Küçüklerin Gözünden

Topuklu ayakkabılar buzu kesip uzaya gönderirken donmuş parçacıkları,
Orada bir yerde minik bir bakteri önünde duran tozu yemeye çalışıyordu...
Bir türlü ulaşamayınca tepesi attı ve küçük çıkıntılarını kullanarak yarı çözülmüş sularda birkaç nanometre ilerideki tepeciğe ilerledi.
Yolculuk onu yormuş, kendine gelmek için ön kısmını ışığa uzatmıştı. Kısa süre sonra içinde yüzdüğü su titreşmeye başladı. Titreşimler giderek artıyor, onu tedirgin edecek şiddete ulaşıyorlardı.
Tam arkasını dönüp yerini değiştirecekti ki, siyah, parlak, hem çok güzel, hem de ürkütücü bir gökdelen gibi yükselen, ince yapının geldiğini gördü. Artık zamanı yoktu, kendini çarpışmaya hazırladı, önünde uzanan buz kütleleri bir bardak sudaki dev dalgalar gibi kıvrılıp -ki bunu ona 378 bölünme öncesindeki bakteri atasının genetik hafızası söylemişti- yükseliyordu.
Parlak cisim üzerine düşen ışığı kesti ve birden bire yavaşlamaya başladı. Ancak momentum o kadar fazlaydı ki, altında çatırdayan buz parçaları basınca dayanamayıp mikroskobik bir patlamayla onu da beraberlerinde 10larca santimetre yükseğe fırlattılar. Bakterimiz neye uğradığını şaşırmıştı, resmen uçuyordu. Havada kısa süreliğine asılı kaldı, ardından yavaşça süzülerek yere iniyordu ki, bulanık bir karaltı görüşünü kapattı. Başına gelenlerin saçma olmaya başladığını düşünmeye başlamıştı.

Başına gelenler gerçekten de saçma -biraz da fazla- oluyordu.

Kendini camdan okyanusun üzerinde yapacak daha iyi bir şeyi yokmuş gibi ve bir o kadar da şevkle dans eden kadının eteğinde buldu. Demek dünya dedikleri buydu, milyonlarca şerit altlı üstlü birbirinden geçirilmiş, neredeyse hiç boşluk kalmamıştı aralarında. Üstünde bulunduğu zemin dalgalanıp bir an parıldıyor, bir an tekrar matlaşıp gölgelere boğuluyordu. Ama onu en çok cezbeden, durmadan değişen gökyüzüydü. Yukarı baktığında gördüğü manzara renkten renge gidip, daha önce şahit olmadığı açılardan kendi başına ulaşması olanaksız olan diyarları sunuyordu ona. Algısının ötesinde şeyler vardı oralarda, atalarının bile hiç bulunmadığı.

Aniden tutunduğu kumaş çılgınca devinimlerine son verdi ve duruldu. Şimdi de bir başka kumaş parçasına sürtünüyordu bu kara ağ. Kırmızı bir tenteyi andırıyordu öteki. Yırtılacakmışcasına gergin, nasıl da bir ısı yayıyordu, kızıl bir çöl yangını gibiydi. Daha önce böylesine bir etkiye maruz kalmamıştı bizimki. Ve siyah da kırmızıya karşılık verdi, ikisi birden ısındılar, sonra aralarından bir esinti geçti. Esintiler olurken az da olsa uzaklaşıyorlardı, ama her ayrılıktan sonra daha da güçlü bir sıcaklık... Bu devinim sürüp gitti, dans hızlandı ve;

Kadının havada uçuşan eteğine sürttü bir an adamın zarafetle kavis çizen eli gökyüzünde. Bu da yeterliydi davetsiz misafirimizin konut değiştirmesi için...

Alev alev yanan, ama bir o kadar da canlılık hissi uyandıran acık pembe bir şey üzerine geldi. Kumaşın derinliklerine kaçma istedi ama beceremeyince el onu alıp kaldırdı havaya. Bir kez daha nefes kesen manzaraya şahit oldu. Devler birbiri çevresinde dönüp, birleşmekteydiler dokunmaksızın bir diğerine. Derinin kıvrımları arasında ilerlerken başka varlıklar gördü kendine benzeyen, bazısı kendi halinde, bazısı sürüler şeklinde tek bir gaye için durmadan çalışıyor. Merak etti neden hiçbiri aşağıda -ve bazen yukarıda- olan bitenle ilgilenmiyor diye. Hâlbuki ne kadar büyüleyiciydi bütün bu hareket. Onu taşıyan el terlemeye başlamıştı, her yandaki kuyulardan sular yükseliyordu, ama bu sefer geldiği yerdeki gibi dondurucu değil, sıcak, hatta yapışkan denebilecek kadar kıvamlı bir su. Sular ona yaklaştıkça yukarı tırmanmaya çalıştı, ancak mümkün müydü ki böyle uzun bir yolculuğu zamanında tamamlamak. Artık düşünmüyordu ne olacağını, belki merak ediyordu o kadar. Zaten enerjisi de tükenmek üzereydi. Kendini saldı son kez devlerin iradesine, kaderini belirlesinler diye.

Adamın eli öncekinden de esnek ve doğaüstü bir kesinlikle bir yay çizdi buzun birkaç santim üzerinde. Ve aynı anda kadın savurdu kendini adamın güçlü gövdesinin üzerinden. El yukarı kalkarken, altında kalmış olan bu mikroskobik şehirler bir bir döküldüler camdan okyanusa, tozdan bulutlara kurulmuş evler gibi düştüler, sonsuzluk gibiydi düşüşleri.

Bakteri uyandığında hala düşüyordu, ve çevresinde diğerleri, bazısı çoktan ölmüştü açlıktan. Her an yaklaşıyordu yüzeye. Ama beklenmedik bir hediyesi olacaktı bu anlam veremediği oyunun ona. Onu yerden alıp göklere taşıyan uzun siyah ve parlak duvar gene üzerine gelmekteydi. Bu sefer ıskalamadı, ve onu bir buz kütlesiyle camdan okyansun sınırlarının ötesine gönderdi.Küçük bir çocuğun yanağına.

Gösteri bittikten sonra devler alkışladılar en çok beğendikleri çifti. Ve küçük çocuk birinin elinden tutup buz pistinin yanındaki kalabalık sokağa çıktı. Yürürken dar yollarda birbirine çarpmadan ilerlemeye çalışan yüzleri inceliyordu.

Bakterimiz bu sokağın evren olması gerektiğine kanaat getirdi. Ve öldü.

0 y o r u m :: Küçüklerin Gözünden

Yorum Gönder