üç : şimdi bana en iyi savunma lazım

(burada başladı, burada da bir önceki bölüm var)

dünyanın en önemsiz banka soygununu bile gerçekleştireceksen bir planın olmalı. ama plan yapmak da akıl işidir ya! ben şunları bunları yaparken onlar da şöyle böyle yapacaktır, diye plan yaparsan sıçtın... bir plan yaparken asla gözden kaçırılmaması gereken tek şey vardır: planı uygulayacaklar dışında kalan etkenler hakkında kestirimde bulunmamak... sen işini doğru yap, yeter... ben bankaya girdiğimde güvenlik görevlisi ayakkabılarını bağlıyor olacağından onu etkisiz hale getirmek kolay olacaktır diye konuşuyorsa suç ortağın; ben bu işte yokum arkadaş de... ona saçmaladığını anlatman bile anlamsızdır çünkü mutlaka başka bir dangalaklıkla karşına çıkacaktır. tamam mı doki.... ama bana sorarsan banka soymaya falan kalkışma derim... sen bana lazımsın... ben de sana lazımım... ne güzel... seviyoruz birbirimizi!

bak şu ahizeye... elime hiç yakışmıyor değil mi? hele bir de numaraları tuşladıktan sonra gör beni... sorsana bana bir plan yaptın mı diye... hayır yapmadım. daha doğrusu yaptım bir sürü plan ama hepsinden de vazgeçtim. çünkü ilk sözümden sonra onun ne diyeceğinden bir türlü emin olamadım. ne diyeceğini bilsem, ona göre ne diyeceğimi planlayabilirim... peki ne olacak; hızlı ve akıllı davranacağım... tam bir profesyonel gibi.. amacım var benim... bir de baş belası bir cinim... gittiği cehennemden dönmesini hiç istemiyorum....
hem aslında konuşmak iyi de olabilir.
aylar sonra....
merak ediyordur neler yaptığımı... nasıl olduğumu...
gazetelere falan geçecek bir şeyler yapmadığıma göre, neler yaptığımı, nasıl olduğumu bilmesine olanak yok... ne yani illa gazetelere geçebilecek şeyler mi yapmam gerekiyor? durduk yere şehri ateşe falan mı vermeliyim? ya da bir hastalığa çare bulayım...
gazete okumayı sevmez ki o....

şimdi telefon çalacak.....
o!
....

o zaman onun telefonu çalsın di mi doki...

umarım evde değildir.....

“alo?”
“ee.. meraba.... ben minnet...”
“a? ne haber? arayacağını hiç tahmin etmezdim....”

ben de etmezdim... doğa üstü güçler sağ olsun....

“nasılsın?”
“iyidir... bildiğin gibi... sen nasılsın?”

bacağımda kuduz bir kedi var ve cinlerle cebelleşiyorum... kalp krizi geçirip öleceğime dair güçlü bir hissiyatım var ve bir an önce mısır’a kaçmak istiyorum... yani bir değişiklik yok bende de... aynıyım....

“iyidir.. işte...”
“daha geçen gün senden bahsediyordum ben de....”
“ben de ne diye kulağım bu kadar çınladı diyordum...”
“ay çok hoşsun...”

bunu neden diyorlar acaba bana.... galiba bu “ay çok salaksın...” ya da “ay çok aptalca bu dediğin ama neyse...” ya da kısaca “...neyse...” anlamına geliyor...

“seninle görüşmüyoruz biz uzun süredir....”

aklına birden gelmiş gibi söyledi bunu. belki de aklına birden gelmiştir... fark edivermiştir bu gerçeği... zırrr... günaydın! sabah oldu... işte bu kadar basit... benim bunu anlamam olanaksız. bir düşten uyanır gibi: aa! biz seninle uzun süredir görüşmüyoruz! gerçekten mi? neden acaba? bilmem unuttum bir şey hatırlamıyorum... belki de hatırlamak istemiyorumdur... hiçbir şey olmamış gibi davranamaz mıyız? davranabiliriz tabii.. ama bunu neden yapacağız? bir şeyler oldu, sonra bir şeyler daha oldu ve şimdi de bir şeyler oluyor... ama ben uğraşamam bunlarla... ne zaman uğraşmaya çalıştıysam başarısız oldum... anlayamıyorum ve bu kadar basit işte. her şeyi de anlayamam ya, di mi doki?

“görüşmek istersen...”
“isterim tabii... yarın buluşalım hatta... özledim seni....”

işte bu... sikik cin neler açtın başıma... beni özlemiş işte... eminim özlemek kavramı onda ve bende farklı kodlanmıştır... başka bir şey diyor aslında o... benim bildiğim özlemek kavramıyla akraba olan ama aynısı olmayan başka bir kavram...
hangi kavram acaba?
bilemem bunu... bilmeye çalışmak da istemem... benim bilmek istediğim başka bir şey var:

“bu arada senin eski telefonun....”
“ee? ne olmuş benim eski telefonuma?”
“duruyor di mi? ericssondu yanlış hatırlamıyorsam...modeli neydi?”
“aa... üç yüz... bişeydi...”
“337 ?”
“aa... inan tam hatırlamıyorum... hayırdır? bozuk o...”
“şarj aleti duruyor mu?”
“duruyordur bi’ yerlerde... ne olacak ki?”
“şarj aleti lazım da bana...”
“bunun için mi aradın?”

işte bir kadının içindeki canavar böyle uyanır. beni bunun için mi aradın? ne yani benim için aramadın öyle mi? siz erkekler böylesiniz işte! nasılız biz erkekler... misyon adamıyım ya ben... erkekleri temsil ediveririm birden... oysa beni özlemişti... uzun zamandır görüşmüyorduk... şarj aleti vesilesiyle aramış olmam yetmez... gerçi cin zorladı beni..yoksa şarj aleti marj aleti, yine de aramazdım, bu doğru... evet ya, şarj aleti için aradım... görüşmek falan istemiyorum seninle... ne konuşabiliriz ki? ben benim hayatımdan, sen senin hayatından bahsedersin ama neye derman olur bu? görüşmememiz lazım... biz ayrılmış insanlarız. of, madem görüşecektik neden ayrıldık! duygusal bir patlama yaşamam gerekmiyor benim...
bi’kaç sefer öylesine buluşup iki şey anlatıldıktan sonra, yeni pozisyonlarımıza alıştıktan sonra yani:
“ee... ha ha ha... bu arada senin bi telefonun vardı... ha ha... ericsson 337...hah... duruyor mu o? hay allah nereden aklıma geldiyse!”
“hah ha ha... ay evet duruyor... bozuk ama... haha ha...”
“kah kah... onun şarj aleti de duruyor deme bana... muhahaha!”
“ay ilahi...kah kah... ne biliyim duruyordur biyerlerde...ha ha ha...”
“bak şimdi... atsaydın ya... he heh.... neyse... onu bana getirsene yarın... bir müzeye hibe edelim...”
“ha ha ha.... çok hoşsun!”
“şaka bir yana... gerçekten şarj aletini getirsene yarın...”
“iyi ya... getiririm... neyse ondan sonra ben de....”
...gibi gelişmeli di mi her şey! şarj aleti değil, önemli olan uygar iki insan gibi sosyal varlık olabilmek! elektro gitarımı getirin bana, protest sayılabilecek bir balad yazacağım!

...ama hala hattın ucunda ve hiçbir balad onu etkilemez... asla!

“hayır tabii ki de... ya da belki... seni arayabilmek için cesaret verici bir neden düşünüyordum bir süredir...”
“bir nedene mi ihtiyaç duyuyorsun beni aramak için?”

biliyorum... tamamen boş bir zamanında aradım... birazcık bile hoşlandığı bir reklam olsa televizyonda eminim onu tercih eder... bu denli takla attırmaz bana....

“cesaret verici bir neden...”
“cesarete gerek yok... sadece konuşacaksın ne var bunda?”

hayır hayır! kesinlikle tekrar beraber olmak isteyen adam pozisyonunda kalmak istemiyorum! yok öyle bir derdim...
en iyi savunma saldırıdır derler... ama bunu hep savaşın en kötü dakikasında söylerler... kimse savaşa bu desturla girmez!
ve şimdi bana en iyi savunma lazım çünkü saldırmak istiyorum!

“bak, benim evrenimin baş kişisi benim... olaylar ve kişiler minnet evreninde var oluyorlar. ve sen de, kısadalga olarak, benim evrenimin bir parçasısın. bir de kısadalga evreni var ve ben işte o evrenin bir parçası olduğumu kabul edebiliyorum. diyorum ki, minnet kısadalga’nın evreninin bir parçasıdır. ama sen işte bunu, benim evrenim söz konusu olduğunda kabul edemiyorsun. yani benim evrenimde var olan bir kısadalga var ve benim için var... senden ayrı olarak... bunun gibi sen de evrenine dahil olan minnet ile beni ayrı tut ve bunu kabul et... yani dünya senin etrafında dönmüyor sadece... senin etrafında, senin dünyanın da etrafında döndüğü bir dolu dünya var! ben neredeyse bir roman kahramanıyım ama sadece senin romanının değil!”
“saçmalama bi bok anlamadım dediklerinden!”

pekala bana lazım olan bu:
“hadi bana neden aradığımı sorarsan? sadece konuşmak istediğimi nasıl söylerim bunun üzerine... bunun üzerine nasıl konuşabilirim?”
“ben öyle biri miyim!”

ya da bu:
“haklısın bi’şey yokmuş... bak ne güzel konuşuyoruz....”

evet... buldum bana gerekeni:

“haklısın bi’şey yokmuş... bak ne güzel konuşuyoruz....”
“bence de... epey değişmişsin görüşmeyeli... daha olumlusun sanki?”

aklımdan geçenleri söyleyemediğimdendir....

“olumlu olarak değişmişsem ne mutlu bana!”

hay allahım! neler söylüyorum ben! olumlu olarak değişmişsem bıy bıy bıy....

“ilahi çok hoşsun!”

bu ne şimdi?

(devamı burada)