ÖLÜ VEYA DİRİ

Günün birinde zar zor düşerek başladığım boktan hayatıma, herkese ait olan bu yaşama yani, o da sıra dışı bir tazyikle fışkırarak, lanet bir ekşimiş ve çürümüşlük kokusuyla birlikte uyandı. Sadece ağzımı açık tutmam yeterli olmuştu. İçimden, benden kaçarcasına dökülüyordu; inanamazsınız, tuvaletin o Hilton lavabosu anında dolmuş ve kenarlarından taşıp yer fayanslarına akmaya başlamıştı.

Bir ismi ya da dili yoktu ama şimdiden bu hayata benden daha fazla adapte olmuş gibi görünüyordu gözüme. Üstelik benden çıkmış, pardon yok, kaçmıştı.

Aynada ki adama baktım. Bir kısmı sakallarıma bulaşmıştı. Kesmiyordum sakallarımı; hiç olmazsa onlar benden kaçmıyorlardı. Sadık ve müşfiktiler bana.

Masama dönmem gerekiyordu. Diğer masaların arasında bir yerdeydi. Benim diğer insanların arasında olduğum gibi.

Oturup bir sigara yaktım hemen. Masamdaydım. Aşınmış, üzeri çizik çizik eski ağaç masaları kaldırıp yerlerine bu yeni plastik alaşımlı masaları koymuşlardı. Yeniydiler ama insanı sahiplenmiyorlardı. Soğuk ve mesafelilerdi. Nefret etmiştim bu yeni masalardan. O eski ve dost canlısı ağaç masaları özlüyordum. Her daim dirseklerimin derilerini sıyıran koyu kahverengi, koca cüsseli, babacan tavırlı masaları.

Benim bir sorunum yoktu o masalarla, anlaşılan benim dışımda herkesin varmış. İnsanoğlunun talepleri bitmez; doyumsuz bir küstahlıkta, aç bir yamyamın karın gurultusu gibi yükselir her şafakta…

Yoksa adına medeniyet kültürü dediğimiz şey, yalnızca açık yaraya bastırılan tentürdiyotlu bir pamuktan mı ibaret?

Biramdan ufak bir yudum alır almaz zihnimi kuşkulu bir düşünce meşgul etmeye başladı. Belki de yazamayacağım bir öykünün konusuydu. Diyordu ki; madem bu dünya evrenin yalnızca tek bir odası; öyleyse insan, bir odanın içinde nereye ve ne kadar uzağa kaçabilir ki…

Aniden sol omuzuma bir elin ağırlığı çöktü ve bastırdı.

“ Lan oğlum Mükerrem! ”

İsmim bu değildi.

“ Efendim.”

“ Geçen hafta bir oğlum oldu. Bilmiyorsun tabi. Hadi diple şu biranı, yenisini getirecem sana. Oğlumun şerefine. Müesseseden lan.”

Henüz yalnızca küçük bir yudum almıştım biramdan. Bardak doluydu ve benden diplememi istiyordu. Oğlu olmuştu geçen hafta. Geçen yılda bir kızı. Adam yaşamın içinde kalan son birkaç boşluğu, dehşet veren bir ereksiyonla dolduruyordu. İlk birkaç eli kazanan kumarbazlar gibi heyecanlı ve hevesliydi. Ağzımın sol köşesiyle sırıttım ve zaten o kısım görünmüyordu bile…

Tek dikişte, dibini buldum bardağın. Nefes almadan, gırtlağımdan aşağıya bıraktım hepsini. Midemden korkunç bir gurultu boğazıma doğru yükseldi. Onu da yuttum. Külçe gibi indi aşağıya, küfürler savurarak. Şafağa daha çok vardı.

“Geğirebilirsin.” Dedi sevgilim.

Bana karşı anlayışlı olmaya çalışıyordu. Kafamı iki yana salladım, gerek olmadığını anlatmaya çalışıyordum. Hangisini kastettiğim konusunda kafası karışmış olmalıydı.

“ Lavabo… ”

Kalktım masadan. Yolum çok uzaktı sanki. Beynim, gitme otur; en kötüsü şu köşeye sıçarsın işte, diyordu ama onu hiçbir zaman dinlemedim ben. Kontrollü bir yavaşlıkta süzüldüm alık insanların ve onların sahte, manasız masalarının arasından. İçkimi tazelediğini işaret etti bana uzaktan, muhtemelen gelecek yıl da çocuğu olacak adam. Aynı köşeyle sırıtmaya çabaladım.

Çok kalabalıktık. İnsanoğluna galaktik bir müdahale gerekiyordu belki de. Haksız mıyım? Ya da aralarından sadece beni alsalar da olurdu. Bu da bir nevi müdahale sayılırdı. Narsisim mi bu?

Şimdi tekrar aynı lavabonun önünde duruyordum. İçimden hararetli bir telaşla kaçan şeyin huzurundaydım yine. Bir yere gitmemiş, hala ilk çıktığı yerde hareketsiz fakat daha koyu ve yoğun bir görünümde, sinir bozucu bir yavaşlıkta yer fayanslarına damlamaya devam ederek gözümün içine bakıyordu. Karakterinde ki korkunç huzuru hissettim o bakışlarda, içten içe. Bu kadar kısa bir zamanda, huzuru kavrayabilecek bilgeliğe sahip olması beni şaşırtmış ve doğrusu panikletmişti. Merkezine doğru değişen, kararan renginde bana anlatmak istediği şeyler olduğunu hissettim. Hafifçe eğildim üzerine.

Seni yargılamıyorum, sen olduğun gibi kalmalısın diyordu bana. Fakat senin de anladığın üzere ben senden farklıyım. Yaşam beni içine çekti.

Bu şey, benden daha akıllı olduğunu düşünüyordu. Öyle mi? Belki de haklıydı.

“ Cismen bir bedene sahipsin ve tüm varlığın yaşama ait ama sen bütünüyle yabancılaşma taraftarısın. Yaşam sana değil, sen yaşama yabancılaşırsın ancak. Ben bu gerçeğin kanıtıyım. O beni kabul etti. ”

Faşist bir özgüvenle aşağılıyordu bu şey beni. Bu, minaresinin tepesine sıçtığım, benden kurtulduğu için kendini çok şanslı sayıyor olmalıydı.

Gecenin o saatinde ki anlayışıma göre, bu şey az önce bana kesinlikle düşmanlığını ilan etmişti. Beynimin sapından sırtıma doğru kor bir sıcaklık hissi yayıldı ve haksızlığa tahammülsüz birinin öfkesiyle gözlerim yuvalarında döndü. Hissiyatta öfkeyle birlikte utanç duygusu da kaplamıştı bedenimi. Anlamını çözemediğim bir utanç, bulanık ve karıncalı…

İhanet vardı. Evet, ihaneti hissediyor ama vurgulamayı yapamıyordum. Bu kadar kısa sürede alçakça ve aleni bir motivasyonla gelen adaptasyon resmen ihanetti. Evet… evet… evet…

Bunun adına bir başkası ne der bilemem; açıkçası, umurumda da değil, çünkü bu benim farkındalığım ve hiç kimsenin leş kokulu farkındalığına burnumu sokmadım ben şimdiye kadar.

Aynada ki adamla aynı şeyi düşünüyor olmalıyız ki, birdenbire ikimizde içgüdüsel bir çabuklukla lavabonun içinde ki o şeye ellerimizle dalıverdik. Bileklerimizin üç-dört parmak üzerine kadar sarmaladı kollarımızı. O anda iğrenç koyuluğunun içinde hafif bir sararma sezdim. Bu hareketi beklemediği açıktı. Varlığının dengeli yoğunluğu kendini daha akışkan bir kıvama bırakıyordu. Korkmuştu. Lavabonun kenarlarından şiddetli taşmalar oluyordu. Kaçmaya çalışıyordu benden ama onu hayatın içinden çekip almaya kararlıydım. Derinde ve merkezine yakın bir yerde ellerimi yumruk yaparak, avuçlarımın arasına sıkıştırdığım pütürlü, safra ve salyaya bulanmış yapışkan sıvıyı son gücümle ve sağlam bir kararlılıkla sıkmaya başladım. Aynada ki adamda aynısını yaptı. Gırtlağına çökmüştük orospu çocuğunun ve bizden kurtulması imkânsızdı.

Manasızca çırpınıyordu ama yanıltıcı olmasın, çırpınması manasız demiyorum. Demek istediğim, aşağı yukarı kırk beş-elli dakikadır yaşamla haşırneşir olmuştu ve yine de ondan kopmamak adına, çırpınacak kadar yoğun bu kavrayış şaşırtıcı, samimiyetsiz ve gerçekdışı görünüyordu. Yani böyle bir şey mümkün mü? İmkânsız! Çırpınışları sadece küstahlıkla açıklanabilirdi.

İçine çektiği tüm yaşamı çekip çıkarana kadar ya da onu içine çeken yaşamdan çekip alana değin, var gücümle sıktım!

Sıktık! Yüzeyinde hava kabarcıkları patlıyordu, her biri yaklaşan ölümünün kanıtı gibiydi.

Sıkmaya devam ettim! Olağanüstü çabalıyordu. Alnımdan düşen ter damlaları yavaşça çekilmeye başlayan şekilsiz varlığının içine karışıyordu. Terimin her damlası onun olağandışı varlığına sıçrayan birer ölüm zehriydi.

Dişlerimi gıcırdatarak, giderek kabaran bir öfkeyle sıktım! Belki de varlığı bir mucizeydi. Önemsemiyordum. Sikmişim mucizesini!

Benim atığımdı sadece. Mucizeyse eğer, benden çıkmış bir mucizeydi.

Nihayet rengi soluklaştı ve kokusu dayanılmaz bir hal almaya başladı. Lavabonun içine doğru ağır ağır çekilmeye başladı. Ardında sarımtırak lekeler bırakarak, deliğin içine yavaşça akıp gitti. Bu hayata tutunmayı, son kalan damlası da vazgeçinceye kadar ellerimle sıktım onu. Aynada ki adam bana bakarak sırıttı.

“ Başardık, öldürdük onu! ”

Heyecanlı ve mutlu görünüyordu.

Evet, öldürdük… Dedim. Ben onun kadar mutlu hissetmiyordum. Utanç daha baskındı. Nedenini bilmiyorum.

Musluğu açtım ve suyun lavaboda, o şeyin ardında kalan son pislikleri de alıp götürüşünü izledim bir süre. Ellerimi ve kollarımı yıkadım. Üzerimde parçaları vardı. Suyla birlikte akıp gitti hepsi. Serin suyu çarptım yüzüme üç-dört kez. Nefesim düzene girene kadar bekledim. Sonra suç mahallini soğukkanlılıkla terk ettim.

Bir sigara çektim paketten ve dibini masaya vurmaya başladım.

“ İyi misin? ” dedi sevgilim.

“ Evet, iyiyim. ”

Uzanıp avucumla yüzünü okşadım. Bir katilin elleriyle…

Ne!

Yoksa siz, masumiyeti ve saflığı korunmuş vicdanı elinden alınmış tek insanın, Michael Corleone’ mu olduğunu düşünüyordunuz.

HEPSİ BU

0 y o r u m :: ÖLÜ VEYA DİRİ

Yorum Gönder