otobüs arızalanınca

otobüs arızalanınca ormanın ortasından geçen dağ yolunda kaldık. ayılar ve kurtlar saldırdı. ben de tüfeğimi çıkarıp hepsini vurdum. ayılar ve kurtlar minnettar bakışlarla yanaştılar yanıma. sana da bırakalım mı biraz dediler; hayır, ben yol arkadaşlarımı yiyecek kadar haysiyetsiz değilim diye haykırdım. başka kurşunun kalmadı, istersen bize artislik yapma, ne mal olduğunu çoktan anladık, dediler. biraz tereyağı ile biraz bal istedim onlardan, versek mi vermesek mi diye düşündüler, bakışarak, bir süre. gözlerimi kısıp gökyüzüne baktım. tamam al bakalım dediler. yol arkadaşlarımı kendi aralarında paylaşmadan önce her birini parçaladılar. bir sigara yaktım, izledim sadece; yardım etmeli miydim acaba, diye düşünerek...

haaaaydi sana iyi geceler deyip ağaçların arasında kayboldular. olmazsa tüfeği ters çevirir, dipçiğiyle vururum, saldıran ayılara, kurtlara diye söylendim. belki duymamışlardır diye, biraz daha yüksek sesle tekrarladım vahşete yatkınlığımı...

kimse saldırmadı, kimse görünmedi bile etrafta. güneş doğarken poşete koyduğum bal ile tereyağına baktım; ekmek lazım, kesin lazım dedim ve yürümeye başladım.

yolun sonu yoktu ama yol küçük yollara ayrılıyordu, sonu olan küçük yollara. işte onlardan birininin sonunda bir ev gördüm; bir kulübe. ekmek, dedim ve o yola saptım. çok zaman geçmeden kapının önüne varmıştım ancak daha çok erkendi. uyuyorlardır, uyandırmayım şimdi dedim ve beklemeye başladım. bir yanım, patronun karısına ayak masajı yapmanın hiç de hafife alınacak bir şey olmadığını anlatırken diğer yanım buralarda insanların benim gibi züppe şehirlilerin alıştıkları saatte değil çok daha erken saatte uyandıklarını anlatıyor bir başka yanım sürekli benden nefret ettiğini "senden nefret ediyorum" diyerek belirtiyor, pek samimi olmadığım bir yanım da "sigara kalmadı yahu, sigara almak lazımdı; buraya zaten hiç gelmemeliydik, hatta yola çıkmamalıydık aslına bakarsan ağaçlardan inmekle çok büyük hata ettik" gibi şeyler söylüyordu. bu kadar çok yanım olduğunu bilmiyordum ve bu arada nasıl bir kargaşa ve gürültü ortaya çıktıysa kapı önünde, kapı açıldı, namlusu borozan ucu gibi bir tüfeği burnuma dayayan bir tavşan belirdi.

"hassiktir lan!" dedim; sinirim bozulmuştu, hiç beklemiyordum doğrusu böylesi bir süprizi.
"kahrolası arazimdesin ahbap; lanet olası kıçında bir delik açmamı istemiyorsan yaylan hemen!" diye bağırdı tavşan.
"ekmeğinin peşine düşmüş bir gezginim, sana zarar verecek değilim" dedim ben de, kendimi toplayıp.
"dünya alem bir araya gelseniz bana zarar veremezsiniz; acme örs düşer kafana dişini gösterirsen bana" dedi tavşan.
"deveye diken jünyıra siken" dedim ben de; sırf altta kalmamak için.
"jünyır ne ki sabah sabah?" diye tısladı tavşan.
"ceyar vardı ya; yüving petrol?" dedim can havliyle.
"o-ho! house md, lost, heroes var şimdi kim siker ceyarı?" dedi tavşan.
"sen de haklısın" dedim tüm bıyığım ve kare kafam ve topluma vitamin olmuş efendi boyun eğmemle. tavşan bu kalender durumuma acıdı olsa gerek, "girmez misin yabancı; senin gibileri biz burada hiç sevmeyiz ama aslına bakarsan biz bir bok sevmeyiz zaten" diye de ekledi.
"eyvallah" dedim, geçtim kapıdan. karşımda iki cin belirdi bir anda. biri hep doğru diğeri hep yalan söylüyormuş ama hangisinin doğruyu ya da yalanı söylediğini bilmiyormuşum. "ee? ne yapayım?" der demez ben, tavşan şöyle dedi: "tek soru sorma hakkın vardı, ya da iki ama üç değil. ona göre kapı açılacaktı..."
"ee? ne yapayım?" dedim tekrar, utana sıkıla; bana kapısını açmış ev sahibimi gücendirmemeye çalışarak.
"çok erken geldin işte dangalak; adamlar yerini bile almadan geçtin kapıdan!" dedi tavşan. bunun üzerine tavşanının omzuna hafifçe dokunarak sırıtttım ve şöyle dedim: "koy götüne gitsin; geçilmiş kapının davası olmaz!"
hemen sonra güldüm ama nesilden nesile kanıma işlenmiş ahlaki kodları bozmadım. mazlum ve kalender bakışlarım milim oynamadı. tavşan bundan çok etkilendi ve cinleri küfrederek kovdu. "keşke küfretmeseydin; yine de inanırım cinlere; her türlü bilimsel şeye rağmen" dedim; "ama en azından birine!" diye de son saniyede patlattım espriyi. bunun üzerine tavşan dağa kaçtı. "hassiktir!" dedim; "bari ekmeğin yerini söyleseydin!"
"ekmek aslanın ağzında evlat" dedi bir ses. sesin geldiği yere baktım. televizyonmuş. "yürü git göt!" dedim; eser kalmamıştı mazlumluğumdan, kalenderliğimden, oynadığım vıcık vıcık saygı sevgi piyesinden.
"serseri... sana benzer asıl... konuşmana... dikkat et!" dedi, dizilerden, haber, tartışma programlarından atlaya zap'laya seçtiği kelimlerle.
"serseri demedim; göt dedim! ben göte göt derim!" dedim tüm aşırma gururumla ve bir yandan da uzaktan kumandayı arayarak.
"kimse... o dediğin... kelimeleri... kullanamaz..." diye yayın kolajı yaptı. 'o dediğin' diyen reklam oyuncusu kadın çok güzeldi.
"işte bu yüzden aptal kutususun; efendi, düzgün, sınırları belli bir dünya empoze ediyorsun insanlara. piç!" diye hakırdım.
"onun... bunun... çocuğu..." dedi.
"bana mı dedin?" diyerek yaklaştım ekrana, tüfeği de doğrultarak.
"ayna mı... sandın... beni?"dedi.
"ayna aldığını olduğu gibi verir; sen ise aynı zamanda göz olan bir anüssün!"
o anda, sabahtan akşama kadar telefonla seks programları yayınlayan bir kanal açtı; kadının biri ahizeyi kıçına sürtüyordu. kafamı hafifçe yana yatırıp izlemeye başladım.
"ha şöyle... ekmek... kafa... et... kafa... hamur... kafa!" dedi. tam bozulacaktım arkaya gülme efekti koydu! gülmeye başladım ben de; kahkahalar atan, alkışlayan seyirci kitlesine bakarak.
"değiştir şu kanalı, biraz öncekini açsana ya!" dedim, bir yandan gülerek. değiştirmedi ama! tabakları kırıp, tabak parçalarıyla bardak yapmaya çalışan bir kadın, 'kocam beni sikmiyor!' diye ağlayan bir başka kadına 'biz değerlerimizle varız, her an ağlayabilirim" gibi şeyler söylüyordu. bir şey ağzımın içinde büyüdü; sanki biraz önce meyveli gazoz içmişim ve hemen sonra tükürmeye karar vermişim gibi, dudaklarımdan sarkarak indi beynimin bir kısmı halıya. çok küçük bir ses geldi ta derinlerden, 'ekmek!' diye. tuttum kopardım televizyonun kablosunu yetmedi tüfeğimin dipçiği ile patlattım ekranını.
çok rahatlamıştım o an.
mutfağa girdim, tezgahın üzerinde taptaze iki ekmek vardı. çay falan da yaptım, elimdekilerle salona döndüm. yemek masası tertemizdi, yağlı ballı ekmeğimi yemeye başladım.
tarif edemeyeceğim bir boşluk hissine kapıldım daha ilk lokmamda. hemen masanın üzerindeki uzaktan kumandaya baktım ve pişmanlıkla ağlamaya başladım. kumanda, otobüste yanımda oturan teyzenin neredeyse aynısıydı; tek farkla: teyzenin başı örtülüydü. teyze için ağlamıyordum ama; fazla öfke gösterip televizyonu parçaladığım için ağlıyordum.

0 y o r u m :: otobüs arızalanınca

Yorum Gönder