kayıp insan ilanları

0 y o r u m
kaybolan şeyler bitmiş şeylerle aynı muameleyi görmüyor. kullanılıp biten dişmacunu paket? poşet? kutu? yaw bu dişmacunu neyin içinde paketleniyordu. tüp. hah kullanılıp biten dişmacunu tüpü ile kaybolan dişmacunu tüpüne aynı şekilde davranmıyoruz. kaybolanı arıyoruz. biteni unutuyoruz. bitmiş dişmacunu tüplerini atmayın gibi birşey söylemek istemiyorum. peki ama ne demek istiyorum. artık bunun hiçbir önemi yok. ohhh.. ne zaman bunun hiçbir önemi yok desem içten derinden yavaş sindire sindire bir ohhh diyorum. aslında zihinsel şalter kapanmıyor. sadece bu süre içinde olup bitenler hafızaya kaydolmuyor ama işlenmeye devam ediyor ve elektrik kesildiğinde süreç siliniyor. ve sonra hatırlanmıyor. niyeyse sonra bunlar çok önemli şeylermiş gibi geliyor insana ve hayatın sırrını bulup da kaybetmiş bu yüzden de kahroluyorum gibi oluyor. kahrolmak da çok abartılı canım. genel olarak hislerden hoşlanmamakla birlikte bazılarını iyice uç buluyorum. işte bu kahrolmak nefret etmek arzulamak kudurmak ne bileyim buna benzer hisler rahatsız ediyor beni. n'ooluyo yaw demek istiyorum ne var bunda. neyi kaybetmiştim en son.. anılarımı.. işte kayıtlarda o kopuk zaman yerine bir boşluk oluşmasa, giriş gelişme sonuç şeklinde bağlansa bu anı veya anılar. daha çok da anılar oluyor sanırım. kayıp değil de bitmiş olacağından yani yaşanmış olacağından başka bir muamele görür. kendimi robert anton wilson, terence mckenna gibi hissediyorum. bilmeyen arayıp bulsun ben öyle yapacağım. kim bunlar ne demişler. biri bilgiyi senin için yeni olan diye tanımlamış, diğeri de eğer şaşırmıyorsan, ilgini çekmiyorsa, senin yolunda akıp giden mesajlar bilgi olarak nitelenemez. yaw bu şimdi benim burcum için yazılmış olan metinden alınma. ama ne çıkarayım bundan bilemiyorum. hoşuma gidiyor bu yazanlar da benim zaten gereksiz bilgi dediğim içi açılır ortalık batar bir kavramım vardı. sonuçta beni ne ilgilendirir. beni ilgilendirebilecek bir konu kaldı mı? ilgilenmeli miyim? ilgilenmeliyim. hızlı ve etkili konsantrasyon yolları bulmam gerek. bir de konsantre olduğum şeyleri unutmamam. offf bazı şeyleri unutmak istemiyorum. ama sanırım sistem süreç üzerinde işliyor. çünkü süreç tamamen kayıp. içinden birkaç hatırlatıcı bile duruyor değil. kayıp arıyorum.

on üç : siz beni hiç aramadınız ki?

(burada başladı, burada da bir önceki bölüm var)

neymiş, bu telefon çalıntı mıymış? bak şimdi... benim gibi biri nasıl olur da telefon falan çalar? insan sarrafı olmanız gerekmiyor mu sizin? olmadı caddenin çocuk çetesine katılayım, aklı bir karış havada süzülen genç kızların cep telefonlarını çantalarından tereyağından kıl çeker gibi... işe bak, bir paket margarin alıp saçımdan bir tel koparıp şunun bir deneyine mi girişsem acaba ulusal televizyonlarımızın birinin sabah programında? maymunum ya ben... maymunlaştırdılar beni... devletin hiçbir kurumuyla alakadar olmamaya çalışmaktan asosyal olacaktım neredeyse, yıllarca başarıyla uzak durdum aptalca sorulardan, anlamsız dokümanlardan, sinir bozucu beklentilerden.... ölü müymüş diri miymiş, kimmiş kim değilmiş! ölüsünden değil dirisinden kork diyen adamla konuşmak istiyorum! ben neden insanları rahatsız ediyormuşum! komiser efendi; ben namusumla ekmek parasını çıkarmaya çalışan etlide sütlüde aman işte sıradan bir adamım; ne demek insanları rahatsız etmek! aksine onlar beni rahatsız ediyor.... bak, diyor bir de, gençsin efendi birine benziyorsun, ne istiyorsun elalemin özel hayatından, diyor... allahtan mevcut kriminal anlayışa girip de sabaha kadar tutmadılar beni cop soslu nezarethanede... hoş başlarına bela olurdum heralde, hayatımı bana yapılmış olan bu haksızlığın nedeni olan insanların cezalarını bulmalarını sağlamaya harcardım... ya da adardım... evet bunu yapardım, çünkü ben haksızlığa gelemem! ben haksızlığa gelirim, bayılırım diyen de yoktur ha! ama ben gerçekten haksızlığa gelemem; küçüklüğümde de gelemezdim! ne oldu, elde avuçta bir şey yok işte, bıraktınız beni... ama buna da gerek yoktu! allahtan cep telefonuyla şarj cihazına el koymadılar.... kıçıma sokacam ya! ne yapacağım ben bunları? bir medyum bulayım, hazırlasın tılsımlı fincanını, ulaşalım teyzeye... sizin fincan şimdi çok yazar isterseniz cep telefonundan ulaşmaya çalışın, nasıl olsa fatura ihtiyar gevezeye girecek? hay allah cezamı versin! hayatımın hiçbir döneminde sevmemişimdir hortlak hayalet öykülerini; şimdi en saçma sapanının ortasındayım... başında mıyım yoksa? bardak dolu yahu; sonundayım! evli evine köylü köyüne... adalet sistemimizi yerinde incelemiş olmak da yanıma kalsın...

kalmaz!

“alo?”
“hanımefendi şunu keser misiniz?”
“nasıl?”
“bakın... bu kadar saçmalık yeter! dört duvar arasında kalmak insana düşünme fırsatı veriyor... gerçi ben bunu karakoldan çıktıktan sonra düşündüm ama fark etmez... amacınız ne bilmiyorum ama nasıl bir iş çevirdiğinizi biliyorum! siz müesser hanımın gelinisiniz ve büroma kendini müesser hanım olarak tanıtan birini gönderip beni kandırdınız... telefonda da sesinizi değiştirdiğiniz çok belli oluyor... şimdi bana amacınızı söyleyin!”
“galiba işler karıştı...”
“lütfen daha fazla uzatmayın!”
“sizinle görüşsek iyi olacak...”
“evet çok iyi olacak!”
“büronuza geleyim ben... bir saat sonra uygun olur mu?”
“uygun olur tabii neden olmasın...”
“oldu...”

oldu tabii... hemen bir ses kayıt cihazı bulmalıyım... tüm konuşulanları kaydedip benimle dalga geçen komisere dinleteceğim... alın bakalım, işte buyrun, kimmiş ruhsal olarak bazı sorunlar yaşayan! ruhsal olarak bazı sorunlar dendiğinde bile midem allak bullak oluyor. sadece midemde değil sol kolumda da karıncalanmalar gerçekleşiyor! mideme ve sol koluma alerji yapıyor böyle aptalca laflar... hem sizin ruhunuz var mı komiser efendi? ruhunuz nerenizde, yani size nerenizdeymiş gibi geliyor? akıl sağlığı demiş olsanız bile karıncalanmam olur benim biliyor musunuz! hoş bendeki karıncalanmalar umurunuzda bile değildir... kaşıyıverelim geçer, biraz kriminal araştırma tedavisi herkese iyi gelir... orta asyadan gelir gelmez, gördüğümüz ilk anadolu ağacının dalını koparıverdik zaten... orta asyada ağaç ne gezer... gerçi orada da dağ bayır taş doludur... taşla kriminal araştırma olmaz... sopayla eh işte... elektriği bulmasaydı batı medeniyeti, ne halt yerdik!
ne diyorum ben yahu! şu kadına odaklanayım ben... hazırlık yapayım. zihinsel jimnastik, biraz şınav biraz barfiks... derdiniz ne sizin bayan, diye haykırayım suratına, anneniz sayılabilecek bir kadına, kadına değil kadının, manevi varlığını kullanarak ne elde etmeye çalışıyorsunuz? ben banka mıyım hayır değilim, o zaman beni soymaya falan kalkışamazsınız... konuyu değiştirmeyin, amacınızı söyleyin! el kadar çocuğu nasıl bir vicdani muhasebeden sonra kullanmaya karar verdiniz bana bundan bahsedin! sekiz on yaşında bir çocuk nasıl eşcinsel olmaya karar verir bana bunu anlatın! konuyu değiştirmiyorum, özel yaşantınız da beni ilgilendirmiyor ve eşcinsellik hakkında aşağılayıcı düşüncelerim ve tavırlarım asla yoktur ama ibneliğe tahammül edemem anlıyor musunuz! o sersem bebeniz yüzünden tam üç saat yirmi bir dakika özgürlüğüm sınırlandı ve bir dolu silahlı kişinin alay malzemesi oldum... hayır olmadım; onurumla çıktım oradan.... tarih unutmaz, tarihimizi yazan birileri mutlaka olacaktır ve bu talihsiz olayların iç yüzünü tarafsız bir üslupla anlatmakla kalmayacak, tarih yazıcılığında bir mihenk taşı olacak nitelikte bir eser ortaya koyup kültür hayatımızı da zenginleştirecektir... ama bunlar sizi ilgilendirmez! bana tüm gerçekleri anlatın! sakın metafizik alana kaymayın yoksa fena olur... tehdit mi? evet bayan tehdit ediyorum! eğer abuk sabuk şeyler anlatırsanız ben de size bir şeyler anlatmaya başlarım ve kelimelerimin ağırlığı altında eziliveririsiniz! sevimli hayalet casper bile beni yumuşatamaz! asla yumuşatamaz çünkü en sinir olduğum çizgi film kahramanıdır! ben, simpsonları severim... biraz da tom ve jerry’i... evet bunlar da sizi hiç ilgilendirmiyor... sadece size ne kadar ciddi olduğumu belirtmeye çalışıyorum... asıl siz çok hoşsunuz! hayır! siz bari söylemeyin! ciddi olalım... ama olamıyorum? olurum... iş başa gelince ne kadar ciddi olabildiğimi en son karakoldakiler gördü... yani dikkatli baksalardı görebilirlerdi... belki aralarından birkaçı dikkatlidir... bana bu kadarı da yeter...
şimdi kağıdı kalemi elimize alıp bir durum değerlendirmesi yapalım. bir kadın geldi, şarj cihazı bulmamı istedi, buldum, kadının gelini ve torunu kadının dört yıl önce öldüğünü iddia etti, kadını aradım gelininin telefonu çaldı, polis beni alıkoydu... neredeyse üç satır! sonrası da şöyle olacak: gelini büroma gelecek, bana bir şaka yaptıklarını söyleyecek, şarj aleti için ödeme yapacak ve hayatımdan çıkacak... ben de yeni maceralara yelken açacağım. son. bitti mi? evet bitti... birilerine, bakın başımdan ne geçmişti bir keresinde diye anlatacağım.. işte, salak bir öykü hepi topu...
ama bana ne diye şaka yapsınlar ki? tanımadığım insanlar? o halde bir bağlantıları var... eh açıklayacaklardır; o kadar da eşek değiller ya....
yoksa kamera şakası falan mı yaptılar bana! eğer öyleyse intihar etmekten başka bir seçenek bırakmıyorlar bana! yok canım, polis molis... televizyoncularla ortaklık yapmaz ki devletin birimleri... nerede görülmüş! ama hayvan herifler, şaka uğruna işe polisleri de karıştırmış olabilirler... o zaman tazminat davası açarım... tazminat davası açabileceğimi düşünüp şakalarına polisi katmazlar... uyanık fırlamalar... keşke bir kayıt cihazım olsaydı....

kapı? daha on yedi dakika var ama? hay aksi, başka biri değildir umarım... bir sekreterim olana kadar, masama kurulup beklemek hayal bana... şu gıcık kapı zilini de değiştirmeliyim; ev mi burası, cik cik ötüyor!

“sizin ne işiniz var burada?”
“ama konuşmuştuk?”
“bakın... şakanızı anladım... buralarda mı ee... hay aksi ismini de bilmiyorum....”
“yalnız geldim?”
“bana bakın hanımefendi... sizin müesser hanım yerine geçmiş biri olduğunuzu biliyorum... lütfen bu can sıkıcı şakayı kesin! uzatmanın anlamı yok!”
“asıl siz uzatmayın rica ederim! şarj aletini aramanızı istedim ve sizinle ben konuştum! şimdi de istediğiniz parayı verip şarj aletini alıp gideceğim! gerisi neden sizi ilgilendiriyor?”

sinirlendi üstelik mantıklı da konuştu. hay aksi... ama ben, karakol, ölü...

“siz kimsiniz?”
“tanışmıştık?”
“ama sizin ölü olduğunuzu, öldüğünüzü...”
“olur mu öyle şey; siz işinize bakın lütfen....”
“bakayım bakmasına ama birkaç açıklama cümlesine gerçekten ihtiyacım var... üç saat kadar karakolda bekletildim!”
“vah vah... hakikaten üzüldüm... ama benim bir suçum yok ki?”
“nasıl? bakın hanımefendi bana verdiğiniz numarayı aradım ve gelininizin... adı ne bayanın?”
“şenay?”
“öyle mi... ee... şenay hanımın telefonu çaldı... sizin numaranızı aradığım halde?”
“hatlarda belki....”
“hanımefendi hatlarla matlarla ilgisi yok! tamamen dijital bir teknolojiden bahsediyoruz; yani nasıl bir yanlış numara tesadüfü bu kadar isabetli olabilir?”
“numara doğru o zaman....”
“evet... zaten her aradığımda da siz çıkıyordunuz... ama bu gün gelininiz açtı telefonu?”
“siz beni hiç aramadınız ki?”
“aramadım mı? yok canım aradım... galiba...”

bu kadın hayatımı mahvediyor! aklım darmadağın oldu...

“peki bari şuna cevap verin; siz ölü değilsiniz ama neden onlar ölmüş olduğunuzu söylüyor?”
“bakın... isterseniz işimizi halledelim ve her şey bitsin... lütfen daha fazla üzerinde durmayın!”

gevezeliğine ne oldu bu kadının? ağzından laf alamıyorum!

“açıklama yaparsanız sizden para almayacağım...”
“para önemli değil...”
“o halde açıklama yapmamanız için bir neden yok?”
“çok anlamsız bu dediğiniz...”

evet yahu... saçmalıyorum!

“bakın şöyle izah edeyim... polis beni, akıl sağlığımın yerinde olduğuna dair bir rapor getirmem karşılığında serbest bıraktı...”
“yalan söylüyorsunuz...”
“nereden biliyorsunuz?”
“polis öyle iş yapmaz...”

ya bu kadın akıllanmış ya da ben onu aptal yerine koyup hafife almışım... gerçi saçmalıyorum ama bütün ihtiyarlar biraz saf değil midir?
değildir!

“anlaşılan bana hiç bişey anlatmayacaksınız?”
“anlatacak bir şey yok ki? aleti buldunuz galiba?”
“ee... evet buldum... aslına bakarsanız çok da zor olmadı...”

bunu neden söyledim?

“ee.. işte... denedim çalışıyor... tabii pin kodunu...”
“burada bir piriz falan var mı?”
“tabii... ee.. şuradan kullanabilirsiniz...”
“teşekkür ederim...”

telefonun burada şarj olmasını bekleyecek değil heralde....

“ne kadar sürede şarj olur, bir fikriniz var mı?”
“üç beş saat sürer... bilemiyorum... hiç anladığım bir şey değil...”
“ben de anlamam... ama en azından çalıştırabiliyoruz... evet...”

şimdi mesajlarına bakmak isteyecek ve hayal kırıklığına uğrayacak.... kesinlikle acımıyorum...

“işte...”
“eh...”

gülüyor? demek ki bir şey var? hay aksi? olamaz ama? ne yapmalıyım? yine gülmeye başladı... beklemekten başka yapabileceğim bir şey yok...

“aslında ben.. mesajları okuyabileceğinizi pek...”
“biliyorum... düşünmüyordunuz....”
“hayır... yani... sanmıyordum... daha doğrusu kuşkuluydum...”
“önemli değil...”
“ee..”

bari mesajın ne olduğunu söyle... bana dön ve sen seçilmiş birisin diye lafa başla, ben sana tanrı tarafından mesaj aktarılmasını sağlamakla görevli meleğim, tanrının kutsal sözlerini bu telefona gelen mesajlar aracılığıyla insanlara yayacaksın sevgili oğlum, al bu telefonu ve hakikatti anlat insanlara...

“bana bir bardak su getirebilir misiniz rica etsem?”
“tabii... tabii getiririm hanımefendi... ama rica ederim ben mutfaktan döndüğümde yok olmayın!”
“buradayım merak etmeyin...”

üzerine bir bardak su içmeyi gerektirecek bir mesaj... kasanın şifresi, evlenme teklifi, doğum haberi, piyangoda bu hafta kazanacak numara, yemeğin tuz oranı, terör örgütünün bir sonraki hedefi? kim bilir ne? akşamki diziyi kaçırma, gecikme, gitme, gelme, dokunma, koş gel, ceeee! al sana bir bardak tertemiz su.... ölüler su içmez!

“teşekkür ederim...”
“afiyet olsun... anladığım kadarıyla önemli bir mesajdı...”
“önemli mi? ah evet...”
“şarj aletinin işe yaramasına sevindim... hanımefendi, size karşı dürüst olmaya karar verdim... aslında dürüst olmaktan başka bir seçeneğim yok galiba... demem o ki hanımefendi aslında telefonunuzu çalıştırabileceğinizi bile sanmıyordum... gerçekten de çalışmaması lazım aslında... yani sim kartının çalışmaması lazım... sizinle ilgili aklımda bir dolu muamma var hanımefendi... teknoloji dahil olmak üzere bir çok şeyde, gerçekleşmesi olanaksız kabul edeceğim durumlarla karşı karşıya bırakıyorsunuz beni... sanırım...”
“gerçekten mi?”
“evet hanımefendi gerçekten... hatta gerçekten demek bile beni rahatsız ediyor....”
“aslında sizi üzmek istemem...”
“hayır üzmüyorsunuz... siz benim müşterimsiniz... eh, müşteri her zaman haklıdır derler ama ben de bir tüccar değilim... ya da ne bileyim işte satıcı falan...”
“iyi bir insansınız...”
“ee... teşekkür ederim... meraklı olmamı hoşgörün ama gerçekten de merak edilmeyecek gibi değil, gelininiz ve torununuz neden garip davranışlar gösterdi bana karşı?”
“garip davranmıyorlar?”

eveeet... çok güzel...

“o zaman? ee? sizin onlarla ilginiz...”
“gelinim ve torunum.... bundan bahsetmiştim...”
“hanımefendi; zaman makinesine atlayıp, ortaçağda keşişlere diz üstü bilgisayarınızı gösterip, ee argümanları bunun hafızasına atalım böylece saklaması ve koruması çok daha kolay olur deyip, onların sizi şeytanın kız kardeşi olarak yakmak istemeleri karşısında da, bana şu anda baktığınız gibi bakıp, ne var bunda, alt tarafı birkaç diskete ihtiyacımız var, aptal mısınız siz mi diyeceksiniz?”
“nasıl?”
“yani hanımefendi, onlar saçmalamıyorsa, ve bu, gün kadar açıksa, çünkü bana öyle bakıyorsunuz, siz bir yaşayan ölüsünüz ve bu hiç de şaşılacak bir şey değil, öyle mi?”
“ah; olur mu hiç öyle şey....”
“nasıl şey? lütfen benimle dalga geçmeyi...”
“dalga geçmek mi aman efendim...”
“ya da oyun oynamayı bırakın... telefonunuz yanınızda mı?”
“evet?”
“beni arar mısınız lütfen...”
“şimdi mi?”
“evet hanımefendi... en azından teknoloji konusundaki sallantıyı durdurmam gerekiyor...”
“sallantı mı?”
“lütfen benim telefonumu çaldırın....”
“buna gerek yok....”
“rica ediyorum...”

bilim ne işe yarar? adı üzerinde bilmeye yarar... yani kavramaya, anlamaya, açıklamaya, rahatlamaya ve huzur içinde bir uykuya... en azından görünürdeki amacı budur... bir taş düşmüyor mu? bakalım, işte, incecik bir sicimle asmışlar tavana! bu kadar; tekrar atmaya başlayabilirsiniz taşlarınızı, düşecektir... işte bilim budur... bilim rahatlatıcıdır, kas gevşeticidir, oh dedirtir! denmeyecekse bile dedirtir; o denli sağlamdır! işte bilim! işte bilimsel açıklama metotları! işte çalıyor telefonum! arayan “geveze moruk”. aman görmesin....

“evet hanımefendi... teşekkür ederim...”

şimdi deneyimizin kontrol bölümü... bu deneyi ilk ve son kere graham bell yapmıştır her halde... ama telefonu o icat etmedi diyorlardı galiba... her neyse; a telefonuyla b telefonu arandığında b telefonu çaldı.... b telefonuyla a telefonu arandığında...
...çalıyor?

“titreşim modunda mı telefonunuz?”
“hayır?”

niye gülüyor bu kadın?

“alo?”
“...ee...”

bilimsel gelişme gümledi!

“bana... bunun açıklaması gerekiyor... hanımefendi? nasıl olur bu? beni aradığınız numarayı aradım ve... gelininiz miydi o?”
“bilmiyorum ki kimi aradığınızı?”
“sizi!”
“ben karşınızdayım zaten; neden arıyorsunuz beni?”

bu kadın niye gülüyor? ...dalga geçiyor?

“bu olanaksız hanımefendi! nasıl olur da başka biri açar telefonu?”
“aslını soracak olursanız ben, her seferinde aradığım numaranın çalmasına daha çok şaşırıyorum....”
“dalga geçiyorsunuz benimle!”
“hayır; olur mu hiç!”
“belki de benim bilmediğim bir servisi kullanıyorsunuz! tek numara ayrı telefonlarda!”
“bilmiyorum... ben hiç anlamam bu tür şeylerden....”
“olamaz ama... bir telefonda iki hat tamam anlaşılır... ama iki hattın tek telefona... saçma... gerçi yapmışlardır, hayatta her şey olabilir... neler yapıyorlar... ama...”
“güzel dediniz...”
“efendim?”
“hayatta her şey olabilir dediniz?”

öyle mi? her şey mi? hepsi? olacak şeyler ve olmayacak şeyler ayrımına ne oldu? bu ayrımı kim yapıyor, bu ayrımı bizzat hayatın kendisi yapıyor... hayat ne? ben dağıla toplana yalama oldum... hayatta her şey olunabilir... yalama olmak da bir şeydir... her şeyden bir şey... ölüm ne peki? o da bir şey... ölüm hayata dair bir şey, tamam hayata dair ama hayat kelimesinin karşıt anlamlısı... yani hayata dair ama ondan tamamen başka... için dışının içinin dışı gibi mi? ne ki şimdi bu? tekerleme gibi... ne işe yarar bunlar? hayatta her şey olabilir dedikten sonra hiçbir şey bir işe yaramaz ki! hayatta her şey olmaz; bazı şeyler üfürüktür; hayatta bulunmaz... nerede bulunur? sokakta, caddede, ormanda, dağda bayırda bulunmayan... dağılmak yalama olmak gümlemek bunlar da bir şeydir ve hayatta her şey olabilir ama sırayla, ard arda, bağlantılı, ilişkili, anlamlı, bilimsel... ne yani sen ölü müsün! ölü ölü burada oturmuş bana gülümseyebiliyor musun? bu hayat mı şimdi her şeyi olan?

“...aslında hiç gelmemeliydiniz apartmana... adresi laf olsun diye istediğinizi zannettiğimden, hiç düşünmeden alışkanlıkla yazıverdim oraya... sonra aklıma geldi ama...”
“pardon? hanımefendi... affedersiniz... doğrudan soruyorum, saçma bir soru ama sormak zorundayım...”
“buyrun?”
“siz ölü müsünüz?”
“ölü gibi durmuyorum inşallah? hayır ölü değilim...”
“teşekkür ederim...”
“ama dört yıl önce öldüm...”
“...evet...”

sakat!

(bölüm on dört)

başlık tipitip olacaktı ama blogger artık yasaklı ve yazı iki gün öncesinin - keyifsiz

0 y o r u m
Neden hiçbir şey biriktirmiyorum diye hayıflandım az önce kendi kendime. Atalar, dedeler, büyükler.. Hiç dikkate almamışım hiç zamanı geleceğini düşünmemişim. Hafızam da kötüdür benim. Hadi nesneler yok, bir imgesi bir anısı da mı olmaz zat-ı şahanem?
Önce “demir atamamak bu” dedim içimden, sonra “artık demir almak zamanı” diye bi cümle geliverdi aklıma, neydi diye aynen yazdım arama şeysine. Meğer Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirindenmiş:

“Sessiz Gemi

Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan...”

- Kopyala yapıştırdır –

Bu şiir koyma mevzu herşeyi mahvetti. Havasını bozdu yazının. Ne yapsam adam olmaz artık. Tarkovsky’nin bir filmini izlemiştim geçen Pazar. Rusça şiirler de okunuyordu boyuna. Hani şiir okumanın bir tonlaması, vurgusu falan olur ya aynen öyle. Uykum geldi ayıptır söylemesi.
Şiir hmm pek sevmem. Şimdi bu şiiri okuyup pis pis gülümsediğimi itiraf etsem bir sürü insan bana öfkeyle bakıp, bir şey eksikliğiyle suçlarlar mı beni? Gerçekten korktum. Artık demir almak iyi bir şey. Gidiyorsa, gittiyse, gitmiştir. “C’est la vie”. Yani bir filmi izlerken içinde olunan mod – şüphelerimde haklıymışım tdk.gov.tr’de böyle bir kelime yok – mod yani - başka, sonrası başka değil mi? Yani film bitince unutulmaz mı? Ya da bölük pörçük hatırlanır, uydurulur bi kısmı falan. Yoksa ben izlerken fazla kendimi mi kaptırıyorum! Zaten ambidexter olmakla ilgili korkutucu bir haber okudum bugün. Yani belki de film izlerken filme göre mod diye bi şey yok aslında. Hep aynı mod var. Olamaz ama film izleyip ağlayabilen insanlar da tanıyorum. Oh, çok rahatladım.

Ben aslında tipitip, bi-bip ve pembo hakkında konuşmak istiyordum : )= 25.10.08

Zorlanan ve anımsanan

Tipitip: Nispeten uzun ince dikdörtgen prizma şeklinde çift oluklu beyaz, vanilyamsı tatta. Ya da tadını neye benzeteceğimi bilemiyorum. Şekerli. Resimli yüzü içeriye gelmek üzere katlanmış mini karikatürlü ince, neredeyse yarı şeffaf, beyaz mumlumsu kağıda sarılı. Dış ambalajı sarınsı renkte, tipitip tiplemesinin kafası görünüyor. Çok uzun ve dolgun bir burnu ve gözlükleri var. Kafasında bir kasket. Karikatürlerin içeriği bilinmiyor. Balonu yeterli yoğunlukta değil. İki tane çiğnenmeli.

Pembo: Küpümsü, çift oluklu, mat pembe renkte. Şekerli. Çileğimsi tadı var. İlk çiğneyişlerde bol şekerli ve aromalı tükürük salgısını arttırıyor. Sadece dıştan ambalajlanmış. İçinde karikatür vb yok. Tadı kaçana kadar bir tane çiğnenerek yetinilebilir.

Bibip: Hakkında hiçbir bilgi yok.

Doğrulanamayan ve bulunan

Tipitip 1974 doğumluymuş. Bilgilerin geri kalanının doğruluk oranı çok yüksek.

Pembo diye bir karakter varmış. Topu eline iple bağlayıp potaya atarmış. Topla potaya girdiği de oluyormuş. Nedense buna gülesim geldi. Forumlarda basketboldan bolca sözediliyor Pembo’dan bahsederken. Demek içinde karikatürlü başka bir iç ambalaj varmış.

Mardin’de de Pembo lakaplı bir uyuşturucu satıcısı olduğunu ve 'estel 47' Adlı uyuşturucu operasyonunda yakalandığını da öğrendim.

Bibip içinden araba resimleri çıkan bir çikletmiş. Çok da popüler değilmiymiş nedir. Hakkında az bilgi var.

Sevmemek bir tarafa yok bile 80’ler.

Blogger artık yasaklı değil 28.10.08

on iki : ölüler güvenemez

(burada başladı, burada da bir önceki bölüm var)

yaşadıklarımı ya da yaşadığımı sandığım şeyleri ya da olan biten her şeyi ya da olup bittiğini sandığım her şeyi... ne haltsa, aklımdaki her şeyi bir daha bir daha anlattım... o sırada polis minibüsündeydik... polis minibüsünün orta koltuğunda... yahu minibüse ne gerek vardı? hayır bu konuda konuşmadım. dedim ki, olabildiğince sıradan gelişiyor her şey... aslında evet olabildiğince sıradan biriyim. daha da sıradan olmak istiyorum. bir kişi ne kadar sıradan olmak isteyebilirse ben ondan iki kat daha sıradan olmak istiyorum... iki kat sıradan olmanın enteresan bir yanı yok... bunu tartışmak istemiyorum; zaten kimse de istiyor görünmüyor... bunu anlıyorum ve bu konuda düşünmüyorum... beni ilgilendirmiyor. beni hiçbir şey ilgilendirmiyor. bakın ne diyorum, değer yargılarını koşulsuz kabul edebilirim, asla kamuoyuna ters düşmek istemem... hatta ligleri takip etmeye bile başladım, uygun bulduğum bir takımın renklerinde akıtacağım kanımı gerekirse! konuşulanları anlamak, insanlara bir şeyler anlatmak istiyorum. tehlike yaratacak bir politik görüşüm bile yok benim düşünebiliyor musunuz!... birazcık varsa bile, şuncacık politik görüşüm, sadece sabun gibi; birazcık ıslanmayla hemen değişebilir, kayıp gidebilir... sabuna saplanmış toplu iğne gibi bile değildir hem, tamamen kaygandır... toplu iğneler tehlikelidir... sabuna bastım düştüm demek var sabunun içindeki iğne topuğumdan girdi şimdi kalbime doğru ilerliyor demek var. bu gibi sebeplerden yüzeysel bir insan olmaya karar verdim. hayır karar vermedim; bu benim seçimim değildi; yüzeysel bir insan olduğumu fark ettim ve bunu olgunlukla karşılayıp, kendimi değiştirme çabasına girmedim... hiçbir şey hakkında fazla bir şey bilmek istemiyorum; günü kurtarabilecek kadar bir bilgi birikimi bence yeterli. keşke sizinle açık açık konuşabilsem bekçi efendi, polis bey, baş komiser hazretleri... yoksa devlet, tabiat ve tanrı hatta aşk konusunda mevcut idari politikalarımıza ters düşebilecek, değil tehlikeli ve yıpratıcı bulabileceğiniz, aksine en fazla salak sepet bulabileceğiniz fikirlere sahip olabilirim... bana öyle geliyor... örneğin şu anda nezarethanede bulunmam konusunda çok sivri eleştirilerde bulunabilirim ve bu fikirlerim toplumun ve milli beraberliğimizin neredeyse duvar kadar sağlam yapısına tekme atmak gibi olabilir... evet biliyorum bizim toplumumuzun duvar örmedeki yeteneğini... on beş kere falan duvar örmedik mi dedemlerle onun dedeleriyle falan... aslında birbirimize düşman değiliz sadece kendimize düşmanız ama ben neler saçmalıyorum! allahın cezası doki beni ziyarete gelirken somun ekmeğin içinde kocaman bir törpü getir... sen, esaretin bedeli diye bir film vardı, işte onu izlemiş miydin? ben izlemiştim... bir de kelebek diye bir film vardı... yumurta yiyordu orada steve mcquin miydi neydi araba kazası yapıp ölen biri vardı bir dolu yumurta yiyordu yutuyordu yılan gibi, yarışma gibi bir şeydi galiba... ama ben ne diyorum! ... bok yiyorum... yutuyorum!

bana ülkenin en iyi avukatını bul doki... jürinin önüne hazırlıklı çıkmak istiyorum! ama ülkemizde jüri olmaz ki mahkemelerde... hatta şöyle uzun uzun savcı avukat tartışmaları bile yaşanmaz ki... işte dosyalar işte belgeler işte ifadeler işte sonuç: bir sonraki hafta buluşmak üzere! sadece kağıt üzerinde var olmak ne kadar anlamsız; yaşam belirtisi yok; sadece kelimeler! oysa ben anlatmak istiyorum, evet kendi savunmamı yapabilirim, sayın yargıç sevgili jüri üyeleri, dinleyin beni! müesser hanım, soyadı yok mu bu kadının, vardır, müesser gömüt, müesser göçmüş, müesser titanik! durun sevgili jüri üyeleri; bu kadının benimle iletişimi var! bunu kanıtlayabilirim! nasıl kanıtlayabilirim? elimde bulanık fotoğraflar, titreyip duran video görüntüleri bile yok... kanıtlayamam! büroma geldi, bir iki kere de telefonla görüştük... peki onunla olan ilişkimi herkesten saklamaktaki amacım neydi? durun! onunla ilişkimi herkesten saklıyor değilim ben! itiraz ediyorum! itirazım kabul edildi mi? ah teşekkür ederim... ilk defa bir itirazım kabul ediliyor... tamam konuyu dağıtmayacağıma yüce mahkeme önünde and içerim... kuran’a el basmak istiyorum; hatta incil’e ve tevrata’a bile... bana eski ahiti getirin, on emirin saklandığı sandığı ve buda’nın kafatasını... hepsinin üzerine el basarım ki sizlere doğruyu ama sadece doğruyu söyleyeceğim... sayın hakim; bu kadın ölmüşse, asıl ona dava açmak gerekir çünkü ölü birinin insanlarla iletişim kurabilmesi fizik yasalarına aykırıdır! fizik yasaları ve bilimsel anlayış hunharca katledilmiştir bu kadın tarafından... yok eğer hala pembe nüfus cüzdanı sahibiyse, homoseksüel sapık yalancı inatçı pislik torunu ve inatçı meraklı şaibeli gelini suçludur!

...yoksa bunlar yaşlı kadını öldürdüler mi? öldürmüşlerse bu gün yapmış olmalılar bunu... çocuk demek o yüzden eve gelmemi istemiyordu çünkü anneannesini öldürmüştü... sonra annesine telefon açıp, anneannesini yanlışlıkla (!) öldürdüğünü, bu davranışını saygıyla karşılamaları gerektiğini, özgür bir insan olduğunu falan söylemiştir... annesi de derhal eve gelip cesedi yok etmekten başka bir çözüm üretememiştir... tam bu arada devreye ben girdim büyük bir talihsizlik sonucu! kapı önünde neredeyse saçma sapan bir nedenle bulunmam karşısında polis, hele bir de şikayete geldiklerinden, büyük bir yanlışlıkla beni gözaltına aldı... şu anda ana oğul zavallı kadını kim bilir hangi kuyuya atıyorlar, hangi inşaat sahasına gömüyorlar, hangi tencerede lime lime olmuş etlerini kaynatıyorlar!

yok onlar haklı ise... ama olamaz ki onlar haklı olamaz ki! onlar haklıysa onlar da dahil her türlü gerçeklik sallantı geçirir... di mi ama; eğer ben yaşlı geveze ihtiyarı uyduruyorsam pekala onları da uyduruyor olabilirim... ama bu nezarethaneyi neden uyduruyorum? manyak mıyım ben? diyelim manyağım, tamam manyağım, ama olayları uydurmakla mekanları uydurmak arasında fark vardır... uydurmak ne demektir; uydurmak gerçekte olmayan bir şeyi hayal etmek, öyleymiş gibi düşünmektir... oysa bu nezarethane hiç de uyduruk değil! demek ki bazı şeyleri uyduruyorum ama farkında değilim ve kendimi boktan bir nezarethanede bulacak kadar kaybediyorum... o zaman evet ben akıl hastasıyım... neyim? şizofrenik miyim? bilimsel bir açıklama bir teşhis gerekli... hayır efendim ben kalkıp da o ihtiyarın bir hortlak hayalet zombi ecinni her ne haltsa, olamayacak bir şey olabileceğini düşünmektense akıl hastası olduğumu düşünmeyi tercih ederim... akıl hastaları akıl hastası olduklarını kabul ederler mi? guguk kuşu’ndaki birkaç hasta, hasta olduklarını kabul ediyorlardı... o bir film! film ama güzel bir film, çok gerçekçi ve etkileyici! hayır, ben manyak olamam! yani bu kadar da manyak olamam! bin dokuz yüzlü yılların başından beri dünyadaki her olay ve olgunun, pozitif bilimlerce açıklanabileceği kabul edilmedi mi? bu kabul ediş genlerimize kadar işlemedi mi? ben ve babam ve onun babası her zaman için bilimsel açıklamalara güvenip de köprülerden geçmedik mi? nereden biliyorduk geçtiğimiz köprülerin bize anlamsız oyunlar oynamayacağını; fizik bilimine güveniyorduk! hala da güveniyoruz; daha doğrusu ben güveniyorum; ölüler güvenemez... ölüler aktivitelerini kaybetmiş maddelerdir ve ölüler işte binlerce yıldır öyledir ve ölüler yaşarlarken ne kadar geveze olurlarsa olsunlar konuşabilme yeteneklerini hatta tüm yeteneklerini örneğin cep telefonlarına şarj aleti aratma yeteneklerini, bunun için iletişim kurabilme yeteneklerini yahu her türlü her şeylerini kaybederler ve işte eskiden kalan mezarlardan çıkan ölüye ait olduğuna inanılan eşyalar bu yüzden kullanılmamış olarak binlerce yıl sonra bulunur ve buradan da bir kere daha anlarız ki ölüler sadece durur ve çürür! yok olur! bu kocaman hakikatten şüphelenmem bile aslında biraz manyak olduğumu gösterse de beni manyaklaştıranlar utansın diyorum başka da bir şey demiyorum... hayır durun! daha savunmamı bitirmedim! ben masumum! evet yahu ben hakikaten masumum... en azından bir suçum yok... baksana kalkıp loş ışık altında sorguya bile çekmediler beni... ne soracaklar ki hem? ben olsam bana şöyle bir bakar ve bu adam, kendine güveni tam, aklı başında üstelik sevimli biridir, onu yalancılıkla ya da toplum huzurunu bozmakla suçlamak saçmadır, daha neler, nereye gidiyor bu çılgın dünya, bırakın bu adamı ve ona saygı duyun, diye haykırırdım! aptalca şeylerle ilgilenmeyen bir dedektif olurdum heralde... illa ki bir sorgulama olacaksa bana işe yarar şeyler sorardım; bildiğim her şeyi söküp alırdım, sigaramın dumanını yüzüme üfler ve konuş derdim, konuş! bana tüm bildiklerini anlat kahrolası! gözlerimdeki kararlılığı görünce korkuyla titrer ve ötmeye başlardım... sandalyenin bacağına bir tekme!
en baştan başlayalım kahrolası!

minnet minnet’e karşı:
“kimsin sen?”
“ben minnet...”
“aferin... kendini bilen insanları severim... suçlu musun?”
“hayır; ben masumum, ben hiçbir şey yapmadım!”
“aferin... ne yapmadığını bilen insanlardan hoşlanırım... en sevdiğin film hangisi?”
“ee... aslında...”
“lafı geveleme! bana gerçeklerden bahset! eninde sonunda konuşacaksın!”
“büyük lebowski! en sevdiğim filmdir...”
“aferin... filmlerden anlayanları hep gözüm tutmuştur... peki bir fil dört vosvosa nasıl biner?”
“binemez?”
“çok güzel! dikkatli ve mantıklı insanlarla zaman geçirmeye bayılırım! o halde seni neden bu delikten çıkarmıyorlar? yoksa benden sakladığın bir şeyler mi var? hayatın anlamını falan mı biliyorsun yoksa? sakın biliyorum deme yoksa seni pataklarım! sana biri hayatın anlamını biliyor musun diye sorarsa, kimin hayatının anlamı, diye cevap ver... biraz akıllıysa susacaktır... bunu da teşkilattan bir öğüt olarak aklına kazı... biz her şeyi biliriz ama çoğunlukla bilmezden geliriz... böylece şey olur... işte, en azından gizemli olur... seni buraya gömecekler mi niye çıkarmıyorlar bir saattir? belki senin akıl almaz düzeyde, kapalı yerde kalma korkun var? bunu neden hesaplayamıyorlar? ya da özgürlük tutkun? tıpkı bir kuş gibi... saçmalık! kuşlarda akıl yoktur! kuş beyinli bir varlık için özgürlükten bahsetmek bile saçmalık! tarihsel bir hatadır kuşları özgürlükle özdeşleştirmek... sen kuş değilsin! ama özgür de değilsin... çünkü seni burada unuttular!”

beni unutmuş olamazlar ama neden çıkarmıyorlar? ah evet baş komiserin gelmesini bekliyorlar ama burada baş komiserden başka aklı başında adam yok mu? elimde bir kutu dinamitle bulunmadım ya ben! umarım bu saatlerde huzurlu şehrimizde kanlı bir cinayet falan işlenmiyordur... işleniyorsa bile suçlu, ben buradan çıkmadan yakalanmamalı... hiç uğraşamam şimdi, allah kurtarsın, suçun neydi, koğuş ağası kim olacak gibi dertlerle... eli kanlı bir adamla ne konuşabilirim ki ben? hayatında doğru dürüst film bile izlememiştir... galiba sadece filmlerden konuşabiliyorum? olur mu canım; ben her şeyden konuşabilirim... at yarışlarından futboldan politikadan ama yüzeysel politikadan o zaman politikacılardan demek gerek; konuşamam... sıkılırım... bana ne derim ama o zaman adam kıllanır... ne ayaksın sen der bana; ben ayak değilim, sen ne ayaksın asıl! al başına belayı... katil edecekler beni en sonunda!

(devamı var...)

Pazartesi Sendromu

0 y o r u m
Herşeyi engellenmiş, internete bile giremez, bir iş yapmak için oraya buraya, oradan başka yere, sonra ana sunucuya bağlanan, tekrar aynı yolu takip ederek aldığı yetki ile gelip binbir meşakatle bir dosya açabilen bu gariban cihazla herhalde çalışacak değilim. Bir süre önce karar verdim: hiçbir şey sinirimi bozamaz.

Madem bu cihazın, ya da aslında sistemi kuran çok uluslu (tabii içinde Türk de var) zihniyetin acelesi yok benim hiç olmamalı. Yarına kalsın işler, sonraki güne ondan sonrakine ve sonrakine.

Böylece hep bir meşguliyet, bir üretkenlik sanrısı, üstüne üstlük çok çalışmaktan şikayet etme hakkı. Yaşasın yalan işler!

Eh bu kadar üredik, uzun yaşamanın yolları arttı, bir de istedikçe istiyoruz, istediğimizi almak için legal illegal herşeyi yapıyoruz.

Yalan işler gerekli.

Oynayalım, Oyalanalım, kendimizi önemli zannedelim, kuşkularımız kuruntularımız olsun, gardımızı alalım, hatta saldıralım, duygusal gerilimler yaşayalım, cinsiyete göre de gözyaşları dökelimin karşılığında da otuz yıl önce 50 tane olup şimdi 5000 olan çeşitli pozisyonlar için (meslek diyemeyeceğim) para cinsinden belirlenmiş karşılığı aybaşı veya ayortasında neyse alıp en yeni en harika metalara koşalım.

Aldıkça çoşalım. Daha altı ay bile geçmeden yiyecek dışındakilerin tabii modası geçmiş olsun.

Yediğiniz şeylerin de ne enfes olduklarından sağda solda bahsetmeyi sakın unutmayın!

Modası geçmiş O t-shirtle o ayakkabıyla o mp3 çalarla o cep telefonuyla dışarı çıkamaz olalım.

Gözler var heryerde gözler.. Neyin var neyin yok görür onlar. Sen de görürsün.

"Lütfen TV izleyerek uyuşmayı unutmayın - mümkünse yerli dizileri tercih edin -"

City's'in bilmem neresinde bilmem ne var, oradan şeyettim ben bu şeyi. Yürü be kim tutar seni.

Hobilerin nerede? Nerede o canım kurslar? Beşinci bir dil, bilgisayarlı grafik, latin dansı, fotoğrafçılık falan? Cam-ahşap boyama, takı tasarımı, çikolata yapımı? Anüsünüzün kenar kaslarını geliştirmenizi sağlayacak yeni tembel sporları? Bunlar yoksa nasıl farklılaşacaksın başkalarından.

Nasıl ben buradayım diyebileceksin..

Ama ek mecralar da var elbette bebeğim. Yanında her daim bir kamera dolaştır dijitalinden. Orası burası o bu şu.. Oradayım buradayım onunlayım bununlayım, oh ne zevk sahibi, ne aktif ve popüler ne eğlenceliyim. Yalayın beni.. Tatmin olmak istiyorum.

Kendimden geçmek, huşu, quantum bilinç, osho osho, hiçlik, bir ben, tek ben, parçalar.. birleşicez ama bi gün..

Ben kimseyle birleşmek istemiyorum.

Hayvan olmak istiyorum.

Hayvaaaaannn.

Siz birleşin ben bi bakacağım ne çıkmış ortaya. Mmm beğenmedim. Ayrılın bi daha birleşin. Şu parça olmadı.

Midem bulanıyor kusacağım galiba. Ciddiyim. Bi dk.

perfidia

zaman ve mekan kırıldı; bunu nasıl anlatabilirim; olmayan bir adaya düştüm diyelim? dört farklı anahtar ve bir kilit tutuyorum elimde. sadece bir kilit nedir ki? kapı, dolap işte onun gibi bir şey gerekmiyor mu?
bir uzaktan kumanda var, sırf o havada süzülmesin diye altında da ahşap bir sehpa. hiç şaşırtıcı olmamakla beraber, bir televizyon ya da kumanda edilecek bir şey göremiyorum.
tek bir sigara var, yıllarca yanmaya yemin etmiş bir zippo çakmak yanında ve onlar da sehpanın üzerindeler. hemen uzandım sigaraya; özel bir an bekleyecek değilim; çok da güzel oldu!
açma halkası (bunu ödüllü kampanyalardan biliyorum, yoksa ben öyle demezdim) bulunmayan bir fanta var. sigaradan sonra içmek istedim. parmağımla biraz bastırırsam o bölümü içeri göçer diye düşündüm ama “hayır” dedi bana, kardeşimin üç beş yıl önce getirdiği küçük porselen saki bardağı, “hayır öyle açılmayacak; öyle açılsa ne kadar da güzel olur değil mi hayat? oysa hayat güzel olacak olsaydı zaten senin şu açma halkası dediğin şey yerinde olurdu” oysa bir yudum bile saki içmedim şu kısa hayatım boyunca! “ona açma halkası diyen ben değilim!” diye itiraz etmeden de duramadım ama.
güçlü bir baskı en sevdiğim yüz şarkının listesini hazırlamamı söylüyor; başka zaman olsa zevkle yaparım bir liste ama kırık ki zaman olsun mekan yok! o güçlü ve anlamsız baskıyı ciddiye almıyorum ve anahtarlardan birini kilide sokup fantayı açıyorum. ne hoş sürpriz, fantanın içinde bir şey yok; açma halkasının olmaması boşuna değilmiş.

Osman

0 y o r u m
Nefis bir C.tesi günü geçiriyorum. İki parti uyudum ve hala pijamalarım üzerimde. Pijamalarım üzerimde dediysem uzun bir duş faslı için bir ara çıktılar. Envai çeşit kendini şımartma harekatından sonra yine kışlık pijamalarımı giydim. Doğalgaz sobam hala bozuk, amma velakin soğuk sever biri olarak ayağıma çorap giymeyi tercih ediyorum. Hem daha Kasım ayında bile değiliz. Fırsat bulunca (ne demekse – bence isteyince demek-) tamir ettireceğim sobayı da. Allah o günleri göstermesin, doğalgazımız kesilse elektirik de olmayacak, bu durumda yazma şansım hiç olacak. “Hiç” de en sevdiğim kelime. Dövmesini bile yaptırdım sol iç ayak bileğime.. Yine de doğalgazın kesilmesi durumu için sobasızlık iyi bir alıştırma, elektirikle de ısınamayacağız o zaman. Kriz de var globalinden belki de toptan komünist olacağız. Komünizmi bir araştırmam gerek. Hakkında bu kadarlık bilgimle ahkam kesemem. Avantajları nedir dezavantajları nedir bilmek lazım. TL cinsinden kredi borçlarım ne olur acaba? Yine de henüz asayiş berkemal iken gidebilsem ya dağlara. Yardım kampanyası başlatmayı düşünüyorum kendime de utanıyorum. Herkes bi 50 YTL verse.. Gün gibi yapalım sonra ben de sıram gelince vereceğim.
Osman..
Üç yıldan fazla bir zaman olduğunu sandığım bir süredir yaşadığım bu minik mekanda o zaman bu zamandır bana yarenlik ettiğini sanan aslında benim çok hoşlanmadığım hızlı hareket ettiğinden de kendisi ile ilgili vurma, yaralama, ötesinde yoketme gibi bir eylemde bulunamadığım sevgili partnerim.
1,5 – 2 mm boyunda, tombul, siyah, minik kanatlı ve bu özelliklerine rağmen hiç de hantal olmayan, vızz sesi bile çıkmadan irtifa değiştirebilen partnerim.
Bazen sevgi dolu anlarıma denk geliyor ve kibarca kendisiyle konuşup burayı terk etmesini istiyorum. Nafile. Ya anlamamazlıktan geliyor ya da anlamıyor. Ya saygısız ya aptal. İkisi de sinirlendiriyor beni.
Kovalamıyorum bile. Yakınıma gelirse yalakamaya çalışıyorum. Hani yakalasam pencereden dışarı bu nefis dünyaya salıvereceğim. Ama hayır. Keçinin teki. Bana benziyor kerata. Ne istediği de belli değil. Sokmuyor, kaşındırmıyor da. Aynı ben. İşte böyle düşünüp durayım diyorum olumlu olumlu, her canlıya saygı sevgi itibar. O n’aapıyor? En top modumda kendini gösteriveriyor. Fütursuz.. 10 cm’ye kadar yaklaşıyor bana. Kafamı dağıtıyor. Git diyorum. Yok oralı bile değil. Aramaya çıkıyorum şu kıç kadar mekanda, yok. Yer yarılmış içine girmiş. Dış kapının orada görüyorum. Çok az hareket ediyor. Ama ışık hızında. Duvara geçti. Çıplak elimle hızla vuruyorum tappppp. Eeee Osman nerede? Yok.
Üç yıldır her seferinde vazgeçiyorum Osman’la böyle mücedeleye girmekten. Ne zararı var?
Üstüme bile konmuyor aslında.

on bir : nedir hanımefendi saçma olan?

(burada başladı, burada da bir önceki bölüm var)

şehirden uzaklara inşa edilen bu siteler hakkında ortaya atılan tüm sosyolojik ve politik teorileri okumak isterdim... arı kovanı gibi... tek tip binalar, tek tip biçimler... neredeyse her büyük şehrin dışında benzer yapılanma... aman bana ne... param olsa heralde ben de böyle bir yerde kalmak isterdim... altında araban olduktan sonra belki de en güzeli... varoşlar patlayıp da yağmalamaya başladığında da yazlığa gidersin... büyük ihtimal yaz aylarında patlar zaten varoşlar... kar kış kıyamette kimse ayaklanmaz...
şuna bak, ne sokak ismi ne apartman ismi. sadece rakamlar... dosya arıyorsun sanki! ama ben aramak ve bulmak konusunda bir uzman olarak bundan şikayet etmemeliyim... ya da etmeliyim. hatta sadece ben şikayet etmeliyim... bir uzman tarafından, eleştiri boyutlarında ciddiye alınması gereken bir şikayet!

telefonlara hep o bakıyor, umarım kapıya bakmaz! yirmi dört numara... bas düğmeye, yaklaş mikrofona, dikkat canlı yayına girmek üzeresin... pekala sadece apartmana girmek üzeresin!

“kim o?”

bu o! sosyal yaşantısı yok mu bu veledin!

“polis...”
“ben sizi görüyorum... pek polise benzemiyorsunuz?”

hay aksi... kamera olduğunu fark etmeliydim....

“şaka yaptım... lütfen açar mısın kapıyı?”
“kimsiniz?”
“ee.. ben minnet... telefonla aramıştım...”
“ooo! evde kimse olmadığını öğrendin ve şimdi de hırsızlığa geldin öyle mi! hemen gitmezsen polis çağıracağım!”

bu... çocuk... beni... hasta... etti!

“babaannene ulaşamıyorum... nerede kendisi?”
“öldü o! babaannem yok benim!”
“bak... ee.. gerçekten önemli...”
“polis çağırıyorum...”
“dur çocuk! babaannene vermem gereken bir şeyler var!”

konuşsana velet! açsana kapıyı!

“alo!”
“pardon?”

bu da kim? asıl ben kimim burada alo alo diye yırtınan... gerildim yine... hayır panikledim!

“ee... meraba... siz... ee... müesser hanımı tanıyor musunuz?”
“kimi?”
“ee... müesser... hay aksi soyadını yazmamış... bu adreste bulunması gerekiyor? yanlış geldiğimi sanmıyorum? bir de siz bakın...”
“siz kimsiniz?”
“ah affedersiniz... ee.. ben minnet... müesser hanım benim bir müşterim...”
“ne iş yapıyorsunuz?”

bu apartmanda oturmak için geveze, çatlak ya da meraklı yani bir şekilde sakat olmak ön koşul galiba!

“ee.. ben insanların aradıkları şeyleri onlar adına bulurum... bu işi yapıyorum...”

bir şirket ismi artık şart oldu... ve tabii sloganlaşabilecek kadar çarpıcı... her neyse...

“peki buraya neden geldiniz?”

şöyle mermer kaplama, baraj duvarı yüksekliğinde bir “sana ne!” geliyor gözümün önüne....

“müesser hanımla görüşmek...”

bu çocuktan nefret ediyorum! inanılmaz ama polis geldi! bu kadar hızlı nasıl olur yahu? manyaklar arasına düştüm resmen!

“iyi günler, bir sorun mu var?”
“ben bu binada oturuyorum...”

ben? ben bu binada oturmuyorum... şu andan itibaren oturmak da istemezdim! ama ben kimim di mi? panikliyorum! çok panikliyorum! bana bakıyor polis, sen necisin diyor....

“ee... meraba memur bey... ben... müesser hanım, müşterim olur kendisi, onunla görüşmem gerekiyordu da, adres olarak bana buranın adresini...”
“siz kimsiniz?”
“ben minnet... müesser hanıma bir şey teslim edecektim... cep telefonu ve şarj aleti...”
“gündüz iki kere de telefonla rahatsız etti bu adam!”

iki polis, bir kadın ve paniklemiş bir adam olarak hoparlöre aptallaştık... sıçmık piç bize katılmadan edemedi!

“bu çocuk sakat!”

bunu söylememeliydim. bunu söyler söylemez pişman oldum ama dayanamadım! neden dayanamadım çünkü panikledim ve soğukkanlılığımı tamamen kaybettim... ama ben hiçbir zaman soğukkanlı olamadım ki!

“o çocuk benim oğlum!”
“hanımefendi! buna çok sevindim! yani müesser hanımın kızı olmanıza...”
“müesser hanımın kızı değilim; onun geliniydim... ne istiyorsunuz?”

polisler bakıyorlar... anlamaya çalışıyorlar neler olduğunu ve umarım bunu kendi başlarına halledebilirler çünkü onlara bir şeyler açıklamayı becerebileceğimi hiç zannetmiyorum!
bununla beraber asıl önemli olan şu: ne demek geliniy-dim!

“ee... daha önce de açıklamaya çalıştığım gibi... müesser hanım benim müşterimdir ve ben ona bunları teslim edip işimi tamamen bitirmek istiyordum... kendisini cepten aradım ama ulaşamadım. bir de ev numarası vermişti ancak sanırım oğlunuz, evet, benimle pek iletişim kurmak istemedi ve en iyisi verdiği adrese gideyim dedim. ancak...”
“bu çok saçma!”
“nedir hanım efendi saçma olan?”

polisin sorusuna ben de cevap bekliyorum... gerçekten de, nedir hanımefendi saçma olan?

“müesser hanım öleli dört sene oluyor!”

sakat bir çocuk, daha sakat bir gelin! nasıl öleli dört sene olur; daha geçen gün büromda karşılıklı konuştuk! hatta sadece o konuştu!

“nasıl öleli dört sene olur; daha geçen gün büromda karşılıklı konuştuk! bu telefon da ona ait ve şarj aletini bulmamı istedi benden!”
“telefon size mi ait hanımefendi?”

ben sapıttım! polis sapıttı! ana oğul bunlar daha önce sapıtmışlar!

“hayır bana ait değil... ama gerçekten de rahmetli kaynanamın cep telefonuna çok benziyor... ama onun telefonu değil!”
“hanımefendi... rica ederim... size geçen gün bizzat kendisiyle konuştuğumu, hatta bu gün de cep telefonuyla konuştuğumu söylüyorum...”
“cep telefonu sendeyse nasıl konuştun?”

ülkemizde polisiye edebiyatın neden fazla gelişmediğini anlıyorum... işte cart diye açık yakaladı zehir hafiye!

“müesser hanım büroma geldi ve...”
“ne bürosu bu?”

memur bey... lütfen kesmeyin saçma sapan sorularla laflarımı... paniklemiş durumdayım yahu! zor topluyorum zaten kelimeleri!

“benim bürom... ben insanların kaybettikleri ya da bulmak istedikleri şeyleri bulurum...”
“yasal mı bu iş? ben hiç duymadım böyle bir şey?”
“yasal efendim... valilikten ve belediyeden iznim var... fatura kesebiliyorum ve vergi mükellefiyim...”
“allah allah...”
“evet... her neyse... müesser hanım büroma geldi ve benden bu telefonu kaybettiğini...”
“nasıl yani? kaybettiği telefonla mı geldi?”
“hayır! yani... hayır tabii ki! bu telefonu kaybetmiş ve yıllarca bulamamış, sonra bulmuş ama bu sefer şarj aletini bulamamış. benden de şarj aletini bulmamı istedi...”
“ee? telefon sizdeyse o nasıl cevap verebildi size?”
“bu telefon kayıpken, hanımefendi ona başka bir telefon almış...”
“ee? o zaman ne diye eski telefonun şarj aletini aratsın?”
“çünkü eski cep telefonunu çalıştırabilmesi için şarj aleti gerekiyor...”
“arayın bakalım o hanımı...”

bilimsel çalışmaya meraklı bir polis memuru... ama haklı... bu hengameden kurtulabilmem için tek şansım geveze ihtiyarın telefona cevap vermesi...

“bakın... müesser hanım dört yıl kadar önce öldü... çoktan ölmüş birini nasıl olacak da arayacaksınız!”
“bana da saçma geliyor hanımefendi ama bu kadar şeyi nasıl biliyorum ben? bu telefonu bana veren hanım oldukça sağlıklı görünüyordu! en azından bir ölüye göre!”
“lütfen sözlerinize dikkat edin!”
“pardon... ama bu karışıklığı çözebilmenin tek yolu bu galiba...”
“bu kadar saçmalık olmaz!”
“çalıyor?”

gelinin telefonu da çalmaya başladı?

“sizin numaranız mı bu?”

evet şimdi filmim koptu!

“ee... evet benim numaram... ama...”
“bu kadar saçmalık yeter! kimsiniz ve ne istiyorsunuz!”

lütfen bana böyle bakmayın... bu kadar da kendim olabilmişken olacak şey mi bu? ben diyorum, ben, kendim... durun bir dakika! ne bir dakikası, beş yıl! tatile çıkmalıyım... önce doğal güzelliklerin etrafımı sardığı bir yerde sessiz geziler yapmalı ve aklımdaki tüm kavramlardan uzaklaşmalıyım... sonra en baştan başlayıp... evet en baştan başlayalım... geveze ihtiyar adıyla kaydedilmiş müesser hanıma ait numarayı daha önce aradığımda müesser hanımla konuşuyordum ve bu bana gayet normal geliyordu ki gerçekten de böyle olması gerekir ama şimdi aradığımda bu tanımadığım kadının telefonu çalıyor... bu tanımadığım kadın müesser hanımın gelini... o zaman kim olduğunu bildiğim ama tanımadığım kadın demeliyim... kim olduğunu bildiğim ama tanımadığım bu kadında müesser hanımın telefonu ne arıyor? müesser hanım nerede? eğer dedikleri gibi üç beş yıldır ölü olarak tüm etkinliğini yitirmiş, yok olmaya doğru suskunca çürüyen bir beden ise ben ne halt yiyorum? ben hayaletlere inanıyor muyum? hayır... reenkarnasyona inanıyor muyum? bu da nereden çıktı şimdi! ben hayaletlere hortlaklara zombilere... inansam bile onların sırf ben inanıyorum diye var olamayacaklarını biliyorsam demek ki hiçbir şekilde inanmıyorum... şüphe bile duymuyorum... o zaman kendimden mi şüphelenmeliyim? evet tabii ki kendimden şüphelenmeliyim... polisi oyalayamam... beni alıp götürsünler... beş yıl doğal güzelliklerinin etrafımı sardığı bir hapishaneye... olamaz... ben yalan söylemiyorum ve keşke gerçekten bir şeyler çeviren gizemli şaibeli suça meyilli üç kağıtçı çok zeki biri olsaydım... ama değilim! açmadığım hiçbir kağıdım yok! zaten tek bir kozum bile yoktu ki en başından beri; şimdi bu zor durumda her şeyi düzeltecek ya da en azından açıklayacak bir şey olarak çaaat diye suratlarına vursam! ben kimim ve ne istiyorum? bunu halletmek gerek. bir yanlışlık oldu galiba size iyi günler? olur mu hiç bir yanlışlık, anlamazlar ki bunlar... hayır açıklama yapmam gerekiyor... onların ölmüş ihtiyarlarına musallat olan benim... öyle görünüyor! ama onların geveze ihtiyarları bana musallat oldu? tam da hayatımda kocaman bir değişiklik yapıp sıradan, normal bir insan olma yoluna girmişken... işimden dönüp televizyona apışacaktım ben... hafta sonları birkaç eğlence yerine takılmayı düşünmeye bile başlayacaktım... olacak şey mi! al işte kimim ben ve ne istiyorum! ben...

“ben... anlayamıyorum...”
“bizimle gelseniz iyi olacak...”

evet... beni kırlara gömün!

(devam edecek...)

rüzgar gülü ( walla billa uçmuştu - hala yenisi yok)

0 y o r u m
Tamamen bambaşka şeyler düşüne dururken bir taraftan da pencereden bakıyordum ki rüzgar gülümün olmadığını farkettim. Göğsümün sol yanı sıkıştı ve acı çekmeye başladım. Bu delay'li his bir süre devam ettikten sonra çok çok uzakta kaybolup gitti. Gülümsüyordum artık.
Hatırladım yine rüzgar gülünü.. Bu sefer hiçbir şey hissetmeden gördüm durumu:

1. Ben yokken fırtına çıkmıştı. Şahitler vardı demek ki gerçekti fırtına. Rüzgar gülü hafifçe yerinden havalanmaya başlamış, havalandıkça hızlanmış sonunda topraktan tamamen kurtulmuş ve kendini bırakıvermişti. Şimdi nerede olduğu belli değildi ve büyük ihtimalle rüzgar durunca hızlıca ya da yavaşça aşağı inmiş ve ayaklar altında sefil bir hayat sürmeye başlamıştı. Parçalanmış, dağılmış belki de aklını kaçırmıştı.

2. Mahallede sıcağa soğuğa aldırmadan şımarıkça her mevsim dışarıyı tercih eden adını bilmediğim bitkimin dibine koyduğum bu uyduruk güya gökkuşağı renklerindeki rüzgar gülüme göz koymuş kendini bilmez birileri vardı. Gittiğimi ve bir zaman dönmediğimi görünce kimseler görmeden muhtemelen gecenin en karanlık ve ıssız zamanında yarısı yerin altındaki alt dairenin parmaklıklarına basarak tek hamlede rüzgar gülünü topraktan çıkarmış parmaklıkların arasından geçebilmesi için ustaca yine tek hamlede çevirmiş ve üzerinde durduğu parmaklıklardan atlayarak evine gitmişti.

İkinci senaryoya göre bu rüzgar gülü fetişisti onunla arasındaki ilişkiyi kapalı sürdürmek zorunda. Çünkü rüzgar gülünün rüzgar alabilir bir yerde durması benim onu görme, tanıma, benim olduğundan emin olma süreçlerinden geçip kişinin kapısına dayanıp en baştaki acı dolu halim yüzünden biraz saldırganlaşarak rüzgar gülümü geri almaya çalışmam onun için de çok can sıkıcı duruma düşmesi demek olur.

Ama bana kalırsa ben rüzgar gülünü unutacağım ve kişi boşu boşuna endişeleniyor.

merhaba tanışabilir miyiz?

0 y o r u m
- meraba tanışabilir miyiz? benim adım murtaza kısaca murt diyebilirsiniz
- ben de hayriye kısaca hayr derler..
- daha bi şey demeden hayır dediniz..
orada zaten bunu yazmalıyım diye kalktı
- şunların yanına tire koysana.. onu yazma manyak
- diyalog saptı
- kafam meteoroloji gibi benim
- yoksa zbrt hphp zrtd..
- hemen içkimi buldum aldım oturdum buraya
- ama onu ben bıraktım oraya
- güzelmiş hakkaten
- di mi
- sevdiklerinin 10da birini seviyorum ben
- çok güzelmiş bu
- di mi
kucukpatates sesi açar
- açma yaa
- birbirimizi duymuyoruz
- parçanın adını duyunca daha da kopucaksınız
- i can t hear you
- nuhuhahhahahhahhahahhahahahhahahhahahahah
- başlarda müzik daha iyiydi
- ama sen sonlarda iyi demiştin
- öyle mi?
kucukpatates kafa sallar..
arada dans edip kısa film çekip hayatlarına devam ederler.. (pilates topuyla foto bile çektiler 2 dk’lık bu sürede)

on : sanki cehennemin dibinden arıyorum

(burada başladı, burada da bir önceki bölüm var)

mesaj var mı yok mu çok merak ediyorum ama geçemem ki şu pin kodunu bilmeden oralara... eğer kadının dedikleri doğruysa bu kartın işe yaramaması gerekir. o ihtiyar epeyce bir saçmalamış... bu telefonu yıllar önce kaybedip de aynı numarayı başka bir telefonda kullanması olanaksız olduğuna göre... yalan söylüyor! geveze ve yalancı ihtiyar! her neyse; bunlar beni ilgilendiren şeyler değil aslında... çatlak matlak, şarj aletini bulmamı istedi ve buldum... gerisi beni ilgilendirmemeli....

“ee... iyi günler... ben minnet...”
“buyrun?”

galiba yine şu sersem torunla yüz göz olacağım...

“müesser hanımla görüşebilir miyim?”
“hayır görüşemezsiniz...”

bu veletten gıcık kapıyorum!

“ee... evde bir büyüğün falan var mı?”
“size ne? evde birinin olmasıyla ya da olmamasıyla neden ilgileniyorsunuz?”
“daha rahat diyalog kurabilmek için... geçen sefer kandırdın beni ama şakanın sırası değil ufaklık!”
“kimsiniz siz?”
“ben minnet... babaanneniz benden bir şey bulmamı istedi ve ben de buldum... yani onun adına çalışıyorum... kendisiyle görüşebilir miyim?”
“ibne mansur sen misin yoksa!!”

bu çocuk bir baş belası! minyatür homo!

“sinan’dı di mi? lütfen bir büyüğünü verir misin telefona... ben senin akranın değilim...”
“lan oğlum anladım işte...”

hay aksi!

“annen ya da baban yanında mı?”
“sana ne?”
“bak... ee.. bu ciddi bir durum... zamanım yok benim... derhal bir büyüğüne ver telefonu...”
“sen ciddisin?”
“evet! hay aksi... evet; ciddiyim...”
“ama babannem öldü benim...”
“bak daha önce de söyledin bunu!”
“daha önce de ölüydü?”
“babaannenle konuştum... benden haber bekliyor....”
“bu olanaksız... babannem öleli yıllar olmuş...”
“pekala bana bir büyüğünü çağırır mısın?”
“hayır çağıramam çünkü evde değiller...”
“tamam o zaman!”

lanet velet! gerçekten özürlü bu çocuk! durduk yere kontör harcattıracak bana.... şu kadından ve sakat torunundan kurtulacağıma çok seviniyorum doğrusu!
başlar yine aloo alooo sesiniz gelmiyor diye... sanki cehennemin dibinden arıyorum! açmıyor yahu! off.. en iyisi verdiği adrese gitmek ama evde yok dedi sapık bebe...
sapık bebe... eşittir yalancı homo... evet, evine gidip, şarj aletini ve telefonunu teslim edip kurtulmalıyım şu kadından...

(devamı burada)

ne bileyim.. eskisi gibi olamıyorum.. demişler bir gün!!

0 y o r u m
bir kitabı tersten okuyorum..

kalın bir kitap.. roman sanırım ama zor, ağır bir kitap..
meraktan sonunu okuyorum önce.. sonra bir önceki bölümü.. sonra bu tersten gidiş hoşuma gidiyor ve başa dönmeye başlıyorum..
herşey ne zaman nasıl başlamıştı?


ya da sevilmemek kadar üzücü bir şey var mı??

benzeri ( başlığı da neden böyleydi hatırlayamadım)

0 y o r u m
Dudaklarım karıncalanıyor. Birtakım garip ritimlerin birleşimi eşliğinde "oldboy"dan bazı sahneler hatırlıyorum. Çalan birşey dikkatimi dağıttı. Yazmaya ara verdim ama okurken anlaşılması imkansız bunun. Sanırım dansetmek için hemen bir ara daha vereceğim. (Sataşıyorum). Zaten o anlarda düşünmüyorum pek..
Şu anın benim için en büyük sorusu saçımı kurutsam mı? kurutmasam mı? Yoksa birazdan mı kurutsam? Biraz mı kurutsam? Hemeeeennn.. Erteleyemeyecek kadar tembelim. Bir an önce bu kafamı meşgul eden önemli sorunu çözmeli ve durağan halime geri dönmeliyim.
Bu iş kısa sürdü çünkü ekrankoruyucu devreye girmemiş. Bekleme süresini nasıl ayarladım bilmiyorum. Belki de geçen zaman sandığımdan daha çook daha uzundur.
Hmm tırnaklarımla ilgili düşünmüştüm suyun altında uzunca bir süre:
- törpülenince hiç de fena görünmüyorlar.. şöyle sivri ve yamuk farklı boylarda görünen her deneyimi her anı her mekanı her her herşeyi yontmalı!
- önce karşı çıkacaktım ama üstüne yine bir sürü soru-cevap akıl yürütme geçince dedim ki kendime matematik yüzünden bu. İki nokta birleşirse doğru, üç nokta birleşirse üçgen (hem de 2 boyuta geçtik artık)
- işte bu son cümleni söylediğinde kafama bir düşünce düştü (gelmesinden daha doğru çünkü gelmek uzun süren bir süreç) neydi o düşünce? şey.. hm, üç boyut neden iki boyutun düzgünlük kriterine göre varoluyor?
- ona göre iki boyut da aslında tek boyutun kriterine göre varoluyor.
- offf ben de noktaya kadar gittim şimdi. Birden nokta olma çok kötü hissine kapıldım. Sanki iki boyutlu gidiyor düzlem de devinip duruyor ben de sadece duruyorum diye düşünüyorum.
- buraya kadar gelebilmen için bekledik. Tüm bu senaryolar çok gereksiz çünkü sen ne kendini görebiliyorsun ne de kendin seni. Kendini uyduruyorsun. Başkalarına bakarak uydur kendini. Daha zahmetsiz..

Reklam arası (Vodafone)

Vodafon nasıl yazılıyor diye Google'a baktıysam zıplama esnasında bir ayağım yere bastı demektir. Tam tam'la yapılan o bir sürü değişik ritmin birleşmesinden olma müzik işte. Bir ayak yerde bir ayak havada.. Üstelik şimdi dönüp yazım hatalarımı da düzelttim. Çok ciciyim ben: Ama bu özgür olmak demek. "Dışarıyı ben oyalıyorum sen içime dal".
Dalmak bu başka bir şey olamaz.

Başka bir haldeyken bu yazıyı okuduğumda nereye varmak istediğimi çıkarmak benim için bile çok zor oldu ki eğer yazılıyorsa diğerleri de okusun diye aslında. Demek ki daha düz kolay anlaşılır anlatımlar gerek. Ne anlatmışım şunu anlatmışım:

* Birarada yaşıyoruz.
* Bir sistemin içinde yaşıyoruz.
* Sistem bana ne yapmam nasıl olmam gerektiğini dikte ediyor.
* Bundan hoşlanmıyorum.
* Ama başka seçeneğim yok.
* Üstelik o kadar iliklerime işlemiş ki tırnaklarımı törpüleyip, saçıma şekil veriyorum.
* Yaşadıklarıma da aynı anlayışla sıfatlar yüklüyorum ( korkunç, ayıp, yıkıcı yıpratıcı gibi olumsuz olanlar fena tabii – depresyona kadar götürebilir) Yaşadıklarımı nasıl yorumladığım önemli. Buna göre mutlu ya da mutsuz olacağım çünkü
* Neyse ki beynimin kelimelerle işlemeyi kestiği neşeli eğlenceli anlar da var
* Ve tabii asıl anlaşılacak olan kendi kendime konuşuyorum
* Bana göre en güzel olan bu anlar da sona eriyor (reklam dinlemişim)

Hala hangi yoldan gideceğime karar verebilmiş değilim. Bilinen, gelenekli, görenekli şablona mı uyayım? Yoksa kendimi sırtlayıp sonunda ne olacağı belli olmayan bir yola mı gideyim?