(burada başladı, burada da bir önceki bölüm var)
şehirden uzaklara inşa edilen bu siteler hakkında ortaya atılan tüm sosyolojik ve politik teorileri okumak isterdim... arı kovanı gibi... tek tip binalar, tek tip biçimler... neredeyse her büyük şehrin dışında benzer yapılanma... aman bana ne... param olsa heralde ben de böyle bir yerde kalmak isterdim... altında araban olduktan sonra belki de en güzeli... varoşlar patlayıp da yağmalamaya başladığında da yazlığa gidersin... büyük ihtimal yaz aylarında patlar zaten varoşlar... kar kış kıyamette kimse ayaklanmaz...
şuna bak, ne sokak ismi ne apartman ismi. sadece rakamlar... dosya arıyorsun sanki! ama ben aramak ve bulmak konusunda bir uzman olarak bundan şikayet etmemeliyim... ya da etmeliyim. hatta sadece ben şikayet etmeliyim... bir uzman tarafından, eleştiri boyutlarında ciddiye alınması gereken bir şikayet!
telefonlara hep o bakıyor, umarım kapıya bakmaz! yirmi dört numara... bas düğmeye, yaklaş mikrofona, dikkat canlı yayına girmek üzeresin... pekala sadece apartmana girmek üzeresin!
“kim o?”
bu o! sosyal yaşantısı yok mu bu veledin!
“polis...”
“ben sizi görüyorum... pek polise benzemiyorsunuz?”
hay aksi... kamera olduğunu fark etmeliydim....
“şaka yaptım... lütfen açar mısın kapıyı?”
“kimsiniz?”
“ee.. ben minnet... telefonla aramıştım...”
“ooo! evde kimse olmadığını öğrendin ve şimdi de hırsızlığa geldin öyle mi! hemen gitmezsen polis çağıracağım!”
bu... çocuk... beni... hasta... etti!
“babaannene ulaşamıyorum... nerede kendisi?”
“öldü o! babaannem yok benim!”
“bak... ee.. gerçekten önemli...”
“polis çağırıyorum...”
“dur çocuk! babaannene vermem gereken bir şeyler var!”
konuşsana velet! açsana kapıyı!
“alo!”
“pardon?”
bu da kim? asıl ben kimim burada alo alo diye yırtınan... gerildim yine... hayır panikledim!
“ee... meraba... siz... ee... müesser hanımı tanıyor musunuz?”
“kimi?”
“ee... müesser... hay aksi soyadını yazmamış... bu adreste bulunması gerekiyor? yanlış geldiğimi sanmıyorum? bir de siz bakın...”
“siz kimsiniz?”
“ah affedersiniz... ee.. ben minnet... müesser hanım benim bir müşterim...”
“ne iş yapıyorsunuz?”
bu apartmanda oturmak için geveze, çatlak ya da meraklı yani bir şekilde sakat olmak ön koşul galiba!
“ee.. ben insanların aradıkları şeyleri onlar adına bulurum... bu işi yapıyorum...”
bir şirket ismi artık şart oldu... ve tabii sloganlaşabilecek kadar çarpıcı... her neyse...
“peki buraya neden geldiniz?”
şöyle mermer kaplama, baraj duvarı yüksekliğinde bir “sana ne!” geliyor gözümün önüne....
“müesser hanımla görüşmek...”
bu çocuktan nefret ediyorum! inanılmaz ama polis geldi! bu kadar hızlı nasıl olur yahu? manyaklar arasına düştüm resmen!
“iyi günler, bir sorun mu var?”
“ben bu binada oturuyorum...”
ben? ben bu binada oturmuyorum... şu andan itibaren oturmak da istemezdim! ama ben kimim di mi? panikliyorum! çok panikliyorum! bana bakıyor polis, sen necisin diyor....
“ee... meraba memur bey... ben... müesser hanım, müşterim olur kendisi, onunla görüşmem gerekiyordu da, adres olarak bana buranın adresini...”
“siz kimsiniz?”
“ben minnet... müesser hanıma bir şey teslim edecektim... cep telefonu ve şarj aleti...”
“gündüz iki kere de telefonla rahatsız etti bu adam!”
iki polis, bir kadın ve paniklemiş bir adam olarak hoparlöre aptallaştık... sıçmık piç bize katılmadan edemedi!
“bu çocuk sakat!”
bunu söylememeliydim. bunu söyler söylemez pişman oldum ama dayanamadım! neden dayanamadım çünkü panikledim ve soğukkanlılığımı tamamen kaybettim... ama ben hiçbir zaman soğukkanlı olamadım ki!
“o çocuk benim oğlum!”
“hanımefendi! buna çok sevindim! yani müesser hanımın kızı olmanıza...”
“müesser hanımın kızı değilim; onun geliniydim... ne istiyorsunuz?”
polisler bakıyorlar... anlamaya çalışıyorlar neler olduğunu ve umarım bunu kendi başlarına halledebilirler çünkü onlara bir şeyler açıklamayı becerebileceğimi hiç zannetmiyorum!
bununla beraber asıl önemli olan şu: ne demek geliniy-dim!
“ee... daha önce de açıklamaya çalıştığım gibi... müesser hanım benim müşterimdir ve ben ona bunları teslim edip işimi tamamen bitirmek istiyordum... kendisini cepten aradım ama ulaşamadım. bir de ev numarası vermişti ancak sanırım oğlunuz, evet, benimle pek iletişim kurmak istemedi ve en iyisi verdiği adrese gideyim dedim. ancak...”
“bu çok saçma!”
“nedir hanım efendi saçma olan?”
polisin sorusuna ben de cevap bekliyorum... gerçekten de, nedir hanımefendi saçma olan?
“müesser hanım öleli dört sene oluyor!”
sakat bir çocuk, daha sakat bir gelin! nasıl öleli dört sene olur; daha geçen gün büromda karşılıklı konuştuk! hatta sadece o konuştu!
“nasıl öleli dört sene olur; daha geçen gün büromda karşılıklı konuştuk! bu telefon da ona ait ve şarj aletini bulmamı istedi benden!”
“telefon size mi ait hanımefendi?”
ben sapıttım! polis sapıttı! ana oğul bunlar daha önce sapıtmışlar!
“hayır bana ait değil... ama gerçekten de rahmetli kaynanamın cep telefonuna çok benziyor... ama onun telefonu değil!”
“hanımefendi... rica ederim... size geçen gün bizzat kendisiyle konuştuğumu, hatta bu gün de cep telefonuyla konuştuğumu söylüyorum...”
“cep telefonu sendeyse nasıl konuştun?”
ülkemizde polisiye edebiyatın neden fazla gelişmediğini anlıyorum... işte cart diye açık yakaladı zehir hafiye!
“müesser hanım büroma geldi ve...”
“ne bürosu bu?”
memur bey... lütfen kesmeyin saçma sapan sorularla laflarımı... paniklemiş durumdayım yahu! zor topluyorum zaten kelimeleri!
“benim bürom... ben insanların kaybettikleri ya da bulmak istedikleri şeyleri bulurum...”
“yasal mı bu iş? ben hiç duymadım böyle bir şey?”
“yasal efendim... valilikten ve belediyeden iznim var... fatura kesebiliyorum ve vergi mükellefiyim...”
“allah allah...”
“evet... her neyse... müesser hanım büroma geldi ve benden bu telefonu kaybettiğini...”
“nasıl yani? kaybettiği telefonla mı geldi?”
“hayır! yani... hayır tabii ki! bu telefonu kaybetmiş ve yıllarca bulamamış, sonra bulmuş ama bu sefer şarj aletini bulamamış. benden de şarj aletini bulmamı istedi...”
“ee? telefon sizdeyse o nasıl cevap verebildi size?”
“bu telefon kayıpken, hanımefendi ona başka bir telefon almış...”
“ee? o zaman ne diye eski telefonun şarj aletini aratsın?”
“çünkü eski cep telefonunu çalıştırabilmesi için şarj aleti gerekiyor...”
“arayın bakalım o hanımı...”
bilimsel çalışmaya meraklı bir polis memuru... ama haklı... bu hengameden kurtulabilmem için tek şansım geveze ihtiyarın telefona cevap vermesi...
“bakın... müesser hanım dört yıl kadar önce öldü... çoktan ölmüş birini nasıl olacak da arayacaksınız!”
“bana da saçma geliyor hanımefendi ama bu kadar şeyi nasıl biliyorum ben? bu telefonu bana veren hanım oldukça sağlıklı görünüyordu! en azından bir ölüye göre!”
“lütfen sözlerinize dikkat edin!”
“pardon... ama bu karışıklığı çözebilmenin tek yolu bu galiba...”
“bu kadar saçmalık olmaz!”
“çalıyor?”
gelinin telefonu da çalmaya başladı?
“sizin numaranız mı bu?”
evet şimdi filmim koptu!
“ee... evet benim numaram... ama...”
“bu kadar saçmalık yeter! kimsiniz ve ne istiyorsunuz!”
lütfen bana böyle bakmayın... bu kadar da kendim olabilmişken olacak şey mi bu? ben diyorum, ben, kendim... durun bir dakika! ne bir dakikası, beş yıl! tatile çıkmalıyım... önce doğal güzelliklerin etrafımı sardığı bir yerde sessiz geziler yapmalı ve aklımdaki tüm kavramlardan uzaklaşmalıyım... sonra en baştan başlayıp... evet en baştan başlayalım... geveze ihtiyar adıyla kaydedilmiş müesser hanıma ait numarayı daha önce aradığımda müesser hanımla konuşuyordum ve bu bana gayet normal geliyordu ki gerçekten de böyle olması gerekir ama şimdi aradığımda bu tanımadığım kadının telefonu çalıyor... bu tanımadığım kadın müesser hanımın gelini... o zaman kim olduğunu bildiğim ama tanımadığım kadın demeliyim... kim olduğunu bildiğim ama tanımadığım bu kadında müesser hanımın telefonu ne arıyor? müesser hanım nerede? eğer dedikleri gibi üç beş yıldır ölü olarak tüm etkinliğini yitirmiş, yok olmaya doğru suskunca çürüyen bir beden ise ben ne halt yiyorum? ben hayaletlere inanıyor muyum? hayır... reenkarnasyona inanıyor muyum? bu da nereden çıktı şimdi! ben hayaletlere hortlaklara zombilere... inansam bile onların sırf ben inanıyorum diye var olamayacaklarını biliyorsam demek ki hiçbir şekilde inanmıyorum... şüphe bile duymuyorum... o zaman kendimden mi şüphelenmeliyim? evet tabii ki kendimden şüphelenmeliyim... polisi oyalayamam... beni alıp götürsünler... beş yıl doğal güzelliklerinin etrafımı sardığı bir hapishaneye... olamaz... ben yalan söylemiyorum ve keşke gerçekten bir şeyler çeviren gizemli şaibeli suça meyilli üç kağıtçı çok zeki biri olsaydım... ama değilim! açmadığım hiçbir kağıdım yok! zaten tek bir kozum bile yoktu ki en başından beri; şimdi bu zor durumda her şeyi düzeltecek ya da en azından açıklayacak bir şey olarak çaaat diye suratlarına vursam! ben kimim ve ne istiyorum? bunu halletmek gerek. bir yanlışlık oldu galiba size iyi günler? olur mu hiç bir yanlışlık, anlamazlar ki bunlar... hayır açıklama yapmam gerekiyor... onların ölmüş ihtiyarlarına musallat olan benim... öyle görünüyor! ama onların geveze ihtiyarları bana musallat oldu? tam da hayatımda kocaman bir değişiklik yapıp sıradan, normal bir insan olma yoluna girmişken... işimden dönüp televizyona apışacaktım ben... hafta sonları birkaç eğlence yerine takılmayı düşünmeye bile başlayacaktım... olacak şey mi! al işte kimim ben ve ne istiyorum! ben...
“ben... anlayamıyorum...”
“bizimle gelseniz iyi olacak...”
evet... beni kırlara gömün!
(devam edecek...)
şehirden uzaklara inşa edilen bu siteler hakkında ortaya atılan tüm sosyolojik ve politik teorileri okumak isterdim... arı kovanı gibi... tek tip binalar, tek tip biçimler... neredeyse her büyük şehrin dışında benzer yapılanma... aman bana ne... param olsa heralde ben de böyle bir yerde kalmak isterdim... altında araban olduktan sonra belki de en güzeli... varoşlar patlayıp da yağmalamaya başladığında da yazlığa gidersin... büyük ihtimal yaz aylarında patlar zaten varoşlar... kar kış kıyamette kimse ayaklanmaz...
şuna bak, ne sokak ismi ne apartman ismi. sadece rakamlar... dosya arıyorsun sanki! ama ben aramak ve bulmak konusunda bir uzman olarak bundan şikayet etmemeliyim... ya da etmeliyim. hatta sadece ben şikayet etmeliyim... bir uzman tarafından, eleştiri boyutlarında ciddiye alınması gereken bir şikayet!
telefonlara hep o bakıyor, umarım kapıya bakmaz! yirmi dört numara... bas düğmeye, yaklaş mikrofona, dikkat canlı yayına girmek üzeresin... pekala sadece apartmana girmek üzeresin!
“kim o?”
bu o! sosyal yaşantısı yok mu bu veledin!
“polis...”
“ben sizi görüyorum... pek polise benzemiyorsunuz?”
hay aksi... kamera olduğunu fark etmeliydim....
“şaka yaptım... lütfen açar mısın kapıyı?”
“kimsiniz?”
“ee.. ben minnet... telefonla aramıştım...”
“ooo! evde kimse olmadığını öğrendin ve şimdi de hırsızlığa geldin öyle mi! hemen gitmezsen polis çağıracağım!”
bu... çocuk... beni... hasta... etti!
“babaannene ulaşamıyorum... nerede kendisi?”
“öldü o! babaannem yok benim!”
“bak... ee.. gerçekten önemli...”
“polis çağırıyorum...”
“dur çocuk! babaannene vermem gereken bir şeyler var!”
konuşsana velet! açsana kapıyı!
“alo!”
“pardon?”
bu da kim? asıl ben kimim burada alo alo diye yırtınan... gerildim yine... hayır panikledim!
“ee... meraba... siz... ee... müesser hanımı tanıyor musunuz?”
“kimi?”
“ee... müesser... hay aksi soyadını yazmamış... bu adreste bulunması gerekiyor? yanlış geldiğimi sanmıyorum? bir de siz bakın...”
“siz kimsiniz?”
“ah affedersiniz... ee.. ben minnet... müesser hanım benim bir müşterim...”
“ne iş yapıyorsunuz?”
bu apartmanda oturmak için geveze, çatlak ya da meraklı yani bir şekilde sakat olmak ön koşul galiba!
“ee.. ben insanların aradıkları şeyleri onlar adına bulurum... bu işi yapıyorum...”
bir şirket ismi artık şart oldu... ve tabii sloganlaşabilecek kadar çarpıcı... her neyse...
“peki buraya neden geldiniz?”
şöyle mermer kaplama, baraj duvarı yüksekliğinde bir “sana ne!” geliyor gözümün önüne....
“müesser hanımla görüşmek...”
bu çocuktan nefret ediyorum! inanılmaz ama polis geldi! bu kadar hızlı nasıl olur yahu? manyaklar arasına düştüm resmen!
“iyi günler, bir sorun mu var?”
“ben bu binada oturuyorum...”
ben? ben bu binada oturmuyorum... şu andan itibaren oturmak da istemezdim! ama ben kimim di mi? panikliyorum! çok panikliyorum! bana bakıyor polis, sen necisin diyor....
“ee... meraba memur bey... ben... müesser hanım, müşterim olur kendisi, onunla görüşmem gerekiyordu da, adres olarak bana buranın adresini...”
“siz kimsiniz?”
“ben minnet... müesser hanıma bir şey teslim edecektim... cep telefonu ve şarj aleti...”
“gündüz iki kere de telefonla rahatsız etti bu adam!”
iki polis, bir kadın ve paniklemiş bir adam olarak hoparlöre aptallaştık... sıçmık piç bize katılmadan edemedi!
“bu çocuk sakat!”
bunu söylememeliydim. bunu söyler söylemez pişman oldum ama dayanamadım! neden dayanamadım çünkü panikledim ve soğukkanlılığımı tamamen kaybettim... ama ben hiçbir zaman soğukkanlı olamadım ki!
“o çocuk benim oğlum!”
“hanımefendi! buna çok sevindim! yani müesser hanımın kızı olmanıza...”
“müesser hanımın kızı değilim; onun geliniydim... ne istiyorsunuz?”
polisler bakıyorlar... anlamaya çalışıyorlar neler olduğunu ve umarım bunu kendi başlarına halledebilirler çünkü onlara bir şeyler açıklamayı becerebileceğimi hiç zannetmiyorum!
bununla beraber asıl önemli olan şu: ne demek geliniy-dim!
“ee... daha önce de açıklamaya çalıştığım gibi... müesser hanım benim müşterimdir ve ben ona bunları teslim edip işimi tamamen bitirmek istiyordum... kendisini cepten aradım ama ulaşamadım. bir de ev numarası vermişti ancak sanırım oğlunuz, evet, benimle pek iletişim kurmak istemedi ve en iyisi verdiği adrese gideyim dedim. ancak...”
“bu çok saçma!”
“nedir hanım efendi saçma olan?”
polisin sorusuna ben de cevap bekliyorum... gerçekten de, nedir hanımefendi saçma olan?
“müesser hanım öleli dört sene oluyor!”
sakat bir çocuk, daha sakat bir gelin! nasıl öleli dört sene olur; daha geçen gün büromda karşılıklı konuştuk! hatta sadece o konuştu!
“nasıl öleli dört sene olur; daha geçen gün büromda karşılıklı konuştuk! bu telefon da ona ait ve şarj aletini bulmamı istedi benden!”
“telefon size mi ait hanımefendi?”
ben sapıttım! polis sapıttı! ana oğul bunlar daha önce sapıtmışlar!
“hayır bana ait değil... ama gerçekten de rahmetli kaynanamın cep telefonuna çok benziyor... ama onun telefonu değil!”
“hanımefendi... rica ederim... size geçen gün bizzat kendisiyle konuştuğumu, hatta bu gün de cep telefonuyla konuştuğumu söylüyorum...”
“cep telefonu sendeyse nasıl konuştun?”
ülkemizde polisiye edebiyatın neden fazla gelişmediğini anlıyorum... işte cart diye açık yakaladı zehir hafiye!
“müesser hanım büroma geldi ve...”
“ne bürosu bu?”
memur bey... lütfen kesmeyin saçma sapan sorularla laflarımı... paniklemiş durumdayım yahu! zor topluyorum zaten kelimeleri!
“benim bürom... ben insanların kaybettikleri ya da bulmak istedikleri şeyleri bulurum...”
“yasal mı bu iş? ben hiç duymadım böyle bir şey?”
“yasal efendim... valilikten ve belediyeden iznim var... fatura kesebiliyorum ve vergi mükellefiyim...”
“allah allah...”
“evet... her neyse... müesser hanım büroma geldi ve benden bu telefonu kaybettiğini...”
“nasıl yani? kaybettiği telefonla mı geldi?”
“hayır! yani... hayır tabii ki! bu telefonu kaybetmiş ve yıllarca bulamamış, sonra bulmuş ama bu sefer şarj aletini bulamamış. benden de şarj aletini bulmamı istedi...”
“ee? telefon sizdeyse o nasıl cevap verebildi size?”
“bu telefon kayıpken, hanımefendi ona başka bir telefon almış...”
“ee? o zaman ne diye eski telefonun şarj aletini aratsın?”
“çünkü eski cep telefonunu çalıştırabilmesi için şarj aleti gerekiyor...”
“arayın bakalım o hanımı...”
bilimsel çalışmaya meraklı bir polis memuru... ama haklı... bu hengameden kurtulabilmem için tek şansım geveze ihtiyarın telefona cevap vermesi...
“bakın... müesser hanım dört yıl kadar önce öldü... çoktan ölmüş birini nasıl olacak da arayacaksınız!”
“bana da saçma geliyor hanımefendi ama bu kadar şeyi nasıl biliyorum ben? bu telefonu bana veren hanım oldukça sağlıklı görünüyordu! en azından bir ölüye göre!”
“lütfen sözlerinize dikkat edin!”
“pardon... ama bu karışıklığı çözebilmenin tek yolu bu galiba...”
“bu kadar saçmalık olmaz!”
“çalıyor?”
gelinin telefonu da çalmaya başladı?
“sizin numaranız mı bu?”
evet şimdi filmim koptu!
“ee... evet benim numaram... ama...”
“bu kadar saçmalık yeter! kimsiniz ve ne istiyorsunuz!”
lütfen bana böyle bakmayın... bu kadar da kendim olabilmişken olacak şey mi bu? ben diyorum, ben, kendim... durun bir dakika! ne bir dakikası, beş yıl! tatile çıkmalıyım... önce doğal güzelliklerin etrafımı sardığı bir yerde sessiz geziler yapmalı ve aklımdaki tüm kavramlardan uzaklaşmalıyım... sonra en baştan başlayıp... evet en baştan başlayalım... geveze ihtiyar adıyla kaydedilmiş müesser hanıma ait numarayı daha önce aradığımda müesser hanımla konuşuyordum ve bu bana gayet normal geliyordu ki gerçekten de böyle olması gerekir ama şimdi aradığımda bu tanımadığım kadının telefonu çalıyor... bu tanımadığım kadın müesser hanımın gelini... o zaman kim olduğunu bildiğim ama tanımadığım kadın demeliyim... kim olduğunu bildiğim ama tanımadığım bu kadında müesser hanımın telefonu ne arıyor? müesser hanım nerede? eğer dedikleri gibi üç beş yıldır ölü olarak tüm etkinliğini yitirmiş, yok olmaya doğru suskunca çürüyen bir beden ise ben ne halt yiyorum? ben hayaletlere inanıyor muyum? hayır... reenkarnasyona inanıyor muyum? bu da nereden çıktı şimdi! ben hayaletlere hortlaklara zombilere... inansam bile onların sırf ben inanıyorum diye var olamayacaklarını biliyorsam demek ki hiçbir şekilde inanmıyorum... şüphe bile duymuyorum... o zaman kendimden mi şüphelenmeliyim? evet tabii ki kendimden şüphelenmeliyim... polisi oyalayamam... beni alıp götürsünler... beş yıl doğal güzelliklerinin etrafımı sardığı bir hapishaneye... olamaz... ben yalan söylemiyorum ve keşke gerçekten bir şeyler çeviren gizemli şaibeli suça meyilli üç kağıtçı çok zeki biri olsaydım... ama değilim! açmadığım hiçbir kağıdım yok! zaten tek bir kozum bile yoktu ki en başından beri; şimdi bu zor durumda her şeyi düzeltecek ya da en azından açıklayacak bir şey olarak çaaat diye suratlarına vursam! ben kimim ve ne istiyorum? bunu halletmek gerek. bir yanlışlık oldu galiba size iyi günler? olur mu hiç bir yanlışlık, anlamazlar ki bunlar... hayır açıklama yapmam gerekiyor... onların ölmüş ihtiyarlarına musallat olan benim... öyle görünüyor! ama onların geveze ihtiyarları bana musallat oldu? tam da hayatımda kocaman bir değişiklik yapıp sıradan, normal bir insan olma yoluna girmişken... işimden dönüp televizyona apışacaktım ben... hafta sonları birkaç eğlence yerine takılmayı düşünmeye bile başlayacaktım... olacak şey mi! al işte kimim ben ve ne istiyorum! ben...
“ben... anlayamıyorum...”
“bizimle gelseniz iyi olacak...”
evet... beni kırlara gömün!
(devam edecek...)