sıfır: korkma ısırmam...

sıfır: korkma ısırmam... ısırılmanın ne demek olduğunu bilen biriyim

bana bakmıyorsun; ben herhangi biriyim; bakacağın, ilgileneceğin biri değilim. sen, bacağıma yapışmış kediye bakıyorsun. şurada oturmuş, mutlu ve huzurlu, yemeğini yerken karşına ben çıktım... hemen söyleyim ki o havlaması gereken bir kedi... ben dünyaya açılayım dedim ama bacağıma kedi yapıştı. ısırdı yani... evden çıktım ve hart! kahrolası bir kedi; dünyanın en kompleksli kedisi... işte, bileğimin biraz üzerinden dişlerini geçirmeye karar verdi. havlaması eksik sadece... tanıyor muyum hayır elbette ilk defa gördüğüm bir kedi... severim kedileri ama ben severim; sevmeye karar vermekten bahsediyorum...tercihlerden... her neyse bu aptal kedi bileğimi ısırdı ve bırakmadı... ne yapayım kafasını mı koparayım? polise itfaiyeye ya da bir doktora mı baş vurayım?

aslında bizimkiler fark etmeden bir yerlere baş vursam çok iyi yaparım... yoksa en başta annem bir takım kaynaklara baş vurur ki işte bu hayatımı cehenneme çevirir.... cehenneme falan çevirmez; cehennem şifalı bitkilerle dolu bir yer değildir heralde? ne olur; ismini bile bilmediğim, kimisi sarılmak , kimisi ezilip mezilip hamur haline getirildikten sonra sürülmek , bazısı kaynatılıp suyunu içmek, haşlanıp yenmek, en işe yaramaz görünen birkaçı da koklanmak için, en nihayetinde zavallı bir bitkinin üzerine dünya kadar misyon yüklenip derde çare olması için bacağımda kullanılır. kedi bundan hoşlanır mı? onun canı cehenneme!
anneannem mutlaka, hatta isimleri “kedi kovan” “kedi kaçıran” “pisi-kışt” gibi şeyler olan bir takım mistik metotlara başvuracaktır... ellerine düşeceğim yani... tabii bunları sen bilemezsin... neden bilemezsin çünkü ben bunlardan bahsetmem... belli bile etmem... ama istersen durumumu konuşabiliriz... ben sana hislerimi anlatabilirim... kedilerden bahsederiz bir süre sonra... o kadar sıkıcı bir hayvan sevgisi muhabbeti gerçekleştiririz ki artık kediye sıkıntılar gelir; ben biraz nefes almak için dışarı çıkayım der kibarlığını koruyarak. o andan itibaren ben de ayak bileğimi emaye kaplatırım, döner de tekrar ısırmak isterse, dişleri kırılır! güleriz işte, eğleniriz... ama yetmez; sinemaya gideriz, lokantalara gideriz, bir dolu şey yaşarız ve tüm bunları şöyle güzelce bir ayrılık yaşayalım da var olduğumuzu hissedelim diye yaparız.... o halde, buna gerek yok....
belki kedinin bildiği bir şeyler vardır?

tamam bakma artık... yemeğini zıkkımlan... işte anlatacak bir şeyin oldu... kurcalama fazla...

“...ve sosisli sandviçlerimiz var....”
“ben karışık sandviç istiyorum...”
“içecek olarak da?...”
“fanta-yedi gün falan.. hangisi varsa...”

“kedi için?”
“siktir git!”


nedense bir doktor istedim. ne güzel bir doktor! beyaz önlüğü var ve bir de hani o şeyin adı neydi, kalp atışlarını dinledikleri şey, hep boyunlarında asılı olur... asılı olur tabii... tüm karikatürlerde öyledir... bişey-kos ya da bişey-kop... gerçekten hatırlamıyorum.. ama doktorda o da var... tam bir doktor yani... branşı var. hiç yahudi tanımadım ama woddy allen’a benziyor.. sadece gözlüğü benziyor... kıvırcık saçlı ve evet ‘as good as it gets’deki doktor kadar sevimli... tahmin edemeyeceğin kadar çok film izledim.. bakmadım, izledim... hani vardır ya bazıları sadece konuyla ilgilenir, işte onlardan değilim... çok daha fazla şeyle ilgilenirim... ama dur bakalım, doktorumdan bahsediyordum... parmakları çok güzel... esmer parmakları... kendisi de esmer belki; belli olmuyor... parmaklarının esmerliğini hemen anlıyorum çünkü bana dokunuyor.. kalbimi dinliyor. ben de onun yüzüne bakıyorum... kalbimi dinlerken ağzı açılıyor.. salyası akacak diye düşünüyorum, gülmek istiyorum. amelie gibi heyecanlanıyorum... o zaman yüzü değişiyor çünkü kalp atışlarım gülüyor... o bişey-kop’un kulaklığını çıkarıyor ve omzuma masaj yapmaya başlıyor. ‘jacop’s ladder’daki doktor gibi bana babalık oynuyor... hoşuma gidiyor bu... oldum olası merak etmişimdir insan bir başkasının çorabını nasıl çıkarır diye... hayır ayaklarımın kronikleşmiş bir kötü koku huyu yoktur ama ne bileyim çorap bana hep çok mahrem ve… pislik yuvası gibi gelmiştir! boklu don gibi... insan bundan utanabilir... ama dondan başka nerede bok lekesi olur ki? demek ki garip değil... yine de bunu kimse görmek istemez... ben bir kere görmüştüm... dur! ben doktorumdan bahsediyordum... işte güzel doktorumdan... bana ayak masajı bile yapabilecek biri... çoraplarımı çıkarırken ben rahatsız oluyorum ama tıbbi bir durum söz konusu olduğundan yüzümü buruşturduğumun görülmesini bile istemiyorum... o derecede benimle ilgilenen bir insan yani... onu seviyorum... adı... adı şey...doktor... evet doktor.. daha ne olsun ki? hem doktorların isimleri hep birbirine benzer... bu doktor olmalarının değil isimlerinin bir sonucudur... hemen bir doktor yaratıyorum işte... bileğime sarılmış kediyle ilgilenmiyor... çünkü o bir psikolog... pisi pisi diyor kediye, geçiyor.. o, logicus...

“karışık sandviçin yararları ya da zararları hakkında konuşmayacaksın herhalde benimle?”
“derin gergin... saçmalama...”
“doktor; saçlarım da gergin... yukarılarda bir yerlere tutturulmuş gibi... sen ‘malkovich olmak’ isimli filmi izlemiş miydin?”
“hayır... ya da evet.. izlemiştim... ama unuttum...”
“evet tam orası uyuşuyor....”
- gözlerime masaj yapıyor.... esmer parmak uçları beyaz etimi ovalıyor-

kedi başını oynatıp duruyor... ısırdığı yeri daha sıkı, daha garantili, daha sahiplenici hale getirmeye çalışıyor. turuncu diyesim var ama aslında sarı-kahverengi gibi bir renk hakim tüylerinde... beyaz çizgiler... kulakları sivri ve gözleri yeşil gibi... yani sarı gibi ve mavi gibi... ön patilerini ayak bileğime doladı.. tırnaklarını geçirdi etime... kuduz göt! tüm kedi soyunun en başarılı kedisi gibi bakıyor; tüm kedi soyunun görebileceği en büyük sıçanı yakalamış...

onu oradan çıkaramayacağımı anladığım gün, anneanneme kırmızı bir atkı ördüreceğim... kırmızı atkı kediyi gizleyecek ve bana öyle bakamayacaksın... bir bacağıma bir suratıma; tüm sinirlerimi tel tel ederek...
bana şöyle diyeceksin istediğin tuzluğu benden aldıktan sonra:
“geçmiş olsun....”
ben anlamazdan geleceğim... kafam hiçbir şeye basmıyor... salağa yatacağım...
“anlamadım?”
“ayağınız... sarmışsınız...”
bunu bıyık altından gülerek söyleyeceksin. ama senin bıyığın yok ki? küçük ve tatlı bir dudağın var... küçük bir burnun... atkıya gülüyorsun... kırmızı olmasına...
“ah evet...sağ olun... bacağımı... bileğimi... kocaman bir çenesi olan küçük bir pitbull ısırdı. hala kan kaybediyorum...”
donup kalacaksın... biraz daha dikkatli bakacaksın...
“aslında krem rengi bir atkıydı sardığım ama kan işte... damarda durmak istemedi mi durmuyor... ketçabı uzatabilir misiniz?”

bir ketçap reklamı:
kendi düğününden kaçmış bir gelin hem de gelinliğiyle bir büfede oturmuş sosisli sandviçini dalmış gitmiş bakışlarla yemektedir. hayatın tüm dertlerinin kovaladığı genç telaşla büfeye girer. hemen saklanması-maklanması bir şeyler yapması gerekmektedir.
“lütfen beni öper misiniz... peşimdekilerden kurtulmaya çalışıyorum... yeni evli taklidi falan...”
...filan ama gelin kendi düğününden kaçmış olmanın verdiği depresif ruh haliyle buna şiddetle karşı çıkar ve masada duran bıçağı gence uzatır. en son bir ekmeğe mayonez katmakla görevlendirilmiş olan bıçak heyecanlanır...
“yere yatın ve bıçağı iki parmağınızla, dik duracak şekilde göğsünüzde tutun... ben tam oraya ketçap dökeyim ve başınızda ağlayım... hem buna ihtiyacım da var... peşinizdekiler benim bahtsız bir gelin olduğumu –ki bu doğru- sizin ise ölü bir damat olduğunuzu düşüneceklerdir. nasıl ama?”
hayatın tüm dertleri, büfeye daldığında manzarayı görür ve şöyle der:
“belli ki buraya bakmışız...”
görüntü flulaşırken ketçabın markası görülür ve tok sesli bir kadının sesi duyulur:
“ketçapla işiniz bittiyse alabilir miyim?”

alabilirsin tabii...

ama şimdi değil... ketçap bana lazım olacak.... bu kediyi ayak bileğimden ait olduğu çöplüğe doğru çıkarıp atamayacağımı anladığım zaman, işte o zaman senin olsun ketçap! ayrıca şimdi karışık sandviçimi yemem gerekiyor, meşgul etme beni.... senin de sosislini... sen de kendi düğününden mi kaçtın acaba? aslında hiç de geline benzemiyorsun ama bundan emin olamam... şu tuzluğu istesen ya artık benden... merak etmeye başladım, seninle bir ilgim olacak mı? korkma ısırmam... ısırılmanın ne demek olduğunu bilen biriyim... iste şu tuzluğu ki konuşmaya başlamamız için bir alıştırmamız olsun. yok işte masanda tuzluk... hiçbir şey için geç değildir derler... bu sosislide bir şey eksik bir şey eksik diye diye yarısına kadar geldin... ha bir de şu karşıdakinin –ay inanılmaz- bacağında bir kedi var... ne manyaklar var... bunu anlatmaya kalksam kimse inanmaz... üf bana ne... geri zekalı... bu sosislide bir şey eksik ya anlayamadım... ay manyak mıdır nedir sandviçini tuzlaya tuzlaya bir hal oldu... gözlere zarar verir o kadar tuz... gerçi bacağında kedi olan biri bunu düşünemez ama... ama bu sosisli ne kadar kötü ya... şey eksik bunda...

“pardon tuzluğu...”

eksik? gerisini ben tamamlayabilirim, çok kolay oldu bu... sizce ben, diye başlasan bile gerisini getirebilirim doğru yanlış... ama tam bir cümle kursan olmaz mı? mümkün olsa hiç konuşmayacaksın... hiç bulaşmayacaksın... aklın başına geldi ama... şuna bak üç lokma kalmış tuzluk istiyor... al bakalım...

“ee... buyurun...”

sağ ol der gibi gülümsedi... ama buna gülümsemek denemez... sadece dudakları gülümsemeyi çağrıştırır gibi değişti... yok be, buna gülümsemek denir, uygar yaşamın özel efektlerinden biri! tuzla bakalım... tuzlasana! hassiktir! tuz bitmiş... buna gülerim ben ama acele etmeyim... sonra aklıma gelir, hafiften gülerim nasıl olsa... ama şimdi konuşmazsak insanlık suçu işlemiş olacağız? hayır, ben tek bir kelime etmeyeceğim... bıçak açmayacak ağzımı... bıçak masada duracak....

“a... boşmuş bu?”

bunu hemen dünya büfeciler birliğine ve delikleri tıkanmayan tuzluk üreticileri dayanışma organizasyonuna ve onuruyla tuz üretenler derneğine bildirmeliyim... nerede benim cep telefonum! çekilin açılın! hanım efendi zor durumda... işe yarar bir tuzluk getirin bu arada! delikleri, kurumuş-katılaşmış tuzla kapanmamış.... topu topu üç lokması kaldı... çabuk olun! bu arada ben onu oyalayacağım...

“içinde tuzdan çok pirinç var... bir saattir dökmeye çalışıyordum ben de... söyleyecektim size ama...” diye başlasam konuşmaya, gerisi gelir... “kısmet işte...” gibi bir şey söylememeliyim... bu bir intihar olur. hemen kalkar gider düğününe...

“bitmeye yakın yemeğe tuz koymak uğursuzluk getirir derler...”
“nasıl?”

doktor... doktorumun telefon numarası neydi. ismini üç kere tersten söyleyip diş etlerimi mi somurmalıydım? ben ne bileyim nasıl... attım işte! hayır atmadım! bunu anneannemden duymuş olmalıyım ya da en iyi ihtimalle yıllar önce basılmış sarı sayfalı, küf kokan bir kitaptan okumuşumdur..

anneannemin yazdığı sarı sayfalı, küf kokulu “dünyadan ahrete kadar sıkça sorulan sorular” isimli kitabın ilgili bölümleri:
bitmeye yakın yemeğe tuz konulması uğursuzluk getirir. yüzyıllardır yemeklerinde tuz kullanan insanoğlunun yemek yapmakla görevli olan kısmı çok iyi bilecektir ki tuz yemeğe yapım aşamasında konulmalıdır. ayarı ortalama insan düşünülerek belirlenir. ortalamanın altında bulunan insanlar genellikle yaşlılar veya hastalardır... ama onların yemeklerinin ayrı olarak yapılması her türlü kutsal metinde ehemmiyetle önerilmemiş midir? önerilmiştir... ortalamanın üzerindeki insanlar için ise, tuzluk denilen, en basit tabiriyle, tuz konulan kaplarda bulunan, sofra tuzları icat ve imal edilmiştir.
yediği yemeğin tuzundan bihaber olan kişi ya dalgındır ya da kendi düğününden falan kaçmış biridir, kafası karışık biri... yok öyle biri değilse işte bu uğursuzluktur... o sizi hayatta her an yalnız bırakabilir... ona güvenmemelisiniz... uygun değerlendirme yapamayan biri uğursuzluk getirir. yetersizlik affedilecek bir şey değildir. bununla beraber daha lokmasını almadan tuza sarılana da güvenmemek gerekir. onlar da kendi doğruları olan insanlardır ve sizi anlamakta zorluk çekebilirler...

“nasıl olacak doktor?”
“öyle derler, de... kestirip at...”
“ama siz bir doktor olarak daha güzel bir cevap bulmalısınız?”
“her şeye cevap yetiştirmek yetenek işidir...”
“siz çok yeteneklisiniz... anlat bakalım filmindeki bill chrystal kadar yeteneklisiniz...”
“teşekkür ederim...”
“tamam ama ben ne diyeceğim?”
“çantasına bak... düştü düşecek... çantasını göster...”
“çok adisiniz bayım...”
“önemli olanla önemsiz olanı ayırt etmek gerekir...”

“çantanız...”

…dedim ve gösterdim. çantasına doğru döndü ve onu düşürdü. matrix filmindeki kahin kadının bok yemesi gibi oldu galiba... kahin “önemli değil” gibi bağlantısız bir şey söyledikten sonra neo, “anlamadım?” gibi bir şey söylemişti. “vazo... önemli değil...” gibi bir şey deyice kahin-kadın “ne vazosu lan ne oluyor?” gibisinden etrafında dönen neo orada sik gibi duran vazoya çarpıp onu düşürmüştü... buna geleceği görmek falan demek sadece salaklık olur... buna geleceği yapmak denir... zaten bence kahinlerin de işi bu... uğursuz insanlar, kimsenin aklında olmayan şeylerin gerçekleşeceğinden bahsedip onların gerçekleşme olasılıklarının yükselmesine neden oluyorlar... ama ben çantanın düşmek üzere olduğunu göstermek istedim... yemeğindeki tuzdan habersiz biri çantasından-mantasından da habersiz olur tabii... ha, ne, ne çantası, kimin çantası, nerede derken çanta bari düşeyim der ve ben kendimi kötü hissederim... plan bu... duyduğuma göre ayran içerden çıkmış... ona güvenebiliriz. çok basit; sadece çantanın düşeceği yerde duracak... başka bir şey yapmasına gerek yok... hem artık çok yaşlandı... o ayran kutusuna da geri dönemez... neredeyse bezden bozulmuş bir çantanın üzerinde boktan bir leke olarak bulunmak onun da hoşuna gidecektir...

“ah...sağ olun...”

bana... bana teşekkür etti... çantasını düşürdüğüm için! kendimi çirkin ve kambur hissediyorum.

“ee..”
“kahretsin ayran bulaşmış...”

ayran leke bırakmaz... ömür uzatır... tansiyonu düşürür... tuzlu ayran...

“üff... bu tuzluk da çalışmıyor...”

boş geziyor... sorumsuz... tuzluk mu dedin? yok canım; pirinçlik... nem düşkünü pirinç taneleri...

“…gerçekten uğursuzluk getiriyormuş...”

olacak şey değil… beni mi yoksa sözlerimi mi ciddiye aldı acaba. umarım sözlerimi ciddiye almamıştır. ama ben de ciddi değilim? gönül eğlendirmeye çalışıyorum sadece. bir boşluk hissi taşıyorum, olur olmaz olaylarla, kişilerle, o hissi doldurmaya çalışıyorum. ne var bunda; karşılaştığım herkes yanında boşluk taşıyor. bana boşluk taşınır mı taşınmaz mı münazarası yaptırtmamak gerek. taşınır da taşınmaz da derim hangisi çıktıysa bahtıma onu ispatlarım. o halde benim sözlerimi ciddiye almamak gerek. çünkü ben ciddi değilim. gönül eğlendiriyorum sadece. hayır zaman geçiriyorum. ama… şimdi bir şeyler yapmazsam onunla aramda hiçbir şey gerçekleşmeyecek … zaman öldürmenin zamanı değil. zaman ikimizin zamanı olmalı… of allahım neler zırvalıyorum ben. doktor! neredesin be adam!

(çok kurcalama)
kim? e? pardon kim konuştu?
(“kahretsin ayran bulaşmış” sonra?....ne geliyor aklına?)
ayran…leke…bırakmaz….
(ee?)
haklısın. sen cin misin? varlığın tıpkı elektrik gibi değil mi senin…göremiyorum ama var olduğunu hissedebiliyorum… ne kadar şanslısın… keşke ben de senin gibi bir varlık formu olsayd…
(sus be! çok kurcalama dedim di mi sana?)
evet. haklısın. zaman kaybetmeden hemen bir an önce şimdi birden….
(sus bee!)

“ayran leke bırakmaz…”
“neden bırakmasın?”
“yani bilmiyorum öyle derler…. daha doğrusu öyledir.”
“ama bak…kutunun üzerine yazmışlar ki: az yağlı ayran…. az da olsa yağı var ve az da olsa yağ lekesi bırakacaktır…”
“az biraz yağ lekesi hemencecik çıkar…temizlikle ilgilenen endüstriyel bilim her an biraz daha ilerliyor. ”

evet hissedebiliyorum. deliler gibi çalışıyorlar… köpükler baloncuklar içinde azimle daha beyaz, azimle daha renkli, daha temiz, daha sarı, daha mavi… hijyenik!

“çok hoşsunuz…”

üstelik daha renkli, albenisi yüksek ambalajlarda… sıcak su için soğuk su için kireçli su için…ayrı ayrı önlemler ayrı ayrı yaklaşımlar. rekabet işte…ne kadar da önemli gelişme için… kalite için… bir deterjanın…

-duydun-

…ev hanımları için önemini anlatmak ne kadar da yersiz. ev hanımı da ne demekse bu arada. ev hanımı lafımı hiç beğenmedim… onun yerine deterjan tüketicisi….

-duydun-

….duydum. bana “hoşsun” dedi. ciddiye almam gerekiyor. buna ihtiyacım var. gördün di mi doktor, uzun zaman sonra bana yine benim hoş olmakla bir ilgim olduğu iddia edildi... hatta bu konuda bir yargıda bulunuldu... işte bu yüzden, hiç zaman kaybetmeden, tam anlamıyla yerinde ve zamanında gülümsedim. gülümsememe öyle bir anlam dozu verdim ki kendimle övünmeden edemeyeceğim. bir gülümsemeye bu kadar yerinde anlamlar katılabilir doğrusu. evet hoşum değil mi, anlamı kattım. kendime güvendiğim ve kendimin farkında olduğum böylece belli oldu. ayrıca biraz da, utandırmayın beni allah aşkına, anlamı kattım. bu kolay değil ha! mütevazı bir insanım ben. bir de, evet ama siz de hoşsunuz, anlamı kattım ki en önemlisi bu oldu. ama itiraf etmeliyim ki bu biraz örtük oldu. anlayacaktır ama. ona sonuna kadar güvenmeye karar verdim. doğru insan o. beni anlayabilecek ve beni sevebilecek ve beni gururlandıracak ve beni düzeltecek ve beni doyuracak ve beni emzirecek… hah!

“adım mevsim…”

benim de bir adım var… beni de çağırabilirler, uyarabilirler, aşağılayabilirler, hizaya sokabilirler, gösterebilirler…. ah ben!

“ben…minnet…tanıştığımıza memnun oldum.”

ama çok heyecanlıyım. bu kadar heyecanlı memnun olmaya alışık değilim pek. memnun? en son ne zaman memnun oldum ben acaba? ben memnun olabiliyorum! doktor, memnun oldum ben de! inanabiliyor musun! doktor… artık sana doktor demeyeceğim. doki diyeceğim… ha ha ha… memnun olmak hayatımı değiştirdi. artık her şeye başka bir gözle bakıyorum… ne o doktor doktor… üçüncü sınıf bir ergen bebenin iki psikoloji kitabı okuyup da şizofrenik öyküler yazmaya kalkmasıyla beraber nedense ki aslında abuk sabuk diyaloglardır bunlar hep bir deli ile bir doktor arasında geçen konuşmalardan oluşmaz mı oluşur işte ne bu ben öyle biri miyim hayır efendim değilim ben ergen değil yetişkinim hatta memnun bir yetişkinim ne doktoru allah aşkına doki işte doki doki doki!

“bir şeyler yazıyordunuz sanırım…meşgul etmeyim ben sizi?”
“yok canım… önemli değil yani..”

bir şeyler:
“…. böylelikle ölüme çare bulunmuş ve tanrının varlığı sorunu çözülmüş olur.”

bir şeyler:
“sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı sıkıntı”

bir şeyler:
“kısadalga Kısadalga KISADALGA KıSaDALga dalgakısa”

keşke bir şeyler yazmış olsaydım. şimdi merak etse boku yerim. çiçek be bunlar… bir saattir çiçek ve kedi kafası çiziyorum. hay allah. doğru dürüst bir şey yazmış olsaydım ya. ama hiç sevmem öyle kafelerde barlarda bıybıy yazı mazı yazanları. herkes dikkat çekmeye çalıştığını zanneder. bence de dikkat çekmeye çalıştıklarından öyle pozlara girerler. bir bok yazmış olsalar bari…nerede… çiçek miçek çiziyorlardır… üstelik benim gibi sadece zaman öldürmek için ya da sıkıntıdan ya da çok önemli bir şeyler düşünürken değil. sırf dikkat çekmek, gizem yaratmak için… hasta bu insanlar…. hepsi hasta ama.. ben değilim… benim dokim bile var… samimi ve harbi bir kişiliğim var benim değil mi doki… ama doki ya merak ederse? benimle paylaşır mısın falan derse hadi… paylaşmam, denmez ki. çok özel şeyler, denir ama… katlayıveririm atarım cebime… aylar sonra….

“sana bir şey soracağım…”
“sor aşkım…”
“tanıştığımız gün…”
“ee?”
“sen bir şeyler yazıp çiziyordun… neydi onlar?”

al başına belayı…..

“çiçek miçekti yahu! hah ha ha… öyle dikkat çekmek için anlarsın ya…. çekmişim de dikkatini bak…”
olmaz öyle şey… aşk dallamalığı affeder ama ben affetmem… ben hasta değilim…

“hadi ya…hatırlamıyorum… nerede oluyo o olay?”
hah! muhteşem! gün geçtikçe günleri karıştırıyorum. ben biraz bunadım…aslında sana önem veriyorum ama öyle doğum günleri falan ne bileyim… hem ne önemi var ki… önemli olanlar başka şeylerdir… bu başka şeylerin neler olduğunu da anlatmam saçma olur. onları sen hissetmelisin… bak bak bak… kafama ilişkimizin an be an yazıldığı koca mermer yazıt düşsün inşallah. donk! ilişkimizin ağırlığı altında bir böcek gibi eziliverdim işte. ama bu da önemli değil… önemli olanlar başka şeylerdir.

“işte buydu!”
bir hafta önce hazırladım. bir dolu aşk şiiri okudum. gözlerimi kapadım ve o şairler kadar duygulu ve daha daha da önemlisi bu duyguları yansıtabilen biri gibi olmaya çalıştım. gözlerimi kapadım ve… evet bir şiir yazdım. dize başları alt alta geldiğinde öleceği tarih ortaya çıkıyor. ha ha ha… şakaydı bu… o hiç ölmeyecek… onu bana gömecekler bende yaşayacak. kalbimde değil bende… ay ay ay… hazırlık yaptım işte ne var! ha o zaman yazılmış ha sonra? ben yazdım ikisini de… hangi ikisi? önceki sonraki. aslı sahtesi. nasıl olmuş?

aylar sonrasının derdini şimdi yaşamanın bir anlamı yok. onu aylar sonradan bir saat önce düşünmek gerek. böylece carpe diem… miydi? hay allah neydi? öyle bir laf vardı. italyanca mı latince mi? şimdiyi yaşa, falan anlamına geliyordu. cart diye söyleyemiyorum işte… hemen kuşkulanıyorum… doğru mu söyledim yanlış mı söyledim diye. yetersiz bir donanımla yeterli bir donanıma sahip biriymiş gibi davranmaya çalışan insanlardan hiç hoşlanmam. anlamını ya da –fenası- kendisini bile bilmeden laf arasına sokuşturuverirler latince-matince, ben anlatayım artık sen de anla, işin ne, oku biraz yetiş bana, laflarını… doki be, senin latincen sadece kemikleşmiş sinir bir latince öyle değil mi? yardımcı olamazsın sen bana… dur yahu neden yardıma ihtiyacım olsun; benim bir derdim yok ki… yine kurcalamaya başladım. cin min gelir şimdi.. çarpar beni 250 volt… watt mıydı? al başına belayı…

aylar sonrasının derdini şimdi yaşamanın bir anlamı yok. onu aylar sonradan bir saat önce düşünmek gerek. yumurta göte dayanır dayanmaz oradayım. dünyanın hatırı sayılır tavuk ebelerinden biri olabilmek için eğitildim. yumurta tavuktan mı çıkıyor ben mi çıkarıyorum kırk yıllık horoz bile anlayamaz farkı. sıcacık yumurta güvenli ellerde merak edilecek bir şey yok. sorun halledildi işte. o soruyla karşılaşacağımı bilmem bile yeter. tanıştığımız gün ben bir şeyler yazıyormuşum… pöh yazıyordum yazmıyordum…

hem hatırlayacak mı bakalım?


“muhteşem bir hafızam vardır… gördüğüm yüzü asla unutmam… seni de bir yerlerde gördüğümden eminim? sanki bir eğlence yerinde? ama hangisinde acaba?”
“aslında ben genellikle…”
“ilginç bir yüz yapın var…”
“benim? aslında…”
“gergin misin?”
“hayır değilim…aslında ben..”
“bacağını sallayıp duruyorsun da…”

dur! boşlukları doldurmam gerekli. hay aksi! muhteşem bir hafıza… bende olmayan bir şey. ben unuturum. hem de pis unuturum. biri bişey anlatır bana örneğin bir anısını, unuturum. hemen değil tabii.. üç ay içinde kesin unuturum. bir yıl sonra o anlatılanı çağrıştıran bişey anlatırsa biri ya tamamen hatırlarım ya da –genellikle- parça parça hatırlarım… ama pis hatırlarım. sanki benim bir anımmış gibi anlatabilirim. kötü bir niyetim olduğundan değil. o anda anlatacak bir şey gerektiğinden… öyle donup kalmam bana biri bir şey söylediğinde. laf yetiştirmeyi severim. benim anlatacak bir dolu lafım var. unuttuğum laflar da var. unutmamak için hemen değerlendirmek gerekir. hafıza durumum böyle olmasına böyle de beni acaba nerede gördü? yanılıyor olamaz. yanılacak bir insan değil o. kesin görmüştür beni. hem de bir eğlence yerinde! olacak iş değil ama! belki de eğlence yeriyle bir süpermarketi falan kastediyordur? ya da bir sinema? çünkü pek gelemem ben kalabalığa. hele eğlenen kalabalığa. eskiden de gelemezdim şimdi hiç gelemem. bacağımda bu vahşi piçle hangi eğlence mekanı beni kabul eder ki?

“iyi akşamlar…”
“iyi akşamlar da…böyle içeri giremezsiniz.”
“nasıl?”
“damsız alamayız…”
“bacağımı sorun yapıyorsunuz…”
“geçmiş olsun…”
“güldün! bana acıma!”
“git işine kardeşim!”

kapı görevlilerinden hiç hoşlanmam zaten. anlayışsız ve dik kafalı olurlar. öyle de olmaları gerekir belki ama ben onlardan hiç hoşlanmam. insanların yüzlerine bakıp ne mal olduklarını anladıklarını zannederler. insan sarrafı olacaklar ya… aman aman! oysa benim ilginç bir yüz yapım var. bunun fark edilmesi gerekir. bir kapı görevlisi anlayamayabilir ama o anlıyor. sadece bakmıyor görüyor da. üstelik gördüklerini tartıyor. bacağımı sallayıp durduğumu görüyor. orospu çocuğu kediyi düşürmeye çalışıyorum paçamdan ne diye sallayıp durayım yoksa… bunu o da fark ediyor ama benden bahsetmek istediği için gergin misin diye soruyor… gergin miyim…hayır değilim hiç değilim, gerginlikle ilgim olamaz benim. kendini bilen bir insanım beagh…. benim gitmem lazım!

“ben kalkayım…tanıştığımıza memnun oldum”
“ben de memnun oldum… yine karşılaşırız umarım…”
“ehe..”

sikik kedi! az daha düşüyordum!

(...devamı burada)