KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ

15.

Hani teşbihte hata olmazmış derler ama kolaylıkla da kantarın topuzu kaçabiliyor bazen ya; bu sebeple, o gecenin sonunda güneş gâvur amı yakıcılığında diyorum, bir kez daha İstanbul’un üzerinde doğdu.

Zebulun kafası bin bir olmuş, alnı çatlayacak gibi, ağzı dili kupkuru ve damağına yapışmış, her bir eklem yeri tutulmuş vaziyette gözlerini ovuşturarak uyandı. Bulanık ve çatallı görüyordu. Etrafını net görmesi biraz zaman aldı ama sonunda başardı. Sade döşenmiş, küçük bir odanın içinde yatıyordu. Duvarlarında resim yoktu, poster yoktu, kaldı ki ayna bile yoktu. Güneş sanki o küçücük odanın ortasında doğmuş gibi içeriyi yakıyordu. Bu sırada anadan üryan çıplak olduğunu ve yanında yatan birinin bıyıklarıyla oynaştığını fark etti.

Sen hayırlara nasip et Yarabbi!.. Neler oluyor lan…

Islah olmaz paranoyası ona, çocukluk yıllarında çoklukla gittiği yazlık sinemalarda seyrettiği Yeşilçam filmlerinden ve Uzakdoğu sinemasının eski, uçuk karate filmlerinden kalma bir mirastı. Ani bir hareketle doğrulup baktı ve gördüğü güzellik karşısında öylesine mest oldu ki, ağzının tüm kuruluğu tümüyle gidiverdi. Bütün gece boyunca etrafında dolaşıp fotoğrafını çekmekte ısrar eden o güzeller güzeli kızdı yanında yatan ve kendisi gibi o da bütünüyle çırılçıplaktı. Üzerlerinden kayan çarşafı düzeltmeye yeltenmedi bile. Olağanüstü vücudunu saklama gereği duymuyordu anlaşılan. Sadece tatlı tatlı Zebulun’a bakıyordu. Neler olup bittiği hakkında en ufak bir fikri olmadan, şaşkınlık içinde tekrar kızın yanına uzandı.

Ephfilya yeniden Zebulun’un bıyıklarını burmaya, kıvırmaya başlarken bu arada ona daha da yaklaşmış ve kusursuz vücudunun tüm kıvrımlarıyla Zebulun’a yaslanmıştı. Bedeninin tüm ateşi aşağılara doğru süzülmeye başlayan Zebulun, kaçınılmaz olarak sertleşmeye başlamıştı bile.

Sen herhalde solcusundur.

Dedi Ephfilya…

Fakat şu anda beyninde bir gram bile kan yoktu Zebulun’un. Hepsi aşağıda rampa kurmakla meşguldü. Aç kurt gibi bakıyordu kıza. Doğruldu. Sol elinin avuç içini göstererek:

Zaman zaman solumu da kullandığım oluyor güzelim, dedi.

Yaptığı kinaye son derece çocuksu bir salaklıktaydı ama o, bu nahoş benzetmeyi hiç dert etmeden ve hiçbir çekingenlik göstermeden kızın üzerine çıkmıştı bile. Geceden kalmanın getirdiği sersemlikle zar zor bir ritim tutturabildikten ve kızı sert vuruşlarla sarsmaya başladıktan neden sonra Ephfilya adamın imasında ki zayıf mizahı anlayabildi.

Şu anda, masada kızlara atıp tutan o analitik düşünme yetisi üst düzey olan adamdan eser yoktu. Yani kendisini kökten değiştiren fikirler ve inandığı ideolojiler hakkında sanki hiç ilgili değilmişçesine, lakayt yakıştırmalar yapıp, ona olan merakını düzeysizce alaya alabiliyordu. Bunu yadırgadı biraz. Schopenhauer’in bu adam hakkında ki ısrarı boşuna mıydı yoksa. Yanılıyor olabilir miydi?

Aslında Ephfilyanın anlaması gereken en önemli hususlardan birine vurgu yapan Zebulun’du. Sekste ideolojik fikirlerin yeri olmadığını biraz içgüdüsel bir hayvanlıkta da olsa göstermeye ya da kanıtlamaya çalışıyordu. Fikirler elbette önemlidir ama ihtirasın ve erotizmin doruğundayken değil.

Kız bunu biraz geç anladı ama işi kavradığı anda kendi ritmini bulmakta hiç zorluk çekmedi. Hatta kendisi için yeni bir tecrübe olan seks o kadar hoşuna gitti ki, bu işi bütün güne yaymaya karar verdi. Mesaisinin uzayacağından habersiz, kan ter içerisinde düzüşmenin kalitesini arttırmaya odaklanmış Zebulun için bu pek de iyi bir haber sayılmazdı doğal olarak.

Sumen altından her şeyin planlandığı ve dikkatle uygulamaya konulduğu öteki mekânda ya da sonsuz mekânsızlıkta veya nerede olacağı aklımıza yatıyorsa tam da orada var olan, saf doğruluktan mükellef o bariz âlemde ise, Thomas Hobbes özenle karılmış desteden ustalıkla kartları dağıtıyordu. Bireysel bencilliğin toplumun çıkarlarıyla örtüştüğü noktalarda erdemlerin oluştuğuna inanırdı.

Nietzsche gelen kartlara baktı ve gür bıyığının altından yarı duyulur bir sesle:

Kadını kadının içinde özgürlüğe kavuşturmalı! Dedi.

Schopenhauer dostunun, Zebulun’un yakarışına cevaben yaptığı plana gönderme yaptığını biliyordu. İstediği sonucu almıştı. Eline dağıtılanlara bakarak gülümsedi.

Kant herhangi bir yorum veya karşıt eleştiride bulunma gereği duymamış, yalnızca oynadıkları oyuna odaklanmış görünüyordu. Schopenhauer’in sorunları çözerken kullandığı yöntemler onun etik anlayışına vurulmuş birer darbe gibiydi. Kant hayatı boyunca saf aklın bazı düşünceler ve ilkeler üretebileceğini, bunların da istemeyi belirleyebileceğine inanmıştı. Saf istemenin, yani çıkarları bir kenara bırakarak tutkuların, arzuların, hırsların kölesi olmadan yaşamanın insanlar için bir fırsat olacağını öngörüyordu. Bu düşünce onun ahlak metafiziği dediği şeyin özüydü.

Bu öze göre Zebulun uğraşmaya değmeyecek kadar değersizdi.

Genel Merkezin Baş Sorumlu Meleği de aynen Kant gibi düşünüyordu ama kızının o adamın koynuna girdiğini öğrendiğinde, öncelikle verilen görevi yüzüne gözüne bulaştıran saha meleğinin kanatlarını yoldurmuş daha sonra da âlemin en usta taş işçilerine giderek tüm Beyoğlu’nu örtecek büyüklükte bir taş tabletin siparişini vermeye kalkışmıştı. Birdenbire Zebulun ve onun gibilerini toptan yok etme ihtirasına kapılmıştı.

Bir süre sonra Tanrı huzuruna çağrıldı ve daha önemli mevkilere atanma beklentisindeyken, karşı koyamadığı öfkesi yüzünden başında bulunduğu görevden de el çektirildi.

Etrafta konuşulanlar, çok yakında Schopenhauer’in de aynı huzura çağırılacağı ve bu yüzleşmenin çetin bir sorgulama olmasının yanında doyumsuz bir fikir atışmasının da yaşanacağı şeklindeydi.

Külün boyu ağzında ki sigarada uzarken Zebulun iki yumurtayı bir kapta karıştırıyordu.




HEPSİ BU.

0 y o r u m :: KUTSAL KASE'NİN EREKSİYONİST BEKÇİLERİ

Yorum Gönder