Bir Korku Hikayesi

0 y o r u m
İşyerindeyim, etraf kalabalık. İki kadın dolanıyor sürekli. Herkese soru soruyorlar. Bir tanesi beni mutfakta yakalayıp “Sizce bu kadar masa ve tabağı ne yapıyorlar burada?” diye soruyor. Çok kuşkucu ve alay eder bir ifade var bakışlarında. Ben de sinirleniyorum biraz. “Ne yapacaklar, kaç kişi çalışıyor burada biliyor musunuz? Her öğlen tüm masalar doluyor” diye terslenerek cevap veriyorum. “Peki, bunun için ne diyeceksiniz?” diyerek bana kocaman, kartpostal kâğıdına basılmış bir fotoğraf uzatıyor. Fotoğraf gece çekilmiş, şirketin mutfağında. Masalar dolmuş ve kadının özellikle sorguladığı o bembeyaz tabaklar da önlerinde. Ama herkesin önünde içkiler var ve ortam gayet loş görünüyor. Herkes sanki eğlenmeye ve içmeye dışarı çıkmış gibi bir hal içerisinde. Kadehler tokuşturuluyor yüzlerinde biraz vahşice bir gülüşle. Anlam veremiyorum ama şirketi savunmaya devam ediyorum. Omuz silkip “Tam da az önce size açıkladığım durum, ne var?” diyorum. Ama içimi derin bir huzursuzluk kaplıyor anında.
O sırada iki polisin de orada olduğunu ve müdürle görüştüklerini anlıyorum. Ne konuşuyorlar acaba diye düşünürken arkadaşımın bana seslendiğini duyuyor ve o tarafa doğru gidiyorum. “Hadi artık çıksana, geç oldu, evine git dinlen biraz” diyor. Ben de hiç itiraz etmeden toparlanıp kapıya doğru yürüyorum. Ve işte tam o sırada, o dehşet çığlığı duyuyorum. Yerin altından geliyor. Acı içinde bağıran bir kadın. Yardım ister gibi.. “Neler oluyor, kim bağırıyor?” diye panik olup koşturmaya başlıyorum. Az önce bana seslenen arkadaşım “Canım sen çık, bir şey yok. Sana öyle geldi” diyor ve o sırada yanında bulunan müşterisine de “Arkadaşımızın kusuruna bakmayın, biraz heyecanlı bir insandır” diyor oldukça sakin ve sevimli bir ifadeyle. Yanlış duymuş olabileceğime karar veriyorum. Gerginliğim artıyor, sadece evime gitmek istiyorum bir an önce. Bir yandan da montumu nereye astığımı hatırlamaya çalışıyorum. Bir kapının arkasına astığımı hatırlayıp o kapıya doğru yöneliyorum. Kapıyı hafifçe açıyorum ve o sırada içeriden birisinin ağlayarak seslenmeye çalıştığını anlıyorum. Sanki ağzı bantlanmış ve ancak homurtulu sesler çıkarabiliyor. Kafamı kapıdan içeri doğru sokuyorum ve bir yandan duvarda asılı olan montumu almaya çalışıyorum. Elim bir türlü yetişmiyor. Kalbim sonsuz hızla çarpmaya başlıyor çünkü az önce duyduğum ses kesinlikle oradan geliyor. İçerisi karanlık olduğu için pek bir şey göremiyorum ama oranın bir oda değil aşağı doğru inen bir mağara olduğunu anlıyorum. Tam montumu yakalamışken kafamı sağa doğru çeviriyorum ve orada mağaranın aşağı kısmında tüm vücudu naylona sarılmış, bantlanmış ve bağlanmış bir kız görüyorum, yüzü bile görünmüyor. Yere oturtulmuş bir halde, sadece elleri dışarıda kalmış ve sürekli bana doğru el sallayıp sesler çıkarıyor, yardım istiyor. Doğru dürüst nefes alamadığını fark ediyorum. Hemen yanında başka biri daha olduğunu anlıyorum, o da bir kadın ve aynı şekilde bağlanmış ve sarılmış. Ancak o daha az hareket ediyor, sanki artık gücü kalmamış gibi. Ben bu dehşet tablosuna kalbim durmuş bir şekilde bakakalmışken ve çığlıklar kulaklarımı patlatıyorken ikisinin arasında yerde yatan sarılı cesedi görüyorum.
Şu an evimin salonundayım. Olmak istediğim yerde. Şoku henüz atlatamadım. Sabahın beşi ve yarın yine işe gideceğim. Ancak o görüntü bir türlü silinmiyor hafızamdan ve ben hava aydınlanan kadar uyuyabileceğimi zannetmiyorum.
Kâbuslar hepimizden uzak dursun…

Marvinler Ölmesin

1 y o r u m
Tam iki buçuk senedir balık besliyorum. Aslında daha önce de besledim, bu ilk olmuyor. Ama ilk defa bir beta besliyorum. Daha önce hep tonton yuvarlak tipli turuncu Japon balıkları beslemiştim. Her defasında da isimlerini aynı koydum, Marvin! (bknz. Her Otosptopçunun Galaksi Rehberi - sevgili depresif robot için de ayrıca bir şeyler yazmak gerek sanırım, belki daha sonra)

Ancak nedense bugüne kadar, internet denen muhteşem icat her gün elimin altında olmasına ve hayatımda ciddi bir yer edinmiş olmasına rağmen (gerçi hergün aynı şeyleri yapıyorum, nedir bu tutku henüz çözemedim) geçen güne kadar oturup da Google’a sormadım “Hey Google! Bu balıklara nasıl bakmak gerekir, su sıcaklığı ne olmalı, dezenfekte etmeli mi suyunu, ne yer ne içerler?” vesaire… (Balıklar susuyor mu acaba? Geçen sene arkadaşımla Hisar’da balıkçıları izlerken aklımıza gelmişti. Bunu da henüz sormadım Google’a. Her şeyi bir anda öğrenmenin alemi yok.) Öğrendiklerime bakılırsa gayet hayati önem taşıyan bilgilere ulaştım ve belki aynı benim gibi bir gün bir beta alırsınız veya size hediye edilirse diye (benimki hediye gelmişti) bu hayati noktaları paylaşayım dedim. Başlıyoruz, bir ki..

Beta Balıklarının Bakımı için Altın Öğütler (Daha Doğrusu Asla Yapılmaması Gerekenler)
1 - Balığınızı fanusta veya annenizden kalma büyük peynir kavanozlarında beslemek (Kesinlikle en az 30 cm genişliğinde ve 30 cm yüksekliğinde bir akvaryumda beslenmeli)
2 - Suyuna kışın üşümesin diye sıcak suyu, yazın terlemesin diye soğuk su katmak (23 dereceyi tutturmak gerekiyormuş, her ısıda yaşamıyor)
3 - Yemi bitince yenisini almaya üşenip ekmek yemeye alıştırmak
4 - Suyunu değiştirirken balığı elinizle kavramaya çalışmak (bu tüm balıklar için geçerli sanırım, ama betalar iyice ufalıyor sanki tutulamaz duruma geliyorlar)
5 - Canı sıkılmasın diye yanına arkadaş almak (Pek arkadaş canlısı olduğu söylenemez, saldırgan veya asabi balık olarak geçiyor genelde)
6 - O da sevişsin hakkı var yazık deyip dişisini yanına koymak (Parçalar valla benden söylemesi)
7 - Fanusun önünde ayna unutmak (Sinir, stresten ölebilir balık, en büyük düşmanı kendi cinsi çünkü)

Yanına başka bir balık koymak dışında yukarı saydıklarımın hepsini ben yaptım. Hala da yapıyorum, ama ekmeği kestim. Ortalama 4 sene yaşıyorlarmış. Bakalım Marvin kaç yaşına kadar dayanacak. Ama ben onu bir kez olsun milli olmadan diğer dünyaya göndermek istemiyorum. Sanırım üşenmeye devam edeceğim…

İÇBÜKEY YAN(IL)sıMA (2/8)

0 y o r u m
birinci bölüm burada
ikinci bölüm burada başladı


“ … ”

“ ‘hayata dahil olmak’ adına gülen bir yüzün maskesini suratıma yerleştiremiyorsam; neden ben de, aynı sebepten ötürü sahip olduğum maskeyi çekip çıkarmıyorum ki yüzümden, diye düşündüm!
ancak o zaman Ötedost’un anlatmaya çalıştığı bu kanıksanmış realitenin içine girer ve bu sayede başarabilirim sandım.
çok geçmeden yanıldığımı anladım.
sahip olduğum o maskeyle, Ötedost’un bahsettiği ‘dahil olamadığımız realite’nin dışında olduğum bile şüpheliyken … yani o türden bir izolasyonu içimde hissetmiyorken benim ‘hayata dahil olma’ mantığına tutunarak, bu anlamda çaba sarf etmem yalnızca çok gülünç bir hataya dönüşmüş olurdu.
öte yandan, {içeri}de tutunabilmemin en temel koşulunun beni ben yapan maskeyi daima yüzümde taşımam gerekliliğinin bulunması da bir başka gerçekti.onsuz {içeri}ye sığınmam mümkün olmazdı.
bilmem anlatabildim mi? ”

Hezekel hakkında yanıldığımı hiç düşünmemiştim.daha önceleri hep bu konu hakkında konuşmaktan kaçınmış ve önemsizmiş gibi davranarak konuyu bir anlamda kendi içinde anlamsızlaştırmıştı.bu durumu anlaması ve benimle paylaşabilmesi gerektiğini söylediğim zamanlarda, genellikle öfkelenir ve merak ettiğim şeylerin sıradanlığından şikayet ederdi.bize bir faydası dokunmayacak hiçbir şeyden bahsetmememizi ister ve kendisi de bu ritüele sonuna kadar bağlı olmaya çalışır ya da benim böyle düşünmemi beklerdi.

fakat şimdi, beni şaşırttığını açık yüreklilikle söylemeliyim … bir şeylerin değişmesi gerektiğinin bilincine vararak mı yoksa bu konu hakkında ki ısrarlı tutumumdan sıkıldığı için mi bu dürüst itirafı yapma gereği duydu bilemiyorum.ama hangisi olursa olsun, kendisi hakkında ki bu şeffaflığı ona geri dönüşümü de aynı oranda muazzam bir gerçekçilikte olacaktır.

İtiraf etmeliyim ki, Hezekel için bu sürenin biraz daha zaman alacağını düşünüyordum ama öyle olmadı … sözünün bittiği yerde onun için arınma başladı!

bir anda, {içeri}nin koyu karanlığının derinliklerinden onlarca sesin fısıldaşma yankıları duyuldu.hiçbiri anlaşılamayan, birbiri içerisine karışan, dolanan ve hatta birbirlerinin üzerlerini örten fısıltılardı bunlar!korkudan gözleri büyüyen Hezekel önce tiz bir çığlık attı, sonra ümitsizce saklanacak delik aradı … tabi ki yoktu … arkasındaki duvarın dibini eşelemeye başladı telaşla … {dışarı}ya kaçmayı umut ediyordu.

fısıltılar yerini aynı yoğunlukta ki mırıltılara bıraktı … bir süre sonra da o mırıltılar yerini tekdüze bir -mmm…- tonuna terk etti.

bu ani değişiklik Hezekel’i oldukça şaşırtmış ve panikletmişti; beni fırlatıp atmaması ise neredeyse bir mucizeydi, ona var gücümle seslendim … hemen yanına bir yere hoyratça bırakıvermişti.

aradan epey bir süre geçmesi gerekti ama sonunda beni duydu ve yeniden eline alp yüzüne yaklaştırdı.çok korkmuş görünüyordu ve yüzünden fışkıran terler yüzünde boncuk boncuk akmadan duruyorlardı.

onunla konuştum ve sakin olmasını, hiçbir şey yapmadan yalnızca beklemesini söyledim. zor olsa da beni dinledi, sakin davranmaya çalıştı ve olacakları beklemeye koyuldu.

karanlığın derinliklerinden artık yalnızca boğuk ama ritmik bir -vum…vum!- sesi duyuluyor ve bu sesle karanlık sanki bütünleşmişçesine, sesin o ritmik vuruşlarına uyarak gölgenin yapısı genleşiyor ve varolan o karanlık kütlenin içinden nabız gibi atan belli belirsiz bir uzam seçiliyordu.

nihayet boğuk nabız sesi de giderek yavaşladı ve durdu … hemen ardından çok şaşırtıcı bir şey daha oldu … Hezekel’in bilinmezliği yüzünden oldukça korktuğu ama aynı zamanda hemen yamacında huzur bulduğu {içeri}nin karanlık gölgesi yavaşça, beş veya altı adım kadar geri çekildi!

ardında bıraktığı alanda, kaynağı belirsiz parlak bir ışığın aydınlığı peyda oldu!

sırtını arkasında ki duvara neredeyse onunla bütünleşmek istermişçesine şiddetli bir korkuyla yaslayan Hezekel, bu beklenmedik ani değişikliğe bir anlam bulmaya çalışadursun; şimdiye dek {içeri}nin o yoğun karanlığı içerisinde varolan ve barınan kimi detaylar, (en azından küçük bir kısmı) artık gizlenme nedenlerini umursamaksızın göz önüne dökülmüşlerdi!

örneğin: asla kesin bir fikre sahip olunamayan {içeri}nin mekansal boyutları hakkında simdi bir şeyler söylene bilinirdi.aydınlık sayesinde bizimde var olduğunu tahmin ettiğimiz yan duvarlar net bir şekilde görülüyordu ki karanlığın hala hakimiyetini koruduğu on adımlık bir mesafeye kadar geçerli bir görüş alanıydı bu maalesef.bu sayede {içeri}nin görülebilen tahmini genişliğinin, en fazla sekiz adım civarında olduğunu fark etmişti Hezekel.

ayrıca sırtını verdiği duvara kıyasla daha biçimsiz, kararmış lekelerle bezenmiş iki yan duvar üzerinde, iğrenç kıvrımların ve kabarıklıkların da bulunduğunu gördü.binlerce şekilsizce kıvrılarak, bükülerek ve birbiri üzerlerine dolanmış solucanları andıran kabarıklıklardı bunlar ve bazen belli belirsiz de olsa kıpırdanıyor ve yer değiştiriyorlar gibiydi.

daha fazla bakamadı; gözlerini önüne doğru kaçırdı ve hemen orada, karanlığın geriye çekilerek terk ettiği yaklaşık on adım mesafelik dar alanda, fırlattığı renkli çakıl taşlarının arasında, yerde boylu boyunca uzanan kalın saplı baltayı gördü!

emin olabilmek için doğruldu, ayağa kalktı … doğru görmüştü … gerçekten de çakıl taşlarının arasında, sapı kendine dönük vaziyette bir balta duruyordu!

Hezekel o tarafa doğru dört adım kadar yürüdü … durduğu yer, benim ona sağladığım lokal yaşama alanının tam sınırıydı … bir süre orada bekledi … ufak bir tereddütten sonra, beşince adımla o sınırı ihlal edip aydınlığın izin verdiği ölçüde varolan yeni yaşama alanının içine girdi!

birkaç adım daha atıp, eğilerek baltayı yerden aldı … elinde tutarak öylece bekledi bir süre … sonra başını yukarı kaldırdı … üzerini örten kubbe, içinde bulunduğu parlak aydınlıkta bile silik bir siluet gibi duruyordu …

donuk ve silik bir silueti andıran kubbenin, içini dolduran sessiz fısıltılar … boğuk mırıltılar …

söyle bana Hezekel!

şimdi bu, çok mu manasız …

Bölüm Sonu

gecen arabalar

el bombası görünümündeki pet şişelerde zemzem suyu satıyorlar; onlar da alıyorlar, sokakta…
*
odalarda aşk hakkında konuşuyor, her şey hakkında konuşuyor ama aslında sadece konuşmayı seviyorlar: dram manyağı olmuş televizyonla beslenmiş deforme bakışlı abiler, ablalar işte… bir tanesi ağlamak, ölmek, parçalanmak istediğini söylüyor; oysa tek gözü kapıda; tek doğru, hem de yeni, pırıl pırıl bakış açısı hafif ıslak…
*
şüphesiz her şeyi unutuyorum; tekrar baktığımda aynı şeyler gerçekleşiyor ama ben ilk defa izliyor gibi ilk defa etkileniyor gibi bakıyorum; böylesi, daha da heyecan verici! oysa, dizime oturmuş sakallı bebeğin küflenmiş saçlarını okşarken gülüyorum ve sıkılıyorum ve uyuyorum ve duş alıyorum ve elbette daha bir sürü dikkat dağıtıcı şey yapıyorum… doğal olarak, şunu gözden kaçırmamak gerekir: tanrı bile bir açığı kapatıyor, onu tanıyanın, onunla ilgilenenin bir işine yarıyor! yine de sadece kendim için yapmam gerekenler var: misal cenazende yapacağım konuşmayı hazırlamalıyım: tüm gözler üzerimde olacak!
*
herkes bir şeylerle uğraşıyor, bir yere çentik atıyor: varoluşun ses kayıtları, flaş patlamaları, “çat diye çarptı kemik sesi geldi!” diye özetleniverecek anılar!
*
kim kime “düm teka” işte: geçen arabalara bakıyorum, internet aracılığıyla tanıştığım kadın (donna) ve daha ilk buluşmamızda “i am no cyber whore” diyor, sigarasını nasıl tuttuğuna dikkat ederek, dişlerini göstererek gülüyor, yoo asla sen asla öyle bir kişi değilsin; ne işim olur lan orospuyla diyorum, şakalaşma işte, ama “whore” kalmış ne yapsan da tekrarda, aklı karıncalandırıyor, üzerilerinde “whore” yazılı kırmızı t-shirt’ler giymiş milyonlarca karınca nöronlardan parça koparıyor; maksat kraliçe karıncaya hoş görünme!
*
işte herkes bir şeylerle uğraşıyor; geriye kalan herkes de karıncalarla! karıncalar su içer mi? "deniz o kadar durgun olduğunda, denizden bile!" pekala, bu konuda konuşmuş olduk, şimdi günlük ıvır zıvır sorunlarda izini sürelim karıncaların, bakalım ne kadar uygun gelecek? şaka yaptım; elbette karnımız fabl’a tok!

İÇBÜKEY YAN(IL)sıMA (2/7)

1 y o r u m
birinci bölüm burada
ikinci bölüm burada başladı

sonra aniden, fikir değiştirdi ve sitemkar bir üslup kullanarak kendine bir tür savunma pozisyonu aldı.sanırım onu biraz panikletmiştim.

“ sana daha önce de defalarca söylediğim gibi, bunu konuşmak yararsız;hatırlamıyorum bile … neden soruyorsun bana bu soruyu? ”

“ Hezekel, hatırlamana yardımcı olabilirim;beni dinlersen eğer … bak … bana kalırsa, Ötedost’a yaptığın şu uzun ziyaretten önce o etler hala yüzündeydi değil mi?şimdi, eğer düşünürsek … ”

“ bu çok saçma!nedensiz ve boş suçlamalar yapıyorsun … Ötedost’u yeterince iyi tanımıyorsun ve belki de beni bile zannettiğin ölçüde tanımıyorsun! ”

“ belki haklısın … sadece ruhuna bakmakla yetinmemeliyim ama karanlığında sakladığın sırları, bana sen göstermeli ve cesaretle onların üzerine gitmelisin!çünkü o karanlığın barındırdığı sırlara ulaşmak benim yeteneklerimi aşıyor, onları sen yarattın, sen gömdün ve sen unutmayı seçtin!

lanet olsun!ben kimseyi suçlamıyorum!

Ötedost’u hiçbir şey için sorumlu tuttuğum da yok, senin farkına varman gereken … sadece … kendine bunu yaptığın o zaman dilimi içerisinde, {dışarı}daydın ve çok uzunca bir süre orada kaldın … anlamalısın artık; yarattığın bu keder ve öfke patlamalarının sonuçları, yalnızca seni bağlar ve tabi ki tek sorumlusu da sensin … kesinlikle bir başkası değil! ”

uzunca bir süre suskun kaldı,sol eliyle saçlarını çekiştiriyor ve avuçlarının arasına alıp güçlüce sıktıktan sonra gerisin geriye parmaklarına dolayıp karıştırmaya başlıyordu.

beni yüzünün önünden indirmişti …hala sağ eline duruyordum … çok tedirgin görünüyordu … gözleri {içeri}nin o yoğun karanlığına sabitlenmişti … bakışlarında daha önceye kıyasla, karanlığın içinde barındırdıklarını öğrenmek istemesinin şevki, ihtirası ve açlığı net biçimde görülebiliyordu … korku yine vardı ama merak sanki baskın çıkıyordu.

bir yandan da kuşkuluydu ve emin olamıyordu.dağılmanın eşiğine gelmişti!

o an anladım ki, kendisi hakkında verebileceği bir cevabı gerçekten yoktu, tamamıyla kaybolmuştu … zihninde benliğinin ufak kırıntıları hariç geriye hiçbir şey kalmamıştı!

kırmızı kaplı defteri, onun elle tutulur somut hafızası ve bilincinin güvenilir bir rehberiydi yalnızca …

kararımı verdim …

ilerlemesi ve gölgenin içine girmesi gerekiyordu, yoksa kaybolup gidecek hatta kendisi de gölgenin içinde ki sırlardan biri olacaktı!nasıl ikna edebilirdim onu!

korkuyor ve çekiniyordu …

endişeliydi :bilmek istemekle, bilmemeyi tercih etmek arasında ki ikilemde gidip geliyordu.

öte yandan, birisinin -hadi!- demesini bekler gibi bir hali de vardı … bu yüzden öncelikle biraz cesaretlendirilmesi gerekiyordu ki, bunu yapabilecek tek nesnel varlık da bendim.

ne kadar tuhaf …

yani kendimi, asla bir (obje) olarak niteleyememem; üstelik, aynı oranda tuhaf olansa, Hezekel’in de hiçbir zaman kendini bir (insan) olarak niteleyememesi ve bu iki nitelik karmaşasının paralelinde, birbirimize şaşılacak denli benzeşmemiz …

aniden beni, tekrar yüzü hizasına kaldırdı … gözlerinde farklı bir kararlılığın ışığı parıldıyordu … meydan okumaya hazır gibi bir hali ve artık içinde tutmaya gerek görmediği eski bir suçun itirafını yapacak olmanın rahatlığı da yüzünde rahatlıkla okunuyordu.

“ maskemi … ”

dedi … sustum ve yalnızca dinledim.

“ yüzümde ki maskeyi çıkarmaya çalışıyordum … ”

( Devam Edecek )

İÇBÜKEY YAN(IL)sıMA (2/6)

0 y o r u m
birinci bölüm burada
ikinci bölüm burada başladı

“ aslında en saygın yöntemin hala yazmak olduğunu düşünüyorum …Ötedost’un yazını kendi doğrusundan yola çıkıp adım adım okuyucusunu önceden belirlenmiş bir çözüme doğru ulaştırmayı başarıyorsa da, hiç kimseyi zorla bu çözümün esiri de yapmıyor.
yalnızca, kendi mantık süzgecinde arıtılmış fikirleri en nahif ölçülerde vererek okuyucusunun doğrusuna hiç karışmıyor … ”

“ çelişkili konuşmuyor musun Hezekel? ”

“ evet … nihayet beni anlamaya başladın sevgili El Aynası … şimdi çeliştiğim noktayı bana açıklar mısın lütfen … ”

“ kinayeli konuşmana bakılırsa, neredeyse bu çelişkiyi bilerek yarattığını söyleyeceğim. biraz önce hikayenin aşk olgusunu neticeye bağlayan kısmında, benliğin izolasyonunu sağlayabilecek … öykünün üslubuna göre, bireyin(tek parça) kalabilmesinin koşulu olarak bir hedef gösterildiğini ve dünyanın mantıkla işleyen matematiğine geçebilmek uğruna dayatılan bir çözümün, asla tutarlı bir öngörü olamayacağını söylemiştin.
hedefi işaret edilmiş bir yazıda, okuyucunun doğrularına karışmadığını iddia etmek kendinle çelişmek değil mi sence? ”

“ kesinlikle hayır! bütün fikir ayrılığı da tam bu noktada başlıyor … bak, Ötedost’la ayrıldığımız nokta şu ki: hikayede aşkın tanımlamasını yaparken izlediği yöntem, aşkın iç mantığında yatan çözümsüzlüğünün karmaşasının içinden bir çıkış yolunu hikayenin içinde vermek zorunda kalması ve bence bunun asıl sebebi ise, hikayenin aşkı rasyonel bir mantık kalıbına oturtmaya çalışıyor olması … benim fikrim, aşkın kesinlikle rasyonel bir mantık kalıbına oturtulamayacağı yönünde!
böyle bir şey kesinlikle mümkün değil!
ama hikaye, okuyucusuna vaat ettiği çözümü, rasyonel mantık çerçevesinde bir hedef belirleyerek anlatmak zorunda bırakıyor kendisini …

bir taşı, sabun köpüğünden oluşmuş bir baloncuğun içerisine hapsetmeye çalışmak gibi bir şey bu!
üstelik aşkın, ağırlığı veya hafifliği bile kestirilemezken; aşk, baloncuk mu yoksa taş mı?
belki de taşı o baloncuğun içerisine koyup, havada süzülmesini bekleyen mantığın ta kendisidir aşk! ”

bir süredir ayaktaydı ve ufak adımlarla bir ileri bir geri yürüyerek konuşuyor, bazen de gözleri, {içeri}nin o koyu karanlığına takılıyor ve konuşmasını öyle sürdürüyordu.bunu yaptığında, sesinde ki merak ve endişe tonu fark edilir derecede artıyor ve yüzünün her bir köşesinde ki çizgiler, izler, lekeler iyice belirginleşerek ortaya çıkıyordu.

ayrıca yüzünde belirgin bir şekilde onaylanmak isteği göze çarpıyor ve konuştuğu şeylerde ki haklılık payının ne kadar yüksek olduğunun kendisine açıkça itiraf edilmesi arzusu da çok yoğun olarak kendini belli ediyordu.

Binlerce yıldır deşifre edilememiş bir hiyeroglif yazıtını, nihayet çözmeyi başarmış da bu konu üstünde ki gayreti için övülmeyi beklermiş gibiydi.

Bir türlü farkına varamadığı şey ise, gittikçe kendinden uzaklaştığı ve zihnini karmaşık problemlerle yükleyerek asıl çözülmesi gereken sırları kamufle ettiği gerçeğiydi.

onu sırlara yönlendirmeliydim … {içeri}nin karanlığında yatan gömülü sırlara!

düşünüyorum da, nasıl olur da bir kişi hemen her kavrama ‘kendince’ cevaplar bulabiliyorken; kendi hakkında bulması gereken gerçekler veya ayrıntılar konusunda en ufak bir fikir kırıntısı bile geliştiremez …

“ son konuşmamızdan bu yana aşk hakkında epey düşünmüşe benziyorsun! kendince cevabını bulmuş olman, bir başkasını bu cevap sayesinde ikna etmenden çok daha önemli elbette.kendi adıma bu açıklamalardan etkilendiğimi içtenlikle söyleyebilirim. ”

“ teşekkürler, ama Ötedost’un öyküsü sayesinde bir takım şeyler kafamda netleşti aslında. ”

“ pekala … fikir ayrılıklarına veya başkalarının bakış açılarına duyduğun sonsuz saygıyı takdir ediyorum.
hatta aşkın fikirsel bir çıkarımını yaparken de neticede bu prensibinden hareket ettiğin belli oluyor.
yazdığı bu öykü sayesinde Ötedost, kafandaki bazı soru işaretlerinin bir kısmını dolaylı yoldan da olsa cevaplandırmış olabilir.evet, buna katılıyorum …
elbette ona minnettarız; fakat bu öykü kendin için sorgulaman gereken birçok ayrıntı hakkında sana bir fikir de vermiyor doğrusu ve böyle bir misyonu olması da beklenemez zaten …

öyleyse söyle bana Hezekel! yüzünde olması gereken etler neden tırnaklarının içinde! ”

bana düşmanıymışım gibi baktı … o an, çakıl taşlarına yaptığı gibi beni de {içeri}nin koyu karanlığına fırlatıp atacağını düşündüm.

ama yapmadı; gözlerini kıstı ve uysallaştı … düşünüyordu.

(Devam Edecek)

dört : düşmanı tanıyoruz artık

(burada başladı, burada da bir önceki bölüm var)

çok hoş falan değilim. aslında hiç de hoş sayılmam. şu kedi konusunu tekrar açmak istemiyorum ama sabah iğrenç bir kokuyla uyandım. bok kokusuydu... kedi boku. ben uyurken bacağımı ısırmaya bir süre ara vermiş ve bir yere sıçmış. bulamadım nereye sıçtığını. burnumdan bok kokusu gitmiyor bir türlü. nasıl hoş olacağım ben gün boyunca? doki, ben de biliyorum tepeme sıçmadı ama duyuyorum işte kokuyu! kıçına vurdum üç kere, bir daha sıçmasın diye ama bir yandan da boklarını koklatmak gerek bunu yaparken. anlamıştır heralde. aslında beş kere vurdum. kaçmıyor ama... ölmemi mi bekliyor acaba? boynum değil ki bacağım! boynumu ısırsa ne olacak; ben yine ölmem ona inat!

kokuyu her an alıyor olmama rağmen ayna karşısında sanki almıyormuş gibi bakma çalışmaları yaptım. benim genelde nasıl bir ifadem var doki? suratsız mıyım, aval aval mı bakıyorum, bruce willis gülümsemesi gibi özelleşmiş bir gülümsemem var mı? ayna karşısında bulamadım kendimi. şöyle tamamen kendi halimdeyken nasıl göründüğümü çok merak ettim. sonra da kendimden ne kadar da habersiz olduğumu fark ettim. olacak şey mi yahu, insan nasıl bir yüzü olduğunu bilmez mi? ben bilmiyorum işte doki... daha önce hiç düşünmemiştim aslında bunu. kimse de söylemedi ki bana, sen genelde şöyle bakıyorsun, böyle bir ifade oluyor suratında...

demek ki bir abuk sabukluk yok... olsa söylerdi biri. en azından dalga geçerdi ifademle... gerçi her abuk sabuklukla da dalga geçilmez ya... of!

suratımı merak ediyorum doki! yardım et bana! lanet herifin teki miyim yoksa! ama sempatik olduğumu söylerler... yok söylemezler, ama bana bunu çok hissettirmişlerdir... kim... ee... mesela... yahu o zaman neden çok hoşsun, pek hoşsun diyorlar? ah, evet aslında benim sözlerime diyorlar bunu... “alem adamsın” falan anlamında... hayır! bunu daha önce de düşünmüştüm... “neyse...” anlamında diyorlardı... muhabbeti, getirdiğim noktadan kurtarmak için... görünüşümle ilgisi olmadığına göre bunun, ben biçim olarak değil içerik olarak “hoş” ama aslında “geçiştirilen” biriyim demektir... bok kokusu alıyorum bok!

al işte kendime güvenimi tamamen kaybettim! milletin abuk sabuk şeylerini bulmakta üzerime yok; peki kendime güvenimi hangi cehennemde bulacağım? kaybettim diyorum doki, elimde avucumda hiçbir şey yok... neye tutunacağım ben şimdi? saç şeklime mi, en sevdiğim gömleğime mi? daha yeni tıraş oldum; temiz yüzümle ilgisi yok kendime güvenimin... önce ifademi şimdi kendime güvenimi birazdan da aklımı! hep o kedi yüzünden! onun boku! asla çıkamam bu haldeyken dışarı... tüm varlığım tehlikede... tamamen savunmasız bir durumda kalıverdim işte. düşüyor gibiyim. düşmek denir mi buna? boşlukta savrulmuş gibiyim... savrulmuş gibi bile değilim... bişey bana dokunmuş öylesine, beni hareket ettirmiş... bir toz zerresi gibi... düşüyorum, kayıyorum, havalanıyorum...

“merhabalar! canlı yayındasınız!”

“ah!”

“sizi düşerken yakaladık galiba?”

“...ben...”

“yeni bir güne başlarken düşmek sizin tercihiniz miydi?”

“henüz bir açıklama yapamam... şimdilik gelişmeleri takip ediyorum... evet...”

“ama düşüyorsunuz! evet sevgili izleyenler, sabah programımız devam ediyor... sizler belki kahvaltılarınızın başında, belki yeni açtığınız dükkanınızda bizi izlerken...”

“pardon?”

“evet bir açıklama geliyor galiba?”

“ben düşmüyorum!”

“ben, dediniz? siz kimsiniz?”

“ben işte... adım min...”

“adınız sizi anlamamıza yeter mi? tam olarak sizi kapsıyor mu adınız?”

“ben işte! ben olan ben...”

“bir şeyi kendisiyle açıklayamazsınız... örnek verebilir misiniz?”

“tanıyanlar var beni...”

“kendinizi başkalarının hayalleriyle açıklayamazsınız?”

“ne hayali? ben...”

“ben deyip durmayın lütfen... bu kadar saçmalık olmaz sevgili izleyenler!”

“minnet!”

“o ne?”

“ismim benim... biri minnet derse ben bakarım...kim bakar, ben!”

“ha ha ha! sakın bizden ayrılmayın sevgili izleyenler, biri minnet derse kimin bakacağını bulduk sonunda! oradan biri minnet desin!”

“ama siz...”

“minnet?”

“ee.. efendim?”

“bir kelimeye karşı bu denli duyarlı olmanız çok güzel!”

“bakın zaten düşüyorum bir de...”

“düşüyorum dediniz! düştüğünüzü itiraf ettiniz işte! neden düşüyorsunuz? bir intihar mı bu yoksa?”

“ben düşüyorsam siz de düşüyorsunuz demektir!”

“evet sevgili izleyenler... tehdit edilmek işimizin bir parçası!”

“ısırırım seni!”

“minnet!”

“ee.. efendim?”

“ha ha ha! minnet denilince bakan adamın tüm öyküsünü bu akşamdan itibaren yayınlamaya başlayacağız sevgili izleyenler... baş rollerde...”

“ne baş rolü! benim öykümde başkaları mı oynayacak?”

“büyük iddia! özgün senaryo benim mi diyorsunuz yani siz?”

“benim hayatıma senaryo diyemezsiniz siz!”

“hayır, lütfen demagoji yapmayın... senaryo size mi ait?”

“bakın benim bacağımda bir kedi var! işte haber bu!”

“çok iğrenç! ama siz kediyi ısırırsanız haberdir asıl... ha ha ha... sevgili izleyenler minnet-gate haber programımız bu akşam ana haberden sonra, minnet’in düşüşü dizisinden hemen önce...”

...yere çakılmam gerekmiyor ama ayaklarımın yere basması gerekiyor. insanlar kendime olan güvensizliğimi hemen fark edeceklerdir. alnımda bir çiviyle dışarı çıkacağımı bilseler yanlarına mutlaka çekiç alır onlar... ilk fırsatta da tak! dene bak doki, diyelim ayak baş parmağının tırnağı söküldü... örnek veriyorum sadece... hiç basmadıkları kadar ayağına basarlar... ay pardon! sen acı içinde kıvranırken de abarttığını düşünürler. bundan kaçış yoktur. o yüzden hiçbir zaman açık vermemek gerekir.. hep tetikte olmak ve evet... kendine güven gerekir!

kısadalga’yı aramalıyım... ona bu günkü buluşmayı ertelememiz gerektiğini söylemeliyim... ona en sevdiğim kedimi yanlışlıkla öldürdüğümü, yüzümün şeklini bulmam gerektiğini, düşüyor olduğumu, kendime güvenimi nereye koyduğumu bir türlü hatırlayamadığımı, doğrusu çok önemli bir işimin çıktığını söylemeliyim....

onunla buluşamam doki! bu gün olmaz....

bak şimdi daha rahat arıyorum.. şimdi cin desteği olmadan arıyorum... şimdi daha güzel geliyor kulağıma çalan telefon sinyali... dııııt.... dıııt.... 3.....4.....5.....8....11.....

yok! sana dediğim gibi işte doki! hissediyorlar! kendime güvensizliğimi hissediyorlar ve hemen pozisyonlarını alıyorlar.... ama kısadalga da onlardan olamaz ki? beni özlediğini söylemişti... o eline çekiç almaz... peki neden evde değil!

çekiç almaya çıkmıştır! hah!

o halde öncelikle şu kokudan kurtulmak gerekiyor. her şey onunla başladı. bir kokudan nasıl kurtulursun? kokunun kaynağını bulursun. bu kokunun kaynağı tabii ki bu kedi. o zaman ondan kurtulmak gerekiyor. hayır kokunun kaynağı kedi değil... kedinin boku... kedi mi kokuyor; boku kokuyor! o zaman kedinin bokunu bulmak gerek. bunu biliyorsun. evet biliyorum. hadi. ne hadi? bul. aradım bulamadım... iyi bak.. ne demek yahu iyi bak? kapıyı pencereyi iyi kapa gibi bir şey mi? bir daha bak ama daha dikkatli bak... nereye sıçar bu hayvan? sen kedi olsan nereye sıçardın? ben kedi olsam öncelikle birinin ayağına yapışmazdım ve ne bileyim kuma toprağa falan sıçardım. sıkıcı bir kedi olurmuşsun... böyle olmayacak... olmak zorunda... kendime güvenimi kazanmam gerekiyor. benim de... hay aksi! şöyle yapalım. nasıl yapalım? kedi sıçmak için senden ayrılmak zorunda değil mi? hayır değil aslında. bu manyak yatağa da sıçabilirdi istese. o zaman üstü başı bok olurdu... üstü başından çok yatak bok olurdu! kedi yatağı düşünecek değil ya. kendini düşünüyor o sadece. ve üstü başı bok olduğunda yalanarak temizlenmesi olanaksız olurdu. tamam, sıçmak için beni terk etmesi şart, kabul ediyorum bunu... ama hissetmedim ki ayağımı bıraktığını? dişlerini öyle bir geçirmiş ki, sanki bir parçam olmuş... nasıl hissedemezsin! bilmiyorum, hissetmedim! madem bir parçan olmuş, bir parçan senden ayrıldığında hissetmen gerekirdi! his-set-me-dim! pekala, bunu kedinin ustalığına verelim, senin yetersizliğine değil. nereye verirsek verelim, hissetmedim ben. anlaşıldı. ee? ne demek ee? bok nerede? bir arpa boyu yol aldık mı? baştan başlayalım. başlayalım bakalım. bir koku var. evet, bok kokusu... pis bir koku... bok kokusu... ve bu koku bok kokusuna benziyor. hayır benzemiyor, bu kesinlikle kedi boku kokusu. o zaman kedi boku kokuyor. boku bulup ondan kurtulmak gerekiyor. ansiklopedilere bakalım. kedi bokunun biyokimyasal özelliklerini öğrenelim. bok uzmanı mı olaca’z? ne aradığımızı tam olarak bilmemiz gerek, düşmanı tanımalı... bok işte... kedi boku... evet kedi boku... nedir kedi boku? kedinin zıkkımlandıklarını hazmettikten sonra vücudundan attığı işe yaramaz pislik madde... bok işte... peki bu kedi ne zıkkımlanıyor? a-ha! evet! bu kedi bir süredir benim iliğimle kemiğimle kanımla damarımla beslendiğine göre... işte bok! düşmanı tanıyoruz artık... bir dakika! ne? sakın bu kedi osurmuş olmasın? osuruk bu kadar uzun süre kokmaz... havada asılı kalacak değil ya osuruğu! gerçi benim bacağımı yediği de söylenemez... sadece ısırdı ve bırakmadı? belki benimle beslenmiyordur? ben uyuyunca gidip bi’şeyler zıkkımlanıyor sonra ısırmaya devam ediyordur? olamaz. neden olamaz? bunu hisseder insan. ben hissetmiyorum! ben insan değil miyim, ama hissetmiyorum işte! pekala araştırmaya başlayalım artık. bu kadar teorik bilgi yeter. sadece bu odada mı var koku? hayır gittiğim her yerde aynı derecede var. o zaman her yere mi sıçmış bu itoğlu it! kedi! sikik kedi! şimdi derin bir nefes alıp konsantre olmak gerekiyor. konsantre olalım... koku en yoğun nerede bakalım. bakalım... ben boka yaklaştıkça biri sıcak dese ya. ben boktan uzaklaşırsam da soğuk... ama hayır, bana kendimden başka kimse yardım edemez! kendime olan güvenimi arıyorum ben! şu elbise dolabımdan başlayalım... sıçmak için çok uygun... ama kapıyı nasıl açacak? her şey beklenir bu iğrenç yaratıktan! açmıştır bir şekilde... yok! burası soğuk... yatağın altı? kaç kere bakacağım! çekmeceli dolap? çekmeceyi açacak ve sıçacak ha? sonra da kapayacak! ama sıcak burası? ozon tabakasındaki delik yüzündendir; sera etkisi... güneşin ışınları uzunlu kısalı kanserojen dalgalar halinde üzerimize yağıyor... bu da hararet yapıyor tabii... yok bu çekmecede bişey... eski telefonumun şarj cihazı var... keşke ericsson kullansaydım... hala sıcak burası... hassiktir, kaybettim sanıyordum, buldum güneş gözlüğümü! kanserojen dalgalara karşı bunu takmak iyi olur... bak sen, tarot kartları da buradaymış... yok buraya da sıçmamış... sıcak ama hala? hep ozon tabakasındaki delik yüzünden! daha iki çekmece var... bu ne be?

çok sıcak!

atmamış mıydım ben....

çok çok sıcak!

demek bu zarfın içine sıçtın piç kurusu!

(devam edecek... o-hoo... daha bi kamyon şey olacak: buradan)