beş : sen nasılsan hayat öyledir

(burada başladı, burada da bir önceki bölüm var)

hoş geldin doki. malikaneme gelmeni uzunca bir süredir bekliyordum. beni kırmayıp buralara kadar zahmet ettiğin için teşekkür ederim....
“araba göndermişsin... pek zahmet olmadı...”
olsun... bir sürü önemli işin arasında bana zaman ayırman bile büyük incelik doğrusu....
“ne demek kıymetli dostum...”
sana bir içki hazırlayım ellerimle... büyük lebowski isimli filmi izlemiş miydin?
“hatırlamıyorum aslında... izlemiş olabilirim?”
o filmin baş karakterinin her daim kendine hazırladığı bir kokteyl vardı. beyaz rus. içtin mi hiç?
“içkiyle aram pek iyi değildir...”
biliyorum doki... içkiyle aran iyi değildir. seni çok iyi tanıyorum dostum; hatta kendini tanıdığından bile fazla... her neyse... kendime hazırlayacağım; bana eşlik etmek ister misin? yoksa bir bira falan mı açayım sana?
“sen ne içiyorsan ondan rica edeyim...”
benim zevklerime güvenmen senin de zevkli bir insan olduğunu gösteriyor doki... ben kendime güvendiğime göre sen de bana güvenebilirsin... sonsuza dek!
“çok güzel eşyalarla döşemişsin büyük salonunu...”
evet... ister istemez öyle oldu. şu resimleri bizzat ressamları hediye ettiler. tabii ben seçtim her birini... ah görmeliydin onları, en güzel ve değerli eserlerini bu olsun, şu olsun diye seçtikçe zavallıların yağları eridi. benim sanattan ve buna benzer insani dışavurumlardan ne denli anlıyor olduğumu gördükçe saygıyla titrediler karşımda.
“teşekkür ederim...”
afiyet olsun... seni davet etmemin nedenine gelince, beni bilirsin lafı uzatmayı ya da karıştırmayı hele ki dallandırıp budaklandırıp arap şaçına çevirdikten sonra iyice işin içinden çıkılmaz hale getirmeyi pek sevmem, ne diyordum, hah, işte seni davet etmemin nedenine gelince diyordum değil mi... evet aynen öyle diyordum, işte seni davet ettim çünkü bir konuda senin görüşlerine ihtiyacım var.
“aman estağfurullah...”
hayır hayır! gerçekten sen kendi çalışma alanında bir uzmansın ve herkes her şeyi de bilemez değil mi? elbette ki de bilemez. gerçi çalışma alanınla alakalı bir konu değil ama her neyse...
“merak ettim doğrusu....”
o ne biçim bir yüz ifadesi öyle?
“ah kusura bakma... içkiden kaynaklanıyor...”
güzel yaptım ama? tam da kıvamında?
“bilemiyorum... yani eminim tam ayarında yapmışsındır ama ben hayatımda ilk defa içiyorum ve bilirsin... içkiyle aram...”
evet evet... pek iyi değildir.... her neyse... içmek zorunda değilsin..
“yok.. içerim canım... o kadar emek harcadın...”
ne emeği yahu... her gün defalarca yapıyorum... hoşuma gidiyor hazırlamak....
“birkaç yudum sonra alışırım...”
alışmak zorunda değilsin doki? unutma ki insan asla alışkanlıklarının esiri olmamalıdır. bazen sadece alışkanlıktan isteriz oysa ihtiyaç yoktur onu istememize....
“ee... pardon neyi istememize?”
alışkın olduğumuz şey neyse artık... onu....
“ah... anladım... pardon...”
bence ver onu bana ve bir kahve falan iç...
“gerçekten... içmek istiyorum ve istememin ardında savunabileceğim sağlam bir temel bulunuyor!”
eh bunun üzerine ne diyebilirim! şerefe aziz dostum!
“sağlığına...”
ıhı... evet bu sefer votkayı biraz fazla karıştırmışım....
“beğendim doğrusu... hatta bana tarifini vermeni isteyeceğim senden!”
ne demek! hemen! derhal! çok basit! votka, kahve likörü, ve süt... bütün malzeme bu... tabii buz falan da... elbette nasıl ki eline her hesap makinesi alan tersten leblebi yazmayı ilk seferde beceremezse, bu malzemeyi doğru şekilde karıştırıp en güzel beyaz rusu yapmak da zamanla olacak bir şey.... ben oran vermeyi pek sevmem... orana göre pilav bile yapılamaz! neymiş, pirincin iki katı kadar su katmak gerekirmiş... olur mu o zaman karakterli bir pilav? olmaz tabii... hissetmek gerek... ruh katabilmek için hissetmek gerek... zamanla olacaktır... benim de yaptığım ilk karışım pek beyaz rusa benzemiyordu... hatta avam bir espri olacak ama hafif esmer rus olmuştu!
“anlıyorum...ha ha ha...”
bu arada, şu dvd’leri de yeni aldım... incelemek ister misin?
“ben pek anlamıyorum doğrusu sinemadan...”
biliyorum! evet, biliyorum bunu... her neyse... ne diyordum?
“beyaz rus tarifinden önce mi? inan hatırlamıyorum...”
konuşmalarımız ve fikirlerimiz her zaman bir çizgi üzerinde ilerlemelidir... ben buna çok önem veririm... sana inanılmaz gelebilir ama, her şeyi hatırlıyorum ve bunda şaşılacak bir şey yok... çünkü yürüdüğüm çizginin farkındayım... işte tam da bundan bahsedecektim zaten... biliyorsun yakın zaman önce kendime güvenimi neredeyse tamamen kaybetmiştim ve doğrusu ne bir konu ne de çizgi kalmıştı hayatımda... sadece bir bok kokusu... inanabiliyor musun doki? tanrı aşkına! nereye gidersem gideyim, o bok kokusu burnumun direğini sızlatıyordu... burnumun direğini sızlatmak denirdi di mi? yanlış hatırlamıyorsam? direk sızlamaz ama? hay aksi... her neyse! bunun bir önemi yok! ve işte aslında ben düşüyordum. düşmek hiç de hoş bir durum değildir. aristoteles zamanında bile düşen insana hep gülünmüştür... bu dünyanın en ilkel komik durumudur. ama ben tabii ki düşmeyi ilk anlamıyla kullanma basitliğini göstermiyorum şu anda... her anlamıyla düşmekten bahsediyorum... bok kokan bir düşmek... kanalizasyona düşmek... ruh hali olarak düşmek... düşme hissiyle yaşamak... bütün bunlardan bahsediyorum... kısacası ayakların yere basmamasından bahsediyorum. şimdi müsadenle sana bir kısa film izleteceğim... sanatsal bir yapım ama biz işin düşünce kısmıyla ilgilendiğimizden bu filme belgesel gözüyle bakabiliriz. yanındaki sehpada duran, üzerinde daha çok yeşil tuşlar olan kumandayı uzatır mısın bana, rica etsem, saygıdeğer dostum?
“ee.. bu galiba?”
evet teşekkür ederim... önce ışıkları kapatmak gerekiyor... evet... biraz daha kısayım mı?
“bilmem... iyi oldu?”
biraz daha kısayım... evet çok hoş oldu... ee... bir de ortasında kocaman yuvarlak düğme olan bir kumanda olacaktı... oralarda bir yerde...
“bir çok kumanda var burada...”
evet... modern teknoloji, insan yerinden hiç kalkmasın diye çabalıyor... ha ha ha... bulamadın mı?
“ee... çok karanlık... aslında göremiyorum...”
ah! doğru yahu! dur biraz açayım ışığı... nasıl buldun mu?
“rica etsem! ..ee.. rica etsem ışığı biraz daha açabilir misin?”
ne demek tabii ki açabilirim... gerçi çok güzel bir ışık tonu yakalamıştım ama neyse...
“al istersen şunları... daha kolay olacak...”
ah ama sen bana bütün kumandaları verdin doki! alem adamsın doğrusu! işin kolayına kaçmamak gerek oysa... her neyse... işte dev ekranın kumandası... önce onu açalım... eveet... şimdi de oynatıcıyı çalıştıralım.... sen gelmeden oynatıcıya yerleştirmiştim filmi... zaman kaybetmeyelim diye... ışığı da kısalım... evet... başlıyor... jenerikle fazla ilgilenmemişler... işte düşen adam... filmin ismi bu... dikkatli izlemeni tavsiye ediyorum... filmde pek diyalog yok... kopuk konuşmalar oluyor biz de izliyoruz... oyuncular çok iyi ama... işte... adam düşüyor... çok güzel yapmışlar buraları... sıkılmıyorsun di mi doki?
“...izliyorum...”
tamam... bak şimdi... ya da ben susayım da rahat izle....

düşen adam isimli sanatsal içerikli filmin başı:

pause.

düşen adamın elindeki kağıt, bir fatura... elektrik faturası... zaten birazdan anlaşılıyor. adama oldukça yüklü bir fatura göndermişler. ne güzel görünüyor düşmesi değil mi... ama aslında buna aldanmamak lazım... şimdi telefon idaresini arayacak...cep telefonuyla....

play:
düşen adam: ben düşüyorum yahu ne faturası şimdi böyle… olacak şey değil hani!”
elektrik idaresi baş müdürü: ama bakın şimdi de telefon idaresine borç yapıyorsunuz? demek ki siz bir şekilde devletin ya da özel teşebbüslerin hizmetlerinden yararlanabiliyorsunuz….

pause.

boş yere müdür yapmamışlar adamı. belli ki kadrolaşmaların, şaibeli durumların etkisiyle değil aklıyla gelmiş o makama… en basitinden düşmüyor: koltuğunda oturuyor; masasının başında… belli oluyor zaten.... çok başarılı bir oyuncu bence bu adam...

play:
düşen adam: “benim elektrikli bir eşyam yok ki ama yok ki yok ki!”
elektrik idaresi baş müdürü: “beyefendi fatura size ulaştırılmış işte…üstünde de sizin adınız yazıyordur… biz idare olarak elektriğin hangi yolla kullanılmış olmasıyla ilgilenmeyiz… bir şekilde kullanmışsınız işte…”

pause.

bak koydu cebine telefonunu. daha fazla mücadele edemiyor hakkını aramak için... şimdi karısı çıkacak... dikkatli izle doki...

play:
düşen adamın karısı: seni hiç sevmiyorum! terk ediyorum seni! terk! teeeeerk!

pause.

bak tam yerinde durdurdum... ne kadar da şaşkın bakıyor di mi? hayatının en büyük parçası, biricik karısı değil mi o? eee? ne saçmalıyor öyle? ha ha ha... sen düşersen peşinden o da düşecek değil ya....

play:
düşen adam: yapamazsın bunu! nedeeeen!
düşen adamın karısı: sus! suuuss!

pause.

gördün mü nasıl da fırlatıverdi adamın üzerine vazoyu. kadınlar filmlerde, sinirlendiklerinde hep vazo fırlatırlar ya... bence güzel bir gönderme olmuş... vazo adama yaklaşmak ister gibi ama yaklaşamıyor.. adam açık ara önde ve vazonun yetişmesi hatta adamın kafacağızında patlaması çok zor. ikisi de düşüyor ne de olsa...

play:
düşen adam: onu ben sana hediye etmiştim! ama beni böyle bırakamazsııın!

pause.

durduralım... bak gördün di mi, kadın arkasına bile bakmadı... çekti gitti... bizimki sataşacak birilerini arıyor; kafası çok bozuk. bak şimdi...

play:
düşen adam: kim itti lan beni! kim ittiiii!

pause.

karısına mesaj çekiyor...şey yazıyor... ee... neyse oynatayım... telefonun ekranından görünüyor ne yazdığı...

play:
telefonun ekranındaki yazı: hem sen ittin beni hem de terk ettin. allah da seni itip itip terk etsin:)

pause.

komik di mi? bak bu kareden sonra iyice deliriyor...

play:
düşen adam: ben düşmüyorum yükseliyoruuuumm!
penceredeki adam: bağırıp durmasana kardeşim!
düşen adam: ipin var mı birader! ip atsana bana!
penceredeki adam: ana ne güzel vazoymuş lan bu.
düşen adam: bırak onu, o benim! ip atsana beeee!
penceredeki adam: hastir lan!
düşen adam: iiiiip!

pause.

penceredeki adam ne kadar komik di mi? aldı vazoyu girdi içeri... bir de adama doğru sigarasını attı... çok aşağılayıcı bir davranış... bundan sonra film değişiyor. adam artık düşmüyor... sanki... şimdi lunaparkta kadınla gezerken söylediklerine dikkat et... konuşmamdan rahatsız olmuyorsun di mi bu arada?

play:
düşen adam: düşüyorum. atladım mı, ayağım mı kaydı, biri mi itti beni, yoksa yer mi yok oldu birden? bilmiyorum… bildiğim:düştüğüm. ama mutluyum:düşüyorum… pozisyonum belli… bir tutarlılık var işte hayatımda
kadın: ne güzel… kendinden emin erkeklere bayılırım…

pause.

bundan sonrasını yönetmen bence karışık yapmış... olur ya bazı filmlerde altta bir yazı belirir, iki ay sonra, beş yıl sonra falan yazar... öyle bişey yapsaymış daha anlaşılır olurmuş bence... bak sen de fark edeceksin.....

play:
kadın: ister etek giyerim ister pantolon neden karışıyorsun bana!

düşen adam isimli sanatsal içerikli filmin sonu.

gördün di mi adamın kafasına izmarit düştü... tam oturdukları banktan kamera uzaklaşırken... sonunu da güzel yapmışlar... kamera uzaklaşıyor ve park, sonra şehir, sonra dünya... hepsi birden uzayda düşüyorlar...
“evet.”
etkileyici bir film değil mi doki?
“güzelmiş...”
işte bu düşen adam gibiydim yakın bir zaman önce... sen düşüyorsan evren de düşüyordur. bak bunu unutma, sen nasılsan hayat öyledir. sen gülümsersen hayat da gülümser, seninle tam bir uyum içindedir her şey... ne ararsan kendinde ara diye boşuna dememişler. kendimi boktan hissettiğim için devamlı suretle bok kokusu alıyor olmam da işte bu sebepten... kokunun kaynağını aradım doki.. ve kokunun aslında benden daha doğrusu geçmişimden geldiğini gördüm...
geçmişini bir zarfa koyup göz önünden kaldıramazsın. eski fotoğrafları yırtmayıp zarflamıştım. fotoğrafları yırtmanın, kesmenin aptalca bir iş olduğunu düşünürüm zaten... her neyse, işte, fotoğrafları buldum ve koku yok oldu. inanabiliyor musun buna! kendime olan güvenim o zarfın bulunmasıyla ortaya çıkıp hoop eski yerini alıverdi!
“ne fotoğrafları?”
kısadalga’yla beraberken çektirdiğimiz fotoğraflar... onun yalnız başına olduğu fotoğraflar... onlara baktım ve eksik olan her neyse o tamamlandı. bir putu kırmak gibi heralde... bir tabuyu yıkmak demeliyim aslında, daha doğru olur....
“anlat bana o tabunun ne olduğunu?”
kısadalga, evrenimin yanlış oturmuş bir parçasıymış.... bunun farkında olmadığım gibi bu konuda hiç düşünmemişim bile... ama bu beni her zaman etkileyen bir şeymiş çünkü onu önemli bir parçanın yerinde tutuyormuşum... fotoğraflara baktım ve bütün o fotoğrafların bir öykünün ya da bir filmin kareleri olduğunu fark ettim... o fotoğrafın gösterdiği yaşantıların ve kişilerin de bu öykünün parçalarından başka bir şey olmadığını.... benim değil, benim de kahramanı olduğum bitmiş bir öykünün.....
“ya da böylece öykü bitmiş oldu... demek gerekir...”
hay ağzını öpeyim aziz dostum, ne güzel dedin!
“peki ben sana nasıl yardımcı olacağım? sen her şeyi halletmiş görünüyorsun?”
ehm.. atları hazırlatayım ben... tilki avına çıkalım... köpekler de huzursuz bikaç gündür... hareket istiyorlar....
“galiba halledemediğin bir şeyler kalmış ha, aziz dostum?”
pekala doki... bana çok samimi olarak cevap vermeni istiyorum...
“elbette... rica ederim samimiyetimden şüphelenme!”
bütün bu düşmelerin kalkmaların ötesinde....
“evet?”
acaba... ee.... ben...
“rahat ol lütfen!”
ben... kendimi olması gereken benle mi kandırıyorum yoksa olması gereken dediğim şey koca bir saçmalık mı?
“a.. anlamadım?”
demem o ki... hayır doki; ben kendime güvenimi falan kazanmadım... bu malikane, duvardaki resimler, dışarıda bekleyen atlar ve kırlarda fink atan tilkiler, hepsi uydurduğum şeyler... olması gereken hakkında benim abartmalarım bunlar. oysa olması gereken... şey gibi... basit... sanki...
“sadece olan bitenle uyumlu olmaya çalışsan? tasarlanmış biri olmaya çalışmaktansa ne gerekiyorsa ona göre davranman akıllıca değil mi?”
akıllıca olmasına akıllıcadır ama akıllıca davranabilir miyim ben?

(devamı : burada)