insan diledi,oldu

Dünya'da artık herkes büyük düşünüyor...

Bir sistem yaratıldı ve sonsuz enerji kaynağı olarak evren gösterildi...

Peki, sonsuzluğun enerjisini aklımızı karıştıran bir sistem olarak algılayan zihnimiz daha henüz yarattığı sistemin algıları dahilindeki haritasını çizememişken ve bu kadar çok umudu evrene yüklerken yine aynı bencil duyguyla hareket ettiğinin farkında mı? Bu duygudaki düşünceyi çocuk yaşlardaki beklentilere benzetebiliriz; ebeveyninin gücünün sınırlarını bilmeyenin iştahlı isteklere benzer bir aşırılıkla yapmış olabilir mi?

Acaba herkes evrenden aslında ihtiyacından çok israf ederek mi diledi? Evrenin fertleri ondan kaldırabileceklerinden fazlasını mı dilediler acaba? Bunu kendilerine hak mı gördüler? Adına iyimserlik mi dediler?

Bu şunun gibi bir öyküye dönüşüyor: “Benim babam zenginmiş, o zaman ben neden çalışayım ki? İsterim o da bana verir... “

Sistem çöker mi? O sonsuz iyimserliğimizle her şeyi evrenden isterken onu hep güçlü kılmak için ne yaptık? İnsan sistemini kurarken kalbindeki inançla düşünsel boyutta yaptığı yatırımlar ne kadar güçlü ve tutarlıydı?

İnsan yarattığı her şeyi bir gün bitecek şekilde tasarlar; bunu istemeden yapar. Ölümsüzlüğe inanmamak beşeri hayatta onun kaderidir; buna karşın kendini bir tür inanç sistemi kurmaktan alamaz. Bu inanç sistemlerinde algılarını çıkarları doğrultusunda biçimlendirir; ya bu dünya ya da öbür dünya için dua eder.

Peki “şu an” için ne diyebiliriz?

Geçmişte ya da gelecekte yaşayarak içinde bulunduğumuz zamanda olup biteni kavramamız çok güç. Bilimsel verilerin bize öğrettiği madde kavramı sonsuz bir değişim içinde hala değişim geçirmekteyken ve herşey maddeye bağlıyken biz kafalarımızı göremediğimiz yöne çevirerek anı kaçırmaktan öteye gidemiyoruz. Bizim şimdiki zamanda yaşananları görebilmemiz için gereken bakış açısını engelleyen güçlerin amacı gelişmişliğin içinde bulunacak yaşam gücünü eşit pay etmemek olabilir mi?

Diktatörel etkinin tasarılarını totaliter bir tavırla dayatmasıyla oluşan egosal gücün nihai hali kabul ettirdiği bir dünya anlayışı içinde yaşıyor olmak insanları bugüne kadar gerçek mutluluğa ulaştırabildi mi?

Bu tanıma uygun kimleri tanıyoruz?

Dünya haritası üzerinde çizilmiş sınırların liderleri yaşadıkları coğrafya altında şekillenen yaşam biçimleri üzerinde kültürel farklılıkları vurgulamışlardır. Kültürlerle belirlenen yaşam formları zihinlerde de sınırlar oluşturmuştur; böylece önyargısı bol bir yabancılaşma hareketi başlatılarak insanlar tanımadığı yaşam biçimlerini tanımak yerine birbirine biraz daha uzak tutulmuşlardır. Bilinmeyene karşı kurgulanan bütün senaryolarda insanlar aynı biyolojide farklı formlara uydurulmaya çalışılmıştır. İleri genetik mühendisliğinin eseri olan insanoğlu kendi gezegeninde ırklara ayrılmış, bunun sonucunda bölünen inançlar evrenin bütünlüğüne zarar verecek çatışmalara sebep olmuştur.

İnsanları birbirinden uzaklaştıran her yaşam biçimi beraberinde insanların yaşam dualarında birleştikleri ortak hayat enerjisini de farklı noktalar üzerine çekmiştir. Aynı toprakları paylaşanlar olduklarını unutmak belki bir gün uzaydan gelecek ziyaretçiler karşısında onlara kendilerini çıplak hissettirecektir, bu komedi yalnızlıklarını dindirecek olsa bile...

Her topluluğa başka bir koreografi belirlendi, daha sonra da bu karmaşık problemin ebedi harmonisi istendi. Bunun üzerine edebiyatla sanatta nefes alındı, felsefede hacim kazanıldı, matematikle mantıklar cebirleştirildi fakat yine de dünya nimetlerini paylaşmak yerine ihtiyaç duyulana sahip olmak için savaşlar yaşandı. ‘’Basit’’ olan,’’kolay’’ olan ile karıştırıldığı için insanlar hayatı kendilerine zorlaştıracak sonsuz yaşam varyasyonu içinde zamanı iyi kullanmayı başaramadı.

Bununla birlikte, insanlığın tembelleri ayıklamak için atıldığı bu olasılıklar havuzundan çabalayarak kurtulanlar basit çözümlere hala ulaşamayacak kadar yorgun düşürülmüştür; bunalmış zihinleri yüzünden
yaşamlarını tartışma halinde sürdürmek insanlık tarihinin karakterini belirlemiştir. Dikte ettirilen hayat içinde yaratıcı farkındalığını kaybeden insanlar bu kaos içinde basit çözümlere ulaşamayıp kendilerini bu zorlayıcı güce teslim edegelmişlerdir. Totaliter güçler altında yaşamını sürdüren insanlık, haklarını merak etmeyecek kadar düşünce tembeli olmuş ama yüksek bir egoyla, herşeyi biliyormuşçasına, anlamadığı dünyayı idare ettiğine inandırılmıştır.

Diktatörler asıl amacı fazla düşünmezler. İnsanlara gerçekleri değil sadece gücün neleri değiştirebileceğini göstermek isterler. Hırs onların düşmanıdır ama buradan beslenmekten başka çareleri yoktur. Bu gerçeği diktatörlerde izlemleriz: bu düşman oldukları her şeye karşı elde ettikleri zaferle karınlarını doyurdukları andır, hem de midelerini bozacak kadar. Dikte edilen şey bir halkın ya da tüm insanlığın huzurunu, yaşam standartlarını, ruh ve beden sağlığını yitirtecek kadar hırsın ateşiyle olsa bile unutulmaması gereken şey azmin hırstan daha sabırlı olduğudur.

Peygamberler bir arabuluculuk rolünü üstlendiler. Bu arabuluculuk maddi ve manevi dünya arasında bir uyum amaçlıyordu, ama onlar da ortak gaye içinde bölündüler. Filozoflar zihin açıcı olan düşünsel boyutlarıyla insanlara düşünme alışkanlığını kazandırmayı amaçlarlar. Her insanın bir fikir olduğu gerçeğini filozoflar kendi fikirlerini yaşam şekline dönüştürerek teorilerini sunarlar. İnsanlığın karmaşık gördüğü hayatı daha basit temellerden ele almayı denemiş, böylece fikirlerinde başlangıç noktasından varılacak noktaya kadar hiçbir olasılığı görmezden gelmemişlerdir. Hayatı çözümleyici kavramların üzerinden bir ana fikre varmayı amaçlayan felsefi tutumun en güzel yönü insanın sorgulamayı en çabuk geçmiş olmasını sağlamaktır.

Asıl amaç herkesin kafasındaki lambanın yanması. Bunun olabilmesi için özgür zihinler yetiştirmek gerekiyor ve bu uğurdaki öğretilerin sınırlarının belirlenmesi için yeterli veri insanoğlunun elinde. Dikte etmek sadece birilerini rahatsız edecek bir kabullendirişken neden hala rahatsız etme yolunda bir zafer amaçlanıyor? Zafer derin anlamı ile huzur verici bir mutluluğu paylaşmak iken ve bu dünyada insandan başka tanıdığımız bir karar mekanizması yokken neden hala zafere gidilemiyor? İnsan henüz kendi isteklerindeki mutlu sona güvenemiyor, yani mutluluğu içine sindirememiş bir ırk olarak ona kavuştuğu an ondan sıkılmaktan korkuyor olabilir mi? Yoksa insanlık tarihinde şu andaki zaman diliminin verilerine ulaşıldığında basitleşen denklem sonuca ulaşıldığını ve artık eşittir işareti ile farklı boyutlara yol almak gerektiğini gösteriyor. Mutluluğun gücü topluca kullanıldığı vakit oluşacak güzelliklerin açacağı boyut bizi evrende yalnızlık hissinden kurtaracak ve tek bir insan tasarımı ile arkamızda daha çok insan gücünü görmeyi dileyeceğiz.

Fanteziler ile oluşan inançlar ne kadar mutlu ediyorsa, gerçekler o kadar fantezinin kendisidir.

1 y o r u m :: insan diledi,oldu

  1. Günün birinde insanlığı yeryüzünden silecek düğmeye basman istenecek senden...
    Peki bundan kim mutlu olacak?

Yorum Gönder