dokuz : bir telefona sarj aleti bulmamla basladi her sey

(burada başladı, burada da bir önceki bölüm var)

“bulmak istediğiniz şarj aletini ben de bulmak istiyorum…” böyleydi galiba?
“bulmak istediğiniz her ne varsa ben de bulmak istiyorum!”
“…biz de bulmak istiyoruz!”
“aradıklarınızı biz de arıyoruz?”
…saçma…
“aradığınız her ne varsa bulmak istiyoruz!”
…biz manyağız!
“bulmak istediklerinizi bırakın biz arayalım!”
“…ben arayım!”
…bu da saçma… ben yalnız çalışıyorum ama “biz” demeden ciddi olunmuyor sanki?
“ne arıyorsun? bulayım mı?”
ha canım?
“dur! arama! ben arayacam!”
ha ha!
“ne dedin? bana yarım saat ver! istediğini bulacağım!”
“isteyin yeter; biz sizin adınıza arar ve buluruz…”
klişe….
“arayanın bela bulma riskini üzerimize alıyoruz! mevlanız bizden!”
“çok gezen değil çok okuyan bilir! ama biz ararken okuyoruz!”
“sakladınız samanı ve unuttunuz… işte samanınızı bulma zamanı geldi!”
doki, metin yazarı olmalıymışım. bak ne kadar sıkıcı, boktan şeyler uydurabiliyorum!
“arayacak vaktiniz yok ama bulamamanız için de bir neden yok…”

sloganlaşabilecek kadar çarpıcı, işi tamamen anlatacak kadar anlamlı bir şey bulmak da bizim işimiz! pekala, çok yoruldunuz sabahtan beri, neredeyse bir ölüm haberiyle yıkılıyordunuz... ama durun; işte kamuran abla sofrası... nefis mantı ya da ev yemekleri... olmadı mı? peki biraz ilerde adana kebap? hayır... sol tarafta dönerci? işte döner kebabın cezp edici fikri... bu sıcakta o adam orada nasıl duruyor yahu diye sormayın, dalın içeri... bu onun mesleği... bu konuda eğitim almış bir uzman o... tek dileği kestiği dönerin müşteride unutulmaz bir tat bırakacak olması. belki de bu adamdı, hava ısısı mevsim normallerinin üstüne çıkar çıkmaz soluğu sokakta alan aman haber olsun yer doldursun derdindeki televizyon muhabirlerinin “bu sıcakta nasıl duruyorsunuz burada?” sorusuna “valla dışarıda hava otuz beş derece... burada atmış beş... yüz derecede pişiyoruz anlayacağın...” gibi muhteşem bir cevap veren döner ustası... durun! yoksa uzuun uzuuun bakıştığınız hanımefendiyle karşılaştığınız kafeterya değil mi burası? sizi gidi sizi... demek döner değilmiş cezbedici olan... bu saatlerde mi karşılaşmıştınız? tesadüfen girip bişeyler tıkındığınız bir kafeteryayı hayatınızın bir parçasıymış gibi göstermeye utanmıyor musunuz? o da mı her zaman bu kafeteryayı tercih ediyormuş? hadi canım... tesadüflerde büyük indirim yapıyorsunuz... ayağa düşecek, kimseler şaşırmayacak bu gidişle... bir görüşte aşk tarihin romantik sayfaları arasında kaybolacak sayenizde... ama durun! önce yemeğinizi sipariş edin... saçma sapan lavaş ekmeğe hangi hayvanın neresine ait olduğu belli olmayan etle yapılan döner tıkıştırılmış, bozuk mayonezli, sulu ketçaplı, kokmuş turşulu... durun! midenizi bulandırmayın! afiyet olmaz sonra... abartmayın... sağlık bakanlığının gizli ajanları islami ölçülerde kesilmiş mundar olmamış helal etlerden yapılmış bu döneri ısrarla tavsiye ediyor... hem şimdi bacağınızda kedi falan da yok... çekmeceye gömmekle iyi yaptınız onu... geçmiş günler aman aman bu kendine güveni tam adama bulaşmayın... bulaşın bulaşın! bir şey olmaz; şimdi ekstra güçlü minnet karakteri var... ona vız gelir tırıs gider... yanında ne alırsın abi? yanında ayran alırım güzel kardeşim... kaliteli hizmet mutlu tüketici... ah kalbiniz mi sıkışıyor yoksa... ayran için... ayranınız var içmeye tahtera... tahtare... tahtaravalliniz velliniz aman her ne haltsa!
doydun mu abi?
doydum güzel kardeşim; elinize sağlık...
bozuk yok muydu abi?
olsa vermez miyim güzel kardeşim.
yine bekleriz abi... bunu saymayız....
heralde özletmem kendimi... şu cep telefonu çarşısı neredeydi güzel kardeşim? artık biraz ciddiyeti ele alır gibi yapayım diyorum kendi kendime....
burdan çık abi...
çıkacağım... acelen ne?
düz git abi...
sen tanımıyorsun tabii beni... ama sana söz düz gitmeye çalışacağım... reenkarne olmuş paşa dedemle karşılaşma olasılığımdan bahsetmek istemiyorum sana ama böyle bir karşılaşmadan korkuyorum... altı yedi yaşında bir çocuğun bana dedem gibi bakıp, bu ne hal ulan eşşoleşşek demesini kaldıramam; eziliveririm....
ne alakası var abi?
yok bir alakası, illa alakası olacak da rahatlayacaksın di mi... anlamadan edemiyorsunuz....
dinleyecek misin abi?
dinleyeceğim güzel kardeşim... yeter ki sen anlat bana...
düz git ve reenkarne olmuş dedene hiç pas verme... hem sen reenkarnasyona inanıyor musun abi?
hani dinleyecektim? hani anlatacaktın?
tamam abi... özür dilerim... bazen kafam öyle dağılıyor ki... belki de bu yüzden okuyamadım da garson parçası oldum...
hayatın bir parçası olmuşsun işte daha ne! boş ver... ben de okuyamadım... birilerinin dediği gibi, paso resimlerine baktım....
nasıl abi?
özür dilerim kardeşim... bazen kafam öyle dağılıyor ki...
neyse abi... düz git ilk sağa değil ikinci sağa değil üçüncü sağa sap.... oradan da düz git abi, görürsün... tabelaları var....
hadi sana kolay gelsin kardeşim... teşekkür ederim...
sağol abi... yine bekleriz...
biliyorum... biliyorum.... beni bekleyen birilerinin olduğunu bilmek ne kadar güzel...
ilk sağa dönme... orada başın belaya girer... ikinci sağ da neymiş... haaaaaa.... hani tabelalar? ben tabela uzmanıyım... reklamcılıktan da anlarım... küçükken okumayı tabelalardan öğrendim ben. onlarca avukat, yüzlerce doktor, binlerce koka kola tabelası okudum... evet yahu binlerce koka kola... globalleşme cahillik yapıyor demek ki... tüm tabelalar aynılaşırsa nasıl yükselir okuma yazma oranı ya da kelime haznesi? her neyse... ikinci el cep telefonları... işte geldim burdayım ben bu işte uzmanım... ileride şirketleştiğimde her türlü vitrindeki sonu “bulunur” ile biten selobantlanmış kağıtların düzeltilmesi için mücadele edeceğim... taze peynir bulunur da ne demek? taze peynir var demeniz gerekiyor... taze peynir bulma işi şirketimin iş alanına giriyor... tüketiciyi hatalı yönlendirmemek gerek... bulunacak her şeyi biz buluruz! bunu da yazmak gerek... yok gerekmez... hem niye ben şirketleşeceğim; işletmem şirketleşecek... hay aksi...
ericsson ikinci el... evet seni arıyordum... beklemiyordun di mi beni bu saatte...

“meraba...”
“buyur abi...”
“bana bunun şarj aleti lazım... bulsam bulsam burada bulabileceğimi söylediler...”
“zor bulursun be abi... bizde vardı ama sattık...”
“buralarda bulursun dedilerdi bana”
“bakman lazım abi...”
“oldu peki... sağolun... iyi işler...”

hayret hiç espri yapmadı... ne kadar da gevşek karakterli görünüyordu oysa...
durun! işte bir dükkan daha...
her taraf dükkan dolu zaten... kesin benim ihtiyar ya da gelini de gelmiştir buralara....

“meraba...”
“hoş geldiniz...”
“bana bunun şarj aleti lazım... buralarda bulabileceğim söylendi...”
“doğrudur abi... ama araman gerek, bu çok eski bir model...”
“sizde yok anlaşılan...”
“bizde yok...”
“peki... sağ olun... iyi işler...”

birinci değil ikinci değil üçüncü dükkana gir...

“meraba..”
“meraba?”
“ee.. bana bunun şarj aleti lazım...”
“olması gerek... bi dakka bekleyin...”

gelinlik giydirilmiş küçük kız çocukları dans etmeye başladılar sanki. ne güzeeeel... ne kadar da kolaaay.... değil bi dakka bir saat, iki saat beklerim. beklerken bu mutluluk ve huzur verici dansı izlerim. bir de sigara yakarım...

“pardon... dükkanda sigara içmezseniz...”

bıraktım! sigara da neymiş! sen iste şınav çekeyim burada. tamam fazla abartmayım. kesin bi yanlışlık vardır. şimdi bana başka bir model getirir, aa bu değilmiş’le kalırım. adam şaşırmadı, bu model çok eski abi isimli pop şarkıyı bile söylemedi di mi doki... aman be ne dokisi! üff...

“bu galiba...”

galibalarla işimiz yok bizim! bilimsel olalım... hemen bir deney yapalım ve anlayalım. dans eden çocukları alkışlayacak mıyız yoksa cehenneme kadar kovalayacak mıyız bilelim. durun kızlar; bekleyin...

“girdi?”
“girer abi... gayet normal?”
“yani.. ee.. ben pek ümitli değildim de... her neyse... ne kadar bu?”

komplo teorileri:
“satılık değil abi... patronda anısı var... satmıyor...”
“çalışmıyor ki abi...”
“gücünüz yetmez... daha önce ericsson firmasından istediler ama parayı denkleştiremediler...”
“bunu veririz ama telefonunuzu alırız...”
“kırk satır...”

“valla çok eski bir model bu... at bişey anlaşırız...”

hayatım boyunca ben bunu yapamadım. bir önceki yaşamımda yapamadım bir sonraki yaşamımda da yapamayacağım. ben ne bileyim şimdi, ne diyeyim, hem bu eski diyorsun ama yenisi ne kadar bilmiyorum ki! şimdi az söylerim sen bozulursun kızarsın, çok söylerim helal süt emmemişsindir, olabilir, oh girer bana dünyanın parası! dünyanın parası değildir ya... adam at bişeyler diyor. demek ki, formaliteden alışveriş gerçekleşsin, bedava verecek değilim ya gibi bir şey söylüyor. tanımıyor ya beni... tanısa, canın sağ olsun bunun için para mı alacaz senden der olur biter. dört tane çivi almıyorum ki ama ben? gerildim gerildim çok gerildim....

“ben hiç anlamam... yani bu tür şeylerden...”
“beş milyon yeter abi...”
“eyvallah...”

dans edin kızlar! hatta göbek atın! yahu amma da abartmışım ben bu işi. aslında ihtiyarın abartması... pekala kendisi de bulabilirmiş. neyse bana ne! ben buldum... çok da yoruldum doğrusu. özellikle psikolojik olarak. durduk yere kısadalga girdi tekrar hayatıma... gerçi iyi oldu... sersem kediden kurtuldum böylece; kendime güvenimi kazandım. kazanmadım mı kazandım! kazanmamış olsam kedi... bi dakika! durun! kaza sigortanızı yaptırdınız mı?

“bir deneseydik?”
“deneyelim abi... bakma eski ama çalışır... bunlar sağlam aletler... şimdikiler gibi çıtkırıldım değiller...”
“evet...”
“kartı var mı abi içinde?”
“olması gerek?”
“bakalım da bir...”

bak bakalım... var mı var.... şimdi tak, bas düğmeye, evet! hay allah neden böyle sorunsuz gidiyor?

“oldu... çok teşekkür ederim...”
“abi beş milyon....”
“hay allah... çok affedersiniz.. kusura bakmayın... bak şimdi yahu... kafam dalgın da biraz.... aman yanlış anlamayın... buyrun...”
“yok abi estağfurullah... insanlık hali...”
“tekrar teşekkür ederim. hayırlı işler....”
“iyi günler abi... yine bekleriz....”

sizden önce kafeteryaya sözüm var ama hayır, sizin kalbimde çok özel bir yeriniz her zaman olacaktır. koşa koşa gitmek istiyorum büroma. ilk işimde büyük bir başarı sağlamış olmam kutlanmalı! nasıl kutlayacağım? şu telefonun fotoğrafını çektirip asayım duvarıma... işte ilk bulduğumuz... bu son olmayacak! güzel slogan be! telefonun ekranında da telefon numaramız görünür... gazetelerin son sayfasına reklam işte! hatta tam sayfa! hatta ve hata üç gün boyunca tüm büyük gazetelerin son sayfasına... tam sayfa! vay be! bir dolu elemanım olur, tüm ülkede aranıp dururlar... ben de bilgisayar başında iş takibi yaparım. elemanlara taktikler veririm. televizyonlara, ana haber bültenlerine çıkıp başarı öykümü anlatırım. bir telefona şarj aleti bulmamla başladı her şey... bilgi iletişim demektir, iletişim bağlantı... ben bağlantıları biliyorum... işte benim başarı sırrım...

geveze ihtiyarı da aramak gerek bir an önce. bakın ne kadar hızlı buldum telefonunuzu; başka bir şey var mı kaybettiğiniz ya da ele geçirmek istediğiniz? buluvereyim! bu arada tabii ki benim bir mesaj kaygım yok; sizin var mı yoksa? ha ha ha!
yükselebilmek için bazen acımasız olmak gerekir... bu telefonun şarj aleti mi; al sana şarj aleti! aslında acımasızlık falan yok be... sim kartı takınca...
bir dakika? bu alet nasıl çalıştı? kartın çalışmıyor olması gerekmez miydi?
hay allah!

(..devamı burada)

sekiz : bize ölümün çaresini bulun

0 y o r u m
(burada başladı, burada da bir önceki bölüm var)

peki doki, önce gezelim. mekana alışalım. kadıncağızla böyle bir buluşma gerçekleşeceğini tahmin etmezdim.... hayat ne kadar boş... bu gün yaşıyorsun yarın ölüsün... hemen havaya giriverdim di mi? başarılıyım ayak uydurma konusunda. bir savaş çıksa en iyi ben kamufle olurum. kamufle dedim de acaba bir duvar kağıdı üreticisine gidip bukalemun desenli duvar kağıdı projemden bahsetsem mi? tek yapmaları gereken ellerinde kalan malların ambalajlarını değiştirmek, hatta sadece bir etiket yapıştırmak: bukalemun desenli! iyi bir reklam kampanyasıyla stoklarını eritiverirler. bu sakat ruhlu insanlar kapışacaktır eski malları...

on kişiden iki kişiye enteresan gelmesi bile depoda kalmış bir malın satılması adına bir başarıdır. bana da yüzde on komisyon... bu kadar! tabii ellerindeki malları afrikada berbat durumdaki duvarlar için yardım mahiyetinde göndermemişlerse? hay aksi, bulunduğum mekana göre çok neşeliyim. oysa tek müşterisini kaybetmiş biriyim ben!

kimseler gelmemiş? düşününce mezarlıkların hep kalabalık olacağı sanılıyor. her öleni gömmüyorlar ya da sandığımdan çok daha az insan ölüyor galiba bu semtte. aman be doki’den bozma paşa! aklına uydum geldim buralara. baksana zavallı bebe, sadece dört ay yaşamış; kendisinden büyük mezar taşı yapmışlar... zayıf karakterli bir insan olsam bu mezar taşı yazıları beni allak bullak ederdi; neyse ki sağlam ve oturmuş bir karakterim var ve olaylara, olgulara sağduyulu yaklaşabiliyorum. biraz daha sağduyulu yaklaşsam zaten bir kütükten farkım kalmayacak. hah! gerçekten eğleniyorum be doki? beni amma garip etkiledi bu ortam? bunu bir düşüneyim en iyisi; en baştan alalım:

büromdaydım, şimdi buradayım. neredeyim, mezarlıktayım. bu cep telefonunu mu gömeceğim? doki, yaşayan ölülerin dönüşü isimli filmi izlemiş miydin? ben izlemiştim yıllar önce. aptal bir filmdi. neden aklıma geldiyse şimdi! her neyse, bak sana ne anlatacağım; bir zamanlar bir bisikletim vardı. mahallenin veletleri yarışırlar ne bileyim bisikletin ön tekerleğini havaya kaldırarak sürmeye çalışırlar işte acayip eğlenirlerdi. ama ben sevmem öyle şeyleri. ben yalnız takılırdım. alır başımı mezarlığa giderdim. yavaş yavaş sürerdim, çevreme bakınarak, taşlara bakınarak... taşlarda bazen çok ilginç şeyler yazar. hayatı boyunca bir şeyler anlatmaya çalışmış ama hızını alamamış insanlar vardır mesela. mezar taşlarının üzerinde bile iddialı laflar yazılıdır. şimdi benden bi dolu mezar taşı yazısı örneği bekliyorsun ama nah alırsın! ben bu tür şeylerle dalga geçmem. neden geçmem biliyor musun doki, çünkü... hay allah, ben de bilmiyorum. geçmem işte? çok neşeliyim ama kendimi de kontrol edebiliyorum. bundan bahsettim, ne kadar uyumlu, ne kadar sağlam karakterli ne kadar düşünceli ne kadar... aman işte daha bir sürü şey. sıçtığımın paşası; sürükledi beni aptalcasına! normal bir insan değilim ben? normal bir insan önce kadının ölüp ölmediğini araştırır. bir çocuğun lafıyla harekete geçmez. ama zavallının sesi çok tuhaftı. tuhaf gibiydi? üzgün daha doğrusu şokta... çocuk işte; belki bir oyun ya da bir oyunun parçası olarak bakmıştır anneannesinin ölümüne? ama ben daha ciddi bakmalıydım. hem ben aile dostları ya da herhangi bir tanıdıkları falan da değilim ki?

ne o, tanıtım yapmakmış! buna tanıtım yapmak denmez ki, leş kovalama denir. kendi sıçtığım bokta boğuluyorum yine. en iyisi büroya dönüp kapıda biriken müşterilerimi...

telefon?

...kadın? hayır canım o arıyor olamaz! her'alde yakınları telefon numaramı buldular ve aramaya karar verdiler. “artık o şarj aletini bulmanıza gerek kalmadı. bize ölümün çaresini bulun!”

aç!
açmam!

“bil bakalım nerden arıyorum?”
“ce... ce... ce..”
“cennet tabii... ben iyi bir insandım...”

hayır açmam. ben sonra ulaşırım onlara.
ama çalıyor?

...sessiz ve kasvetli mezarlıkta telefon acı acı çalıyordu. adam telefonun elinde ısındığını hissetmeye başladı. biraz önce bir ölüyü gömmüş olan mezar kazıcısının uğursuz bakışları adamın üzerindeydi. adam mezar kazıcısına gülümsedi ve “yeni karım... eski karım öldü de... ee.. evet...” gibi bir şeyler geveledi. telefonun sesi mezar taşlarına çarpıyor, mezar taşlarından korkutucu bir çoğalmayla adamın üzerine yansıyordu. mezar kazıcı “cevap ver... huzursuz ruhlar işlerinin yarım kalmasını istemez...” demiş ve bir ağacın arkasında kaybolmuştu. adam telefonun ekranındaki yazıya bakıyordu: “geveze moruk”. yeşil düğmeye basmadan önce derin bir nefes aldı....

“e.. efendim?”
“merhaba ben şarj aleti için...”

onun sesi!? olacak şey değil!

“alo? beni duyuyor musunuz? çok hışırtı var?”

evet bu o!
saçmalama! demek ki ölmemiş. aptal çocuk!

“a... merhaba hanımefendi... e.. sizsiniz di mi? müesser hanım?”
“evet evet... dün aramıştım ama konuşamamıştık... sonra da aradım ulaşamadım size....”

telefonu kapatmıştım... ondandır...

“nasılsınız efendim? bu gün sizi aradım ama sanırım torununuz, bana çok kötü bir şaka yaptı...”
“aradınız mı? ben arardım sizi, niye zahmet ettiniz?”
“ev numaranızdan da ulaşmaya çalıştım...”
“anlıyorum...”
“sanırım torununuz...”
“sinan mı?”
“bilemeyeceğim... galiba... beni oldukça endişelendirdi...”
“hay allah! ne dedi acaba?”
“sizin vefat ettiğinizi söyledi...”
“hay allah onun müstahakkını vermesin... efendim kusura bakmayın...”
“kötü bir şaka... hatta böyle şaka olmaz diyebilirim...”
“o biraz donuk zekalıdır... çok yalan söyler... ah sersem sinan!”
“her neyse ölmemiş olduğunuza çok sevindim...”
“ay çok hoşsunuz...”

bunu demesen? bari sen demesen!

“efendim bulmak istediğiniz şarj aletini biliyorsunuz ben de bulmak istiyorum...”

bu söylediğimi unutmamam gerek... kocaman bir kartona yazıp, çerçeveletip büromun duvarına asacağım!

“evet?”
“ve galiba istediğimiz şeyi elde etmemiz yolunda ilerliyorum...”

ikinci bir çerçevelik....

“aman efendim... bu gün sizi işleten...”
“sanırım kötü bir şakaydı aslında...”
“her neyse... işte bizim donuk sinan’ın bir arkadaşının sevgilisinde benim telefondan varmış... soruşturmasını söyledim ama bana da yalan söylemiş olabilir.? yalan söylememişse bile ona güvenemem. beni geveze bulmayın ama torunum çok garip bir çocuktur. dersleri falan da iyi gerçi ama o kadar sersem davranışları var ki inanamazsınız. sadece size değil daha bir sürü insana bi dolu yalan söylemişliği vardır. hatta anasıyla babasının bile arasını bozacaktı neredeyse. hiç sevmiyorum aslında o çocuğu... yani kötü biri daha doğrusu fesat biri olsam benim oğlana test yaptırtmasını söyleyeceğim; bu çocuk kimin dölü diye... ama olmaz tabii.. yavrumun yuvası yıkılır diye susuyorum... bi dolu da arkadaşı var ama aslında hiçbiri onu sevmiyor. sevilecek bir yanı yok ki mendeburun! bakın bu gün sizi nasıl kandırmış; hem de anneannesinin öldüğünü söyleyerek! bunu yapan yarın alır eline tabancayı tüfeği mahallenin kızlarına gençlerine saldırır. zaptedemezsin de o zaman! ama ben çok dedim, bunu, onun gibi geri zekalıların eğitildiği bir okula gönderin diye, dinletemedim. bastırdılar parayı kolejlere gönderdiler. gerçi kendi kazanmış diyorlar ama ben inanmıyorum. hatta sınıfının en çalışkanıymış falan diyorlar. yalan tabii.. çocuklarıyla övünecekler ya! yedirmişlerdir matematikçiye coğrafyacıya parayı geçirtmişlerdir sınıfı... ah ne çekiyoruz bir bilseniz efendim biz o çocuktan... yani anlatsam hayretler içinde kalırsınız...”

beynim uyuşuyor. evet hayatımda ikinci kere beynim uyuşuyor. ilkinde bana hiçbir şey söylenmediği için beynim uyuşmuştu. kısadalga’yla ayrıldığımız gün... sustukça susuyordu ve benim beynim uyuşmaya başlamıştı. konuş, anlat bana diyordum ama ağzını bıçak açmıyordu. gerçekten kendimi berbat hissediyordum. şimdi? şimdi bu... bu ölememiş kadın beynimi tam anlamıyla uyuşturdu! buyrun bu beyinle anca salata yapılır. maydanozlu, zeytinyağlı beyin salatası! artık sadece mideye yararlı!

bana ne be senin salak torunundan! sinan’ın batmasın senin!

“pardon! pardon hanımefendi... ama bana bir süredir torununuzu anlatıyorsunuz ve gerçekten de anlattıklarınızın şarj aletiyle ilgisini kurabilmiş değilim?”
“aman efendim! dinlemeyi bilmek erdemdendir... benim bu sersem torunumun bir arkadaşının sevgilisinde de benim telefonumdan varmış dedim ya?”

şimdi de beynim uyuşmaya başladı. ama bu başka türlü bir uyuşma... daha doğrusu bu bir karıncalanma... evet beynim karıncalanmaya başladı.
yok canım!
hadi beee! paranoyaklık bile değil bu!
bu geri zekalı sinan’ın, bir arkadaşının sevgilisinin, kısadalga olması gerçekten de çok ucuz olur! yani hayat ucuz olur...

doki! olağan şüpheliler diye bir film vardır. ben işte o filmi çok severim. zamanında bir çığır açmıştı o film. daha sonra bi dolu sonu “aa... ne süpriiiz!” dedirten film yapmaya çalıştı amerikalı yönetmenler. hatta hindistanlı yönetmenler! tüm dünya! ben, çok ilginçtir, bu filmi izlemeden önce bazı densiz arkadaşlar sayesinde kayzer şoze’nin, bu kayzer şoze filmdeki kilit adam oluyor, tüm düğümleri atan ve çözen kişi, her neyse, işte bu kayzer şose’nin kim olduğunu biliyordum. ama son sahnelere kadar hep, galiba densiz arkadaşım beni kandırmış çünkü bu herif asla kayzer şoze olamaz, deyip durdum. ayrıca şöyle diyordum: eğer bu herif kayzer şoze’yse bu film bi boka yaramaz, saçma çünkü, olmaz, ucuz.... ama hiç de ucuz değildi be doki, evet kayzer şoze gerçekten o karakterdi ve her şey şahane uyumluydu. ama hayatta bunu arayamazsın! kısadalga’nın o dallamanın arkadaşının sevgilisi olması beni, onu, yaşadıklarımı hatta tüm hayatı ucuzlatır...

dur bakalım teyze! kendime güvenimle alakalı sarsıntılar geçirip duruyorum ve son iki gündür kendime güvendiğim kadar hiç kendime güvenmemiştim. bozma şimdi salak sepet rastlantılarla bu sağlam yapıyı! dur!

“e.. ismi neymiş?”
“kimin?”
“torununuz sinan’ın arkadaşının sevgilisinin...”
“bars mıydı pars mıydı öyle bir şeydi... neden sordunuz?”
“haa! hay allah ben de... ee... şarj aleti kız arkadaşının sevgilisinde yani...”
“yok canım; sinan’ın arkadaşının ismi mansur. onlar geçen sene eşcinsel olmaya karar vermişlerdi. gençlik gün geçtikçe sapıtıyor beyefendi! bizim zamanımızda insanlar en erken üniversite yaşlarında eşcinsel olmaya heves ederlerdi. çok uyardım ama bizimkileri, dinletemedim. modern olacaklar ya! hep o televizyonda izledikleri abur cuburlar yüzünden bu hallere düşüyorlar! neymiş, çocuk özgür yetişecekmiş, kararlarının arkasında durmayı öğrenecekmiş... ondan sonra eşcinsel de olur eline topu tüfeği alır katil de olur bu çocuklar! gerçi hep benim sersem torunumun başının altından çıktı... artık hangi filmde gördüyse, bi sabah uyandı, ben eşcinsel olduğumu fark ettim bana saygı duyun dedi ve aldı yürüdü... arkadaşlarını ayarttı hep! görseniz hayretler içinde kalırsınız beyefendi, hep beraber süslenip püslenip ortalıkta fink atıyorlar... bir de dizide mizide oynuyor ya, yanına hiç yaklaşılmıyor şımarık mendeburun!”
“ee.. pekala hanımefendi... siz o zaman torununuzla bi' konuşun...”
“ay çok konuştum dinlemiyor ki beni edepsiz! ben eşcinselim de ben eşcinselim, tercihlerime saygı göstermek zorundasınız deyip duruyor eşşek sıpası!”
“hayır hanımefendi! şarj aleti konusunda konuşun demek istedim...”
“ah affedersiniz.... tabii soruşturuyorum ben... sizin de kafanızı şişirdim ama iyi oldu dertleşmiş olduk...”
“estağfurullah efendim... tabii...”
“o zaman ben sizi bir haber alırsam arıyorum...”
“...bir gelişme olduğunda mutlaka ben de sizi haberdar ederim hanımefendi... size iyi günler... ölmemiş olmanıza sevindiğimi tekrar söylemek isterim...”

bu kadının kocası kesin buralarda bir yerde yatıyordur! mezar taşında da “kulaklarından beyni akmasaydı ölmeyecekti; normalde çok sağlıklı bir adamcağızdı...” falan yazıyordur. evet sekiz on yaşında bir çocuğun, kendini eşcinsel sanması bana da ilginç geliyor ama bana ne? evet: bana ne! çok şanslısınız ey ölmüş insanlar! insanların dangalaklıklarını ne görüyorsunuz ne duyuyorsunuz! ama sizlere katılmayı henüz düşünmüyorum çünkü yapmam gereken bazı şeyler var... en azından boktan bir şarj aleti bulmam gerekiyor...

çok garip; geveze teyze bile yok edemedi neşemi... beni neden böyle etkiledi bu ortam doki? komik ya da eğlenceli bir şeyin bulunabileceği son yerlerden biridir mezarlık oysa? ben sakatım evet kesin sakatım! bak biri ölmüş... ne kadar da az tanıdığı varmış öyle? gidip kalabalık yapalım mı doki? ölenin imajını biraz düzeltelim... hem belki biraz dedikodu malzemesi oluruz.

ama bunların hepsi yaşlı insanlarmış! her'alde huzurevlerinden birinden geldi bu cenaze... hay aksi, dua okunuyor... ben de okuyormuş gibi yapmalıyım. neden, çünkü insanlara ters düşmemek gerekir. bazen... hatta neden okuyormuş gibi yapacağım? okuyuvereyim. nerede anneannemin yazdığı kitabın dualar ve beddualar bölümü?

anneannemin yazdığı sarı sayfalı, küf kokulu “dünyadan ahrete kadar sıkça sorulan sorular” isimli kitabın ilgili bölümleri:

dua okumada eziyet olan bir şey yoktur. bunun için bir dua bilmeye ya da herhangi bir dini akıma dahil olmaya bile gerek yoktur. hazır olan dualar bulunduğu gibi isteğe ya da duruma göre bir dua ya da beddua uydurmak hiç de zor değildir. öncelikle yapılması gereken konu belirlemektir. dikkat edilmesi gereken husus konudan ayrılmamaktır. örneğin size iyilik yapılmış ise iyiliği yapana da hali hazırda bir iyilik yapmak suretiyle karşılık verecek durumda değilseniz, onun başka kişi kurum ya da kuruluşlarca iyilikle karşılanmasını dilemek isteyebilirsiniz. işte o zaman yapılan iyiliğin mahiyetine göre bir dilekte bulunursunuz. buna kısaca bir istemede bulunursunuz diyebiliriz. işte kaçırılmaması gereken nokta, yapılan iyiliğe karşılık, uygun olabilecek bir şeyler dilemektir. size su veren biri için duayı abartırsanız, karşınızdakinin okyanusta boğulmasına sebep olabilirsiniz... su mu verdi; ona da su verilmesini istemek yeterlidir. böylece hedef sapması olmaz. yok eğer bir kötülük mevzu bahisse, tabii illa ki buna gerek yok, bazen durduk yere de olabilir, biri ya da birileri hakkında yine elinizden bir kötülük yapma gelemediğinden, kötülüğü başka birilerinin ya da başka nedenlerin gerçekleştirmesini isteyebilirsiniz ki buna da beddua denir. ama tecrübeler ve sağduyu göstermiştir ki beddua etmek hiç de hayırlı değildir çünkü bazen kötü düşünce kaynaklandığı yerden çıkmak istemez ya da döner dolaşır yine kaynak bulduğu yere ulaşır. dualarla ilgili bir başka husus da ölmüşlerin ruhuna dua okumanın incelikleriyle alakalıdır. genellikle ölmüşlerin ruhuna dua okuyanlar peygamberlerden başlayıp, azizlerden geçip, gece bekçisine kadar bu duayı pay ederler... böylece aslında ölmüşe gitmesi gereken dua binlerce ruh arasında paylaştırılır ve ölmüşün hissesine minicik bir pay düşer. bir diğer konu da özellikle başka bir dilde dua okunurken her duraklama anında “amin” demenin yararsız olmasıyla alakalıdır. bunun tek nedeni edilen duayı anlamıyor olmak ama duyulan her kelimenin de bir duacık olduğunu sanmaktır. en iyisi dua bittikten sonara tek bir kocaman amin denmesi ve anlam bütünlüğüne dokunulmamasıdır.

o halde işte benim duam:
“ey ölmüş kişi... artık öldün... yaşarken aklımdan geçenleri bilemezdin acaba şimdi bilebiliyor musun? eğer bunu becerebiliyorsan ölmekle en azından bir şey kazanmışsın demektir... amin!”

bu ihtiyarlar beni fark etmeden kaybolmalıyım.... eminim hepsi çok gevezedir! hemen boş bir mezar bulayım kendime… pekala, bir dolmuş demek istedim…

(devamı burada)

İÇBÜKEY YAN(IL)sıMA (ek: 7)

0 y o r u m
oyuk karanlığın
derinliklerine
kilitlenmişken gözleri,
hala üzerinde duruyorlardı
avuçlarının;
sökülen dişi ve tek dostu aynası !
bedensel ve ruhsal
manada,
simgesel bir çağrışım
gibiydi
onun adına …

aşamalı olarak dönüşüp
gelişiyordu arınma …
elinden alındığında
kılcal damarlar tarafından,
teorik varlığının
ruhsal manada ki simgesi:
derhal,
müdanesiz bir serbestliğe
evirildi bilinci …

zincirleme bir reaksiyon
akışı başlamıştı
ve maddi varlığının
bedensel manada ki simgesi:
avucunda,
bir tutam beyaz toza
dönüşüverdi
ve gittikçe şişen bedeni,
çürümeye bıraktı
kendini …

taze yaranın içine
bırakıldı
dikkatli bir itina ile …
o yaranın içinde
gizlenecekti
artık aynası !
çürüme hızlanmıştı
ve zaman yoktu,
kendi kabuğunu oluşturmadan
görmeliydi
el aynasının yansıttıklarını …

ayna,
genişledi ve inceldi …
yaranın çapı
ölçüsünde
ve kılcal damarların
reva gördüğü tahtında,
kocaman açtı
kısılmış gözlerini ve baktı …
eriyik cam sızan
yaranın içine !



“ siyahlar giyinmiş bir adam duruyor.
ortasından tramvay geçen caddede.

gecenin oldukça geç saatleri …
yanından ve çevresinden insanlar akmakta.

neden orada durduğunu hiç kimse umursamıyor.
dehşet uyandıran bir ilgisizliğin pençesindeler !

siyahlar giyinmiş adam, karşısında ki binalara bakıyor
ve o binaların arasında kalmış dar ve karanlık sokağa.

renkli ışıklarla bezenmiş bu kalabalık caddede,
orada kalmış, kısılmış ve ilgi uyandırmayan karanlık bir sokak.

hayatın önlenemez akışı ve döngüsü içerisinde; nefesleşecek
bir durak gibi, tuhaf sessizliği ve simsiyah karanlığıyla duruyor.

aniden hareketlenerek, yolun karşı kısmına geçiyor
ve günlerdir uzaktan incelediği sokağın tam önünde duruyor.

onda etkili olan ve karşı koyamadığı bir çekiciliği var.
sokağın aşağı doğru kavislenen ve karanlıkla bütünleşen yolu cezp ediyor.

ortasından tramvay geçen caddenin yansıttığı ışık,
sokağın yalnızca dört adımlık mesafesini aydınlatabiliyor.

süregelen yaşamı içine almayan saf ve katışıksız karanlık,
ışığın bittiği tam o noktada başlıyor ve fark edilmeyi hak ediyor.

zaman hızla akıp giderken; zihninde ki ikilem kendini,
karanlığı bilmenin dizginlenemeyen arzusuna dönüştürüyor.

yürüyor sokağın içine doğru
ve yavaşça yutmaya başlıyor karanlık.

teslim oluyor kendi iradesiyle karanlığa
ve siyahlar giyinmiş o adam;

nihayet
silinip, yok oluyor … ”


Hepsi Bu

birinci bölüm burada
ikinci bölüm burada
üçüncü bölüm burada