” diyerek yeniden ünler Nazbrazyaz zira bir günde hem aşık olup hem de en eski arkadaşının piknik tüpüne dönüşmüş olmasını kaldıramayarak.
“Sikicem ama içeri alsana beni kız!”
“Aman tanrım Motör! Neler oldu sana böyle?” diyerek girdiği şoktan çıkamadağını belirtir Nazbrazyaz.
“Kızım içeri girelim anlatacağım yahu, ALSANA İÇERİİİİİİİ!!!!”
“Aman tanrım Motör! Neler oldu sana böyle?” diyerek zeka seviyesini iyice göstermeye başlar güzeller güzeli TDK çalışanı Prezeşta. Bu noktada bir piknik tüpünün kendi kendini yerden kaldırıp genç ve güzel bir kızın kafasına vurup ,soktumun salağı diye mırıldanarak bayılttığı kızı eve sürüklemesine şahit oluruz. İyi izlemek lazım çünkü bu peltek bir dinazordan daha ilginç bir durumdur bence(yani masalı yazan yazarca demek istedim.)
Nazbrazyaz’ın ayılması çok sürmez. Uzandığı kanepenin hemen karşısında tepesinde kahve pişiren eski dostunu görür.
“Aman tanrım Mo…” demeye kalmadan çevredeki yarasa ve köpekleri de kapsayan iğrenç ve irite edici bir çığlıkla kendine getirir Nazbrazyaz’ı Motör hanım. Çığlığın sebep olduğu geçici sağırlıktan çıktıktan ve kahvesini yarıladıktan sonra anlatmaya başlar Motör.
“Şekerim, biliyorsun insan türünün erkek cinsi üzerinde bazı araştırmalar yapıyorum. Çok güzel bir tez olmaya başlamıştı ki başıma bu olay geldi. En son uğraştığım cinsinin incesi bir oğlanla, ispanyol’du bu arada galiba, tam istediğim ebatta bir iletişime giriyordum ki oğlan sandığım o yaratık ebatını ve şeklini değiştirip bir cadıya dönüştü ve hemen giyinmemi istedi benden. Ne yalan söyleyeyim hiç te kaba falan değildi. Hani bütün o söylentilerden sonra onların kaba, siğilli ve de cırtlak şeyler olmasını beklersin ya, değillermiş işte. Neyse, erkekler ve ebatlar üzerine yaptığım çalışmaları duymuş ve benden asla reddedilemeyeck bir ebat modeli yapmamı istemek üzere bana gelmiş. Dedim olmaz! Çalışma tamamlanmadan böyle bir şey olamaz. Akademik olarak olmaz bir kere dediysem de dinletemedim. Tutturdu illa ki yapacaksın. Yaparsın yapmam derken eeeeeeh! Deyip beni bu hale getirdi ve tutsağı olarak evine götürdü.
“Aman tanrım Mot…!” diye yeniden kendini tekrar edecekken daha edepli bir cırlamayla yeniden susturdu Nazbrazyaz’ı Motör Botom.
“Kızım bi dinle yaaa!” diyerek sözüne devam etti. “Şu salak buzlu çağ boyunca beni evinde tuttu orospu. Geleni gideni de az değilmiş hani, çoğu da araştırmam da kullandığım arkadaşlardı. Kapısını bile kapatmıyor bir de, inan çok uyku problemi çektim şekerim. Neyse gel zaman git zaman beni unuttu bu salak. Bir gün bir misafiri geldi yine. Donuk bakışlı, Hıh hıh tıs hıh hıh! Gibi sesler çıkarıyordu bu gelen. Ben de hiç adetim değil ama kulak misafiri oldum işte. Özellikle de senin adın geçince.”
“Aman…”, “Cieeeeek!” bu kısmı anlamışsınızdır sanıyorum.
“Bu tıslayan adam cadıyı baya baya sıkıştırıyordu. Ondan istediği şey benden istenen ebat modeliydi. Cadıysa beni işaret ederek olumsuz bir şeyler söylüyordu. Son olarak Nazort’a büyüyü yapabilmek ve seninle evlenebilmek için bu modelin şart olduğunu söyledi ve cadının eline verdi. Bu sırada ben de hareket edebildiğimi fark ettim. Daha önce görmediğim ve anladığım kadarıyla yüksek bir konsantrasyon gerektiren bir pozisyona girdiler. Ancak hımbılın performansı biraz kısa sürdü. 1 dakika 41 saniye sonra işlerini bitirmişler bana bakıyorlardı. Pek dostça diyemeyeciğimiz bir bakıştı. Sonra cadı bana seslendi. Yavrucum istesen de istemesen de yapacaksın o modeli yoksa seni sonsuza kadar bir erkeğe çeviririm, yanındaki hımbıl da hıh hıh tıs, dedi. Yapmak zorundaydım prensesim yoksa araştırmamı asla bitiremezdim. Umarım anlıyorsundur. Ve hemen yaptım istediklerini. Zevk hırıltılarını duymalıydın cadının. Sanırım oldukça başarılı bir model yapmışım korkudan çünkü cadı hemen hımbılın eline verdi. Üstelik eline verdiği benim yaptığım model değildi. Iyh! Bu kısımları geçmek istiyorum. Bu sefer bir öncekinden daha beter bir pozisyona girdiler ve inan bana cadının performansı çok daha iyiydi. Ben de bunu fırsat bilip kaçtım ve direk sana geldim Nazbrazyaz’cığım. Anlayacağın dışarıda senin için hazırlanmış bir kumpas ve bir de reddi çok zor bir ebat var. Acilen bir şeyler yapmalıyız.”
“Aman tan…!” demeye kalmadan evin girişinde vuku bulan kendine kaldırma ve Nazbrazyaz’ın kafasına inme işlemini tekrarladı Motör.

(devam edecek...)
yazarımız kaset yapmaya gitti; büyük patlama isimli eseri tam olarak burada

ak sakalını kesmiş ve kilo almış

0 y o r u m

odaya girdim; adam çırılçıplak koltukta oturuyor; konuşacağım adam; hayır benimle konuşmak isteyen adam. eskiden fotoğrafçıların dandik stüdyolarında gördüğüm, heybetli bir hasır koltuğa oturmuş. ne saçma bir mizansen; iki çıplak kadın ve klişe işte; biri sarışın. işlerini oldukça sakin yapıyorlar; ihtirassız, sanki küçük köpeğin kemiğiyle oynaması gibi; emiyorlar, yalıyorlar, dişliyorlar… artık her neyse. hepsi çok sakin; yani bir zevk-şevk-şehvet yok; seks falan kokmuyor; öylesine bi’şey; belki tespih çekmek gibi bir şey?
beni buraya getiren adamlar da alışkınlar sanırım. olan bitene; göte göbeğe?
ben alışık değilim; ama alışırım; sadece ikinci kez görmem yeterli…
“sensin?” diyor; galiba biraz hayal kırıklığına uğradı; demek sensin?
“aslında ben…” diyemiyorum;
“o; istediğin kişi” diyor, adamı. sanki arkadaşı gibi… biraz da bıkkın; kim bilir benden kaç tane getirdiler daha önce?
ben ekleyecek bir söz bulamıyorum; esmer kadının ayak parmaklarını kımıldatmasına takılıyor gözüm; ama sanki ayak parmaklarını kımıldatmasına gözümün takıldığı zannedilsin istiyorum. kimsenin umurunda değil küçük detaylar.
“kusura bakma” diyor.
bakıyorum… yüzüne…
“bi’ soru soracağım sana”
bakmaya devam ediyorum.
“sonra unuturuz birbirimizi…”
madem unutacaktık neden bu tiyatro? bunu söylemeye cesaretim yok.
“bu haftaki loto rakamlarını söyleyebilecek misin?” diye soruyor.
“takip etmiyorum; bilmiyorum” diyorum.
“hayır, sonuçları değil; sonuçlanmamış olanları?”
“yok. hayır bilmiyorum elbette” diyorum. kendimi bu ortama ait hissetmiyorum. yoksa dan diye söylerdim; hem de doğru rakamları…
“hadi canım!” diyor. inanmadı bana. koltuğunda kaykılıyor; kızlar huzursuz oluyorlar; bir saniye bile boş kalmak istemiyorlar.
“e hani sendin?” diyor.
beni getiren adama bakıyorum; o cevap verecek sanırım.
“sen bunu istedin” diyor adam; pantolon üstünden götünü kaşıyarak.
“bi bok bilmiyor ama bu?”
“ben anlamam; istediğin bu”
kendimi vazo gibi hadi biraz insaflı olayım; köpek gibi hissediyorum. yere düşmek ya da işte havlamak ve tekrar kişilik kazanmak istiyorum herhalde:
“birkaç numara söyleyebilirim. ama garantisi yok” diyorum.
“o zaman bana birkaç iskambil numarası söyle” diyor.
esmerin kımıldayan ayak parmaklarına bakıyorum.
“pekala; götürün bunu” diyor.
götürüyorlar; beni çekip aldıkları bara doğru yola çıkıyoruz.
“büyük fırsat kaçırdın” diyor arabayı kullanmayan.
“siktir et ama” diyor arabayı kullanan.
arka koltukta yolculuğun bitmesini bekliyorum.

Seslerin belasına garkolan müzikçi gençler!

0 y o r u m
Seslerin belasına garkolan müzikçi gençler!

Müzik yapmak çok güzel bir şeydir. Herkes müzik yapabilir. Belki de siz bir Mozart’sınız. Kimbilir? Ben mi bilicem, sen bilicen. Git bil ulan ne olduğunu dürzü!!! Ah! Pardon, dalmışım. Müzik ne güzel di mi? Evet, belki de siz dünyaya barışı getirecek, nesli tükenmekte olan Afrika eşek maymununun düzüşme motivasyonunu artıracak ve çocuk taklidi yapan embesil kızların intihar etmesini sağlayacak müziği besteleyeceksiniz. Kimbilir, sen bil dedim!!!
Müzisyenlik yolunda yolcu olmak topluluk içinde sessizce bırtlamaya benzer. Öncelikle sessiz çıkardığınız için kendinizi kutlarsınız. Sonra “İçimde kanser olacağına götümde konser olsun.” Lafzını hatırlayıp (Tabi eğer bu lafı biliyorsanız, artık biliyonuz) kıkırdarsınız. Sonra derin bir şüphe içinizi kemirmeye başlar. O malum, acaip heyecanlı adrenalin fırtınası…kokacak mı? Aboooooooow!!! Heyecanlı bir bekleyiş ve evet, ooooy yeeeaaaaa kokarsa heyecan 2 kat artacak. En güçlü oyunculuğunuzla götünüzden habersizmiş gibi davranmak, kim osurdu lan? Der gibi bakınmak, bunlar hep heyecanlı şeyler. Hayat ne güzel di mi? Hey gidi günler…
Belki müziklerinizi bu günlerde kimse dinlemiyor olabilir ama paniğe kapılmayın. Müzik yapın. Müziğinizle içinizdeki tarlayı sürün, sonra budayın. Büyük ihtimalle yaptığınız müziği kimse dinlemeyecek. Siz ölünce de yaptığınız müziği kaydettiğiniz harddisci piçin teki silecek. Olsun, unutmayın Oğuz Atay’da Tutunamayanlar’ı yazarken Tutunamayanlar’ı yazıyordu, nabbbeeeerrrr!!!

YAPMANIZ GEREKENLER
İyi bir kütüphane kurun, bolca okuyun. Unutmayın ki yaptığınız müziği asla ve hiçbir zaman kimse dinlemeyecek. Siz bilirsiniz, gene de yapın, bana ne, peh!
Bir çalgı çalmayı öğrenin. Müzik yapmak için iyi bir fikir olabilir. Sezen Aksu’ya bakın mesela, karı hiçbir çalgıyı çalmasını bilmiyor. Teybe kaydediyor, işi bitiriyor. Bu internet denen şey halka açık olmasaydı ne yazacağımı ben bilirdim.
Olabildiğince garip giyinin ve davranın. Müziğiniz nasılsa bi boka yaramayacak bari değişik bi tip gibi görünerek sevgili falan yaparsınız kendinize.
Gerçi sevgili yapmak ta ayrı dert. Neden mi? Soruyo musun cidden? Eğer soruyorsan ya müzik yapmamışsın ya da sevgilin olmamış demektir. Şimdi bu sevgili denen şey, ilgi ister, zaman ister, kapris yapar orospu. Ulan senle mi ilgileneyim, müzik mi yapayım gerizekalı? Karışık bir konu vesselâm…
Bir ilk bahar sabahı, güneşle uyandın mı hiç?
Naber?
Şşş! Bana bak!
Alooooo!!!


(Kendi hasta dimağımdan, bizzat kendime danışarak olduğu gibi aktardım. Var mı bi problem? Her kim olursa olsun, ne kadar doğru söylerse söylesin, çok ayrıntılı, şunu yap, bunu yapma durumları bende bit yapıyor. Kaşınıyorum. Hikayede adı geçmeyen kişi ve kuruluşlar gerçek hayatta karşınıza çıkabilir. Siz akıllı olun, benim gibi itlik yapmayın)

haftalık hikaye: büyük patlama bölüm II

0 y o r u m
(1. bölüm burada)

II. Bölüm

Işıltılı, pırıltılı ve güneşli bir günde Nazbrazyaz ile Nazort, çeşitli fikir teatilerinde bulunmak üzere buluşmak için sözleşirler. Konuşacakları konular daha çok büyük patlama terminolojisi ve biraz da hava - sudur. Buluşacakları yer, şehrin hemen yanından kıvrılmadan dümdüz hani derler ya, odun gibi akan Yandan Çarpar nehrinin yanındaki dut ağacının altıdır. Fakat bu sırada gezegen buzul çağına girmeye karar verdiğinden yaklaşık 20.000 yıl görüşemezler çünkü güneş bir türlü açmamış, ışıltılı ve pırıltılı gün gelmemiş, kelebekler daha çok kurtçuk formunu benimsemiş falan filan. Ve bu sabırlı gezegen (Oysa Nazort hiç sabırlı değildir ve her sabah, geçti mi kodumun buzlu çağı? diye uyanır uyanmaz penceresinden havaya bakmayı adet etmiştir. Daha sonra meteoroloji biliminin de ilk adımlarını atmış olduğunu umursamazca fark etmiştir.) en sonunda “Yeter gayrı ısınam artık” diyerekten atmosferini kaplayan devasa bulut kümelerine haber edip onları daha efendi olmaya ikna etmiştir. Efendim gezegen de hiç konuşurmuymuş demeyin, büyük patladığına inanıyonuz da buna mı inanmıyonuz. Hayretsiniz bir şey!
Uyanır uyanmaz perdelerini aralayıp gökyüzüne bakan Nazort gözlerini kırpıştırır ve gülümser. Güneş te ona gülümser. Böyle bir süre salak salak birbirlerine bakarlar. Sonra Nazort geçici körlüğüyle birlikte sıkı bir kahvaltı yapar. Güzel bir kıyafet seçer, saçını başını tarar, evden çıkar. Yandan Çarpar Nehri çok uzak değildir evine. Sakin bir yürüyüşle yarım saat kadar sürer yol. Yol boyunca uçuşan kelebeklere, çiçeklere ve çekinerek yanından geçtiği dinazorlara bakar. Yazık der, yok olacaklar. Bir tanesi – pek te iri bir tanesi – ne biliyon olum? Der. Nazort hafif bir sarsıntı yaşar.
“Siz…eee…konuşabiliyor muydunuz?” der.
“Biz…eee…konufabiliyov muyuz?” diye bir cevap alır dinazordan. Dalga mı geçiyor yoksa hafif peltek mi diye sorar kendi kendine. Fazla da üstüne gitmemek lazım diye düşünür. Yoluna devam eder. Ne de olsa Nazbrazyaz Hanımefendi’yle buluşacaktır. Bu güzel hanımla buluşamadan peltek bir dinazor tarafından yenmek hiç te hoş olmaz diye düşünür.
Neredeyse varmıştır. Nehrin buzları çözülmeye başlamıştır. Güneşin ışıklarını pırıl pırıl pırlatmaktadır genç Yandan Çarpar. Aynı Japon çizgi filmlerin jeneriğindeki pırıltılar gibi diye düşünür Nazort. Sonra Japonlar ne zaman olacaklar acaba diye de düşünür. Düşünür de düşünür.
Dut ağacını ve altında eteklerini toplamış oturan güzelliği görür Nazort. Bu sefer gözlerine bakacağım en çok diye söz verir kendine. Merhabalaşırlar, öpüşürler, Nazort oturur. Nazbrazyaz gülümser. Nehir pırıldar. Kelebek uçar. Nazbrazyaz bırtlar. Nazort sesi anlamlandıramaz. Gayet sıradan bir pırttır bu. Kendisine ait değildir. Nazbrazyaz ise osuramayacak kadar hoş bir popoya sahiptir. Üstelik saniyeler içinde etrafı kesif bir bok kokusu kaplar. Dikkatinizi çekerim açık havadalar!
“Ben osurdum.” Diye söze başlar Prezeşta.
“He he!” diye gevrer Nazort. “Aslında daha çok bir bırtlamaydı bence.” Der ortamı yumuşatmak için.
“Yok aslında daha çok osuruktu. Ama açık havada bu kadar etkili olacağını beklemiyordum. Dağılır gider sandım hemen ama maşallah çöktü gitmiyor.” Der ve gülmeye başlar. Nazort da gülmeye başlar. Önce temkinli sonra gok gok gok diye bırakır kendini.
Ve böylece saatlerce sohbet ederler. Kahve içerler, farkında olmadan birbirlerinin gözlerine bakarlar susarak ve ruhlarının sevişmelerine şaşırarak. Aşık olurlar. Fakat öpüşmezler mesela. Çünkü daha öpüşme icad edilmemiştir. Üstelik bu Çinlilerin de başarabileceği bir şey değildir. Nazort bir şeylerin eksik olduğunu hisseder. Islak, salya alış verişi olan, doğru kişiyle yapılınca dünyanın sonunu getiren ve ruhların birbirine dokunmasını kolaylaştıran bir şey. Ama ne? En sonunda dayanamaz ve Nazbrazyazın üzerine sümkürür. Budur belki doğrusu diye düşünür. Nazbrazyaz’ın verdiği tepki de takdire şayandır. Nazort’un sümkürmesi sırasında elini koltuk altına sokar ve “Gort gort gort!” diye sesler çıkarır. Bu eylemler tam da Nazort’un kafasındaki duygu değildir ama o duygudan çok ta uzak değildir. Şimdilik böyle idare edeceğiz sanırım, diye düşünür ve sümkürme – gortlama eylemini tekrarlarlar.
Böyle güzel bir günün akşamında, güneş yeni yeni batarken evinin yolunu tutar Nazort. İçi gıdıklanıyor, yüzündeki tebessüm kalıcı görünüyor. Hatta gelirken gördüğü peltek dinazorla yeniden karşılaşması bile ürkütmez o’nu.
“Ne sırıtıyon olum?” der dinazor. Dalga geçiyormuş diye düşünür Nazort, peltek değilmiş eşşoleşek.
Evinin kapısına vardığında bir zarf bulur eşikte. Açar, okur.
“Yarın öğleden sonra üniversitede beni bul. Önemli bir konu var. Süt de getir, kahve içeriz. İMZA: TEK ÜNV. REKTÖRÜ
Dombal DONALIUS”
Dombal, Nazort’un iyi arkadaşı ve imzada da belirtildiği gibi üniversitenin rektörüdür. Konu önemli olsa gerek diye düşünür. Merak eder. Nasılsa yarın öğrenirim deyip bir kahve hazırlar kendine. Uyumak üzere yatağa girer ve keyiften bir süre uyuyamaz. Nihayet uykuya daldığında rüyasında koltuk altını zortlatan bir dinazor, peltek bir nazbrazyaz ve kendisini vals yaparken görür. Vals nedir acaba diye düşünür ve uçar.

(3. bölüm burada)