hadi ol!



(…)
kilitlemişler; ama benim yanımda çakım var. valizin sağlam yüzeyini kestim ve çıktım; kansız salyasız bir doğum ama karanlık hala her taraf. kaza uzun bir tünelde olmuş anlaşılan. bir süredir hiçbir ses duymamıştım.
tüm vagonlar raydan çıkmış; raylar erimiş sanki? ray falan yok ki! valizler, eşyalar, cesetler… her şey vagonlardan fırlamış; ne yazık… karanlıkta ayağıma takılıp az daha beni yere serecek kız çocuğunun cesedini kenara çektim. tünelin neresi kenarı olacaksa artık; işte düzenli olma arzusu galiba?

sol elim zangır zangır; sağ elimle onu sıkıyorum, korkmuş olmam gerekiyor galiba?

tünel çok uzun, epey yürüdüm; bir ışık oyunu mu, tünelin sonu mu göründüğü sıralarda, ses duymaya başladım. çıkışa yaklaştıkça anladım ki biri saçmalıyor; galiba çelloyla. ona bir sürpriz yapmak isterdim ama yanımda mızıkam yok!

tünelin hemen çıkışında bir sandalyeye oturmuş, beyaz gömlekli, siyah parlağımsı pantolonlu, düz sarı saçları alnına düşen bir adam bu çello çalan. uzun sesli bir şey çalıyor; galiba?

"bu gün hep burada mıydınız?"
"
..."
"keşke yanınızda, şöyle duyulur duyulmaz hafiflikte arpejler sıralayan bir gitarist olsaydı… çünkü siz, sanki, bir şeyleri tamamlar gibi çalıyorsunuz ve işte, tamamladığınız şeyi ben duyamıyorum…"
"..."
"bir kız çocuğu ölmüş… yani daha başkaları da ölmüş ama sadece o kız ayağıma takıldı…"
"..."

tünelin girişinde onu yalnız başına bırakmaya karar verdim; dırlanmayalım daha fazla karşılıklı…

yürüdükçe, ayağımı kaydırmasından korktuğum çimenlerin seyrekleştiğini ve git gide yerini saçma sapan bir beton yüzeye bıraktığını fark ettim. eh, ağaçların yerini gökyüzü alıyordu ve binaların son katları, ortaları… hep on üçüncü katlar sanki! ilk on iki katı nerede bu binaların, tabii ki aşağıda! on beş yirmi adım sonra bir binanın terasında gezindiğimi anladım. belime kadar gelen korkuluğun dibinde bir şey dikkatimi çekti. yaklaştım ve dürbünlü tüfeği inceledim. hayatımda ilk defa böyle bir şeye, bu kadar yakındım… daha önce ölü bir kız çocuğu, devrilmiş vagonlar ve valizler, vızıldayan bir müzisyen?

tüfeğe dokundum, soğuktu. ele geçirmem kısa sürdü; dürbünüyle uçuşan birkaç kuşa nişan almaya çalıştım ama hep kaçıyorlardı. uçup durmasalar! aşağıyı fark etmem kısa sürdü. bir sürü şey vardı aşağıda. insanlar, araçlar, bir şeyler…

arabaların aynalarından kendi yansımamı görmeye falan çalıştım. çöp kutuları, trafik işaretleri, dükkanların vitrinleri… hepsine baktım ve nihayet birine bakacak kadar olgunlaştım. otobüs durağında dalmış gitmiş bir teyze… ona ateş ettiğimi hayal ettim. kafasına, göğsüne ya da diz kapağına? öyle bir şeyi asla yapamayacağımı düşündüm; böyle nişan almak tamam ama, ateş etmek… hayır bu bana uygun değil.

ama gözümü dürbünden, parmağımı tetikten uzaklaştıramıyordum. başka bir şeye bakmak istedim ama kımıldayamadım.
otobüsün gelmesini mi bekliyordum?
hani benim sol elim titriyordu? demek ki beni ben yapan bir şey değilmiş; öyle, geçici bir durummuş.
otobüs gelmedi; kadın kalkmadı. bunu tanrı da istiyor olmalı diye kendimi kandırmaya başlamıştım bile ve hayatım boyunca hiçbir şeyi bu kadar çok istememiştim: tetiği çekmek üzereydim!
bir otobüsün yaklaştığını sandım ve tetiği çektim; kocaman bir çatırdama oldu; oysa bir patlama bekliyordum. silahı atmak istedim ellerimden ama silah falan yoktu zaten; yaşlı kadın önümde durmuş otobüse biniyordu.
ayağa fırladım; yanımda oturan adam "hey!" dedi, galiba ani kalkışımdan irkildiği için.
otobüs hareket etti ve binaların tepelerine baktım deli deli. beni izliyor muydu? kim izliyordu? otobüse binmediğim için çok pişman oldum ve adamın yanına oturdum. çok korkuyordum ama bir sonraki otobüsü beklemekten başka yapacak bir şey yoktu.

"biri dürbünlü tüfeğiyle bana nişan almış durumda…"
"…"
"bu beni delirtebilir… kimi olsa delirtir!"
"…"
"bunu anlamanızı beklemiyorum, sadece, ben öldükten sonra gelenlere, öldürüleceğimi bildiğimden bahsedebilirsiniz, en azından…"
"hey!"
"buradan sık geçer mi otobüsler?"
"…”
"nereye gideceği önemli değil, nereden geldiği de…"
"…"

şapkasını kucağıma koyup yanımdan uzaklaşan adamın ardından baktım. bana neden şapkasını hediye ettiğini biliyordum. şapkayı başıma geçirdim ve rahatladım, artık beni kimse vuramazdı çünkü ben değişmiştim. bir sigara yaktım ve salınan, dalgalanan binaları izledim. birkaç saniye önce kımıldanmaya başlamışlardı ve içim daha da rahatlamıştı; böylesi binalardan nişan almak çok zor olsa gerek…
oysa beni kimsenin öldürmek istediği falan yoktu, kimse bana nişan almamıştı. geçen arabalar bana bunu anlatmak istiyordu, eh ben de anlıyordum geçişlerinden. beni kimsenin öldürmek istemediğini hatta bana kimsenin nişan almadığını bilmek çok üzdü beni. ağlamaya başladım. insanlar bana bakıp merak içinde kıvranmaya başladılar. onları bu halde görmek beni utandırdı ama gözyaşlarımı durduramıyordum. bir kadın geldi, önümde diz çöktü. ellerimi avuçladı.

"…?"
"kendimi iyi hissetmiyorum… sadece… burada…"
"…"
"siz…özür dilerim ama…güzel misiniz?"
"…"
"sanırım güzel olmalısınız…"
"…?"
"duyduğum bu müzik… siz de duyuyor musunuz? acaba bütün şehir duyuyor mu? sevilebilecek, yumuşacık bir gitar arpeji bu… siz geldiğiniz an başladı…"
"…"
"siz çok güzel olmalısınız."
"…"
"insanların ben ağlıyorum diye kıvranmaya başlaması ve sonra, bu müziğin çalması, boşuna olmamalı… belki beni kimse öldürmek istemiyor hatta bana hiç kimse nişan bile almamış olabilir ama bütün bunlar boşuna değildir… siz gerçekten de çok güzel olmalısınız"
"…"

bana gülümsedi ve ben de ona gülümsemeye hazırlanırken bir çatırtıyla irkildim; ben irkilirken onun başı şehrin görüntüsüne saplandı. ayağa fırladım; donan bedeni, önünden arabalar geçen binaların göründüğü bir fotoğrafa yarı yarıya gömülmüştü. iki devasa, korkunç, bire bir ölçekli fotoğraf arasında kalmıştık. daha doğrusu ben kalmıştım; çünkü onun yarısı fotoğrafa gömülüydü. bir kurşunla başının arkası patlamış, kalmıştı. fotoğraftaki kana dokundum; o da fotoğrafın bir parçasıydı. ama fotoğraftan çıkan yüzü…
beni değil onu öldürmek isteyen biri, bana değil ona nişan alan biri…

"siz çok güzeldiniz!"
"…"

öldü.
kollarından tutup çektim. olanca gücümle çektim ve söküp aldım onu fotoğraftan. sırt üstü yatırdım fotoğraf duvarlı koridorda. parmaklarımın ucuyla gözlerini kapadım ve onu çıkarmamla boşalan yerden fotoğrafa girdim.

yolun karşısındaki durakta bir kadın ağlıyordu. herkes durmuş ona bakıyor, merak içinde kıvranıyorlardı. kadına yaklaştım, önünde diz çöktüm ve ellerini avuçladım.

"neden ağlıyorsun? ne üzdü seni?"
" …"
"bak yalnız değilsin."
"…?"
"bilmiyorum."
"…"
"hiçbir şey bilmiyorum… sen bana öğretir misin?"
"…"
"evet."
"…"
"bilmem."
"…"
"belki de?"

ona gülümsedim ve bir çatırdı daha oldu. sanki biri sırtımdan itiverdi!
kadına, durağa ve her şeye düşüverdim. su damlaları gibi sıçradılar sağa sola ve batmaya başladım. kendimi tamamen sıkışmış hissediyordum ve çok karanlıktı. bir şeylerle beraber hareket ettiğimi hissediyordum ama bir fikir yürütecek halde değildim.
sarsıldım ve düştüm; içinde bulunduğum şey sürüklendi; durdu. bir süre nefesimi tutup bekledim ama sonra dayanamadım; içinde sıkışıp kaldığım valizden çıkmaya karar verdim.
(…)

0 y o r u m :: hadi ol!

Yorum Gönder