on beş : mutfakta en üst rafta

(başlangıç ve önceki bölüm )

kendimi, insanlık tarihinin ve bu tarihin bir dolu zavallılığının ve başarılarının bir parçası olarak görme eğilimim var. oysa bana hiçbir şey sorulmadı; kimseye bir şey sorulmadı ki? kim kime ne soracak zaten! birinin amerika kıtasına ayak basmasının; bir diğerinin kağıt üretmesinin; onun yakın bir akrabasının eli yüzü kara, barutu bulduum diye bağırmasının; aman efendim elma kafama düştü demek ki cisimler ait oldukları yere dönmek istemiyorlarmış, elmanın ne gibi bir amacı olur hem, yerçekimi işte be, demesinin; birilerinin bezelyelerden başlayıp maymuna oradan prusya cumhuriyetine hoplayıp zıplamasının; elinde bastonlu birinin denizi ayırmasının; sersemin birinin, karpuzun genleriyle oynadım, artık küp şeklinde, buz dolabına daha çok karpuz koyabileceksin böylece lafına, öff gördüğüm tüm kuğular beyaz tüylüydü, ama karpuzlar da yuvarlaktı, kahrolsun tümevarımlarla doğrulanan bilim diye cevap vermesinin; tüm bu seslerin, teorilerin, bilgilerin evrene yayıldığını iddia eden adamın berbat bir müzik kulağı olmasının; işte bunların, üst üste, yan yana, derinlemesine her ne haltsa o şekilde gelişiyor mu ilerliyor mu geriliyor mu tartışmasının yani insanlık tarihinin ve bu tarihin bir dolu zavallılığının ve başarılarının, benimle nereye kadar bir ilgisi olabilir? bütün bunlar ve daha da fazlası benim aklıma kalıtımsal malıtımsal bir aktarımla geçmedi ki? bildiklerimin hepsi yüzeysel; insanlık bir şeyler yaptı ama ben ya da bir başkası bütün bunlara hakim olamaz ki! kendimi kandırıyorum; kendimizi kandırıyoruz! tüm bir insanlık tarihi sadece bir masal; diğer masallardan farkı, bu masalın her türlü parçası gerçeklikte yer alıyor... ama masal işte! ben bu masalın çok kısa bir özetini neredeyse kulaktan dolma biliyorum ama yapabileceklerim çok az; o çoook eski zamanlarda yaşamış adamdan pek bir farkım yok... hayır var; ondan çok daha az şey biliyorum, kimden duymuştum hatırlamıyorum ama o adamın dünyasında bilinen şeyler o kadar az ki; işte bu yüzden kendi dünyasındaki şeyleri bilme bakımından benden daha fazla bilgili olduğunu düşünebilirim.

insanlık tarihinin başarılarının benden çok elimdeki cep telefonunun icadıyla doğrudan ilgisi vardır ama bu icat neden herkesin hayatını kolaylaştırdığı gibi benim de hayatımı kolaylaştırmıyor! çünkü ben herkes değilim. iyi! bu yeterli değil. kısadalga mesajın içeriğini merak ediyor. aklınca, daha önce ölmüş bir kadının nasıl olup da ortalıkta dolanabildiğini anlayacak böylelikle... anlayınca şaşıracak, belki biraz korkacak ya da irkilecek ya da çok komik bulup gülecek ama sonuç olarak rahatlamış olarak arkasına yaslanacak. demek ki, diye başlayan bir açıklama cümlesini cüzdanında taşıyacak. işte bir şey daha çözüme kavuştu! dünya, bildiği dünya olarak kalmaya devam edecek; güvenilir ve asla sürprizler yaratan bir canavar değil! ona, yaşıyor olmanın daha hayretler uyandırıcı bir şey olduğunu söylemek isterdim... bunu açıklayamam ama bana öyle geliyor. sıcak neskafelerimizi yudumlarken, gerçekliğimizin kaygan bir zeminde durup durmadığını tartışsak... ona, benim yaşıyor olmamı nasıl kabul edebildiğini sorsam; benim varlığımı! bana anlat, desem, bu konuda nasıl oluyor da emin olabiliyorsun? bir bilgisayar oyununun salak karakterleri değiliz, yapay zekayı kusursuz hale getirmeye çalışan yapay zekalar olamayız değil mi, dese bana... ne kadar doğru söylüyor, diye düşünsem... senin var olduğunu kendimde hissediyorum ve bundan kuşku duymuyorum, seni algıladığım kadar senin tarafından algılandığımın da farkındayım, dese bana... hayretler içinde apışsam ona doğru; ama sen asla böyle şeyler söylemezsin ki? peki o zaman sen hangisisin!

sevgili kısadalga; sen bu satırları okuduğun sıralarda ben çoktan yok olmuş olacağım... yok olmuş olmak denir mi; denmez heralde? ölmüş olacağım... ama ölmek yok olmak değil mi? sevgili kısadalga, şaka yaptım, ölmek istemiyorum, sadece sen bu satırları okuduğun sıralarda, ben çoktan bu satırları yazmış olacağım... esprili dünyama tekrar hoş geldin! sevgili kısadalga, düşündüm de, sen bu satırları okumayacaksın çünkü böyle şeyler senin ilgini çekmez... aman be kısadalga, ben bu satırlarla cebelleşirken sen çoktan uyumuş olacaksın! diyeceğim o ki, mesajı öğrenmek için gerçekten de çok uğraştım. öncelikle müesser hanımın mezarını ziyaret ettim... daha doğrusu, mezar taşı önünde bir süre dikildim... mezar toprağını neden sularlar bilmiyorum ama, tabii canım bir inanç vardır mutlaka bu davranışla ilgili, her neyse, müesser hanım’ın toprağı oldukça kuruydu... sana saçma gelebilir, bana artık saçma gelmiyor, kadının, cep telefonunu mezarına gömmüş olabileceğini düşündüm... utanç verici! her an kadının adını aklımdan geçiriyorum, ama sanırım onun adını aklımdan geçirmekle onun bana ulaşmasını sağlamam olanaksız. onun senden benden pek de farklı olduğunu sanmıyorum... yani aklı okuma, akla hükmetme gibi şeylerde bir yeteneği yok... hem niye olsun; canlıyken yapamadığını ölüyken nasıl yapabilir ki? bir de şunu tekrar edeyim, onun canlı ya da ölü olması beni hiç ilgilendirmiyor! insanları, nasıllarsa öyle kabul etmek en rahatlatıcı tavır... yani, canlı da olsa ölü de olsa benim hayatımda değişen bir şey olmayacak, olmuyor, olmadı! evet, biraz heyecanlandım, karakoluydu, polisiydi... ama düşününce, bütün bunlar çok önemsiz... yani o kadar da rahatsız edici değil... her neyse; büroma dönünce, kadının telefonu bırakmış olduğun gördüm. ya da unutmuş? tabii ki öncelikle etrafıma bakındım; yalnız mıyım kontrol ettim. masanın altına bile baktım... telefona dokunmaya çekindim... ben tam dokunduğumda büyük bir ışık patlaması olabileceğini düşündüm ciddi ciddi... yok, bir şey olmadı, avucuma aldım ve ekranına baktım. kapalı değildi. mesajlar bölümüne geldim. sadece bir mesaj kayıtlıydı... okudum...

telefonu bırakıp, parmaklarımı inceledim. çok uzun zaman aldı bunu yapmak. insan bir şeye çok uzun süre bakarsa baktığı şey anlamsızlaşıyor ya da önemsizleşiyor... bu kelimeler için de geçerli... bir kelimeyi, herhangi bir kelimeyi sürekli düşünürsen o da anlamsızlaşabilir, komikleşebilir, en azından yamulabilir. parmaklarıma bakarken hangi kelimelerle düşündüm ya da bir şey düşündüm mü bilmiyorum. hatırlamıyorum....

...sonra zıpladım ve aya düştüm. ay çok soğuktu. ya da soğuk değildi de ben üşüdüm; ne fark eder? hem ben, aya düştüm dedim di mi? saçmalamışım; aya düşülmez, aya çarpılabilir, aya ulaşılabilir ya da aya ayak basılabilir.

aslında üç saat içerisinde hazırlandım ve yola çıktım... tibet'e giden uçaktaydım ve hostesle kavga ettim; nedenini hatırlamıyorum. tibette bir otelde kaldım ve odadan hiç çıkmadım. pencereden bile bakmadım. ama televizyon seyrettim; tartışma programlarını... tibet dilinde, konuşmama izin verebilir misiniz lütfen, ben sizi dinledim, nasıl denir acaba?
şaka yapıyorum....

tek bir mesaj:
“mutfakta en üst rafta.”
aslı şöyle: mtfakta en ust rafta
ciddiyim!

sevgili kısadalga, sana yazmaktan vaz geçtim... burp! yok bir şey!

“ee... meraba; kısadalga?”
“a? bu kadar çabuk arayacağını tahmin etmiyordum...”
“ben de tahmin etmiyordum ama telefon büromdaydı...”
“inanmıyorum! neymiş mesaj?”
“ya... okuyunca kendimi çok kötü hissettim....”
“hadi ya... demiştim sana önemli bir şey diye!”
“yani aslında...”
“ee? söylesene!”
“okuyorum...”
“evet?”
“huzurevinde buluşalım, belgeleri unutma”
“ne?”
“galiba kadıncağızı huzurevine postalayacaklarmış.... tahminime göre, oğlu karısına göndermiş bu mesajı... yani aslında telefon gelininin telefonu...”
“çok kötü oldum ya...”
“evet... o yüzden kadın gülümseme tepkisi verdi; tahmin ediyormuş demek ki...”
“intihar etmiş heralde bunun üzerine?”
“yok, yani kadına araba çarpmış...”
“yola atmıştır kendini?”
“hayır ya; karşıdan karşıya geçiyormuş... kesinlikle bir kaza...”
“inanmıyorum ya; gerçekten üzüldüm şimdi...”
“evet çok etkileyici, yani üzücü....”
“ee? borcum ne kadar sana...”
“saçmalama; hiçbir şey yapmadım bile... telefon büromdaydı dedim ya...”
“olsun... bir anlaşma yaptık...”
“şöyle yapalım; bir başka zaman da sen benim için bir şey yaparsın, ödeşmiş oluruz....”
“dostça hallediyoruz yani meseleyi?”
“aynen öyle...”

üzgün ya da pişman değilim. “mutfakta en üst rafta” diye bir mesaj kısadalga’yı meraktan daha da çatlatır ve benim bütün bunlardan kurtulmamı oldukça geciktirir... geciktirirdi! tam da onun hoşlanabileceği bir durum yarattım ve kendimle övünüyorum! şimdi elindeki kaleme taklalar attırarak duyduklarını tartıyor ve bir melodram hazzı alıyordur. ben de iş hanının kapısına bağladığım atıma atlayıp, güneşin battığı yöne doğru atımı sürmeden önce sigaramdan derin bir nefes çekmeliyim... ne mutfağı, ne rafı, ne var orada, ne için önemi var o şeyin, kadınla ilgisi ne gibi hiç de üstüme vazife olmayan sorular ise belleğimin, işe yaramayacak ve silinmesinde sakınca olmayan kayıtlar bölümünde küflenebilir... ya da küflenmez; derin dondurucuda bekler... hayatım boyunca benim mutlu ya da sağlıklı ya da huzurlu ya da işte her neyse, iyi yaşamamda hiçbir etkisi olamayacak bir soru öylece dondurulabilir. belki bir gün...

şöyle bir şeyi düşünebilir miyim: tanrının karşısına çıkarılmışım; nasıl bir yer olduğunun pek önemi yok, diyelim ki bulutların üstünde uçsuz bucaksız mermer döşemeli bir salon? bin bir gece masallarındaki harun-el reşit’in akla zarar sarayları canlanıyor aklımda ya neyse... tanrı tahtında oturuyor; milyarlarca insandan sonra sıra bana gelmiş nihayet! tüm işlemlerim yapılmış, ak göt kara göt meydana çıkmış. bir dakika; niye beni tanrı’nın karşısına çıkarsınlar ki? adolf hitler olsam anlaşılır, tanrı sıkı bir tokat çakmak için huzuruna getirtir onu... ne kadar da korkunç! tanrı’dan tokat yemek! buna şahit olan her kim varsa aklını kaybeder her halde... bir de yüzüne tükürse... aklım almıyor doğrusu... çok korkunç! her neyse... diyelim ki her kuluyla tek tek ilgilendi ve ben de karşısına çıktım... ne haltlar karıştırdığım ortada... ama fazla da mide bulandırıcı değil hani; üç beş fayda sağlama amaçlı yalan... olsun, günah günahtır! bunun da cezası var... galiba vardı? incelemek gerek... dağıtmayalım lütfen! peki dağıtmayalım... yalan söylerken utanmadın mı açıkla bakalım denirse ne yapacağım? hayır utanmadım derim... demek ki öyle sormazlar; yani bana ukalalık fırsatı verecek değiller ya! peki nasıl sorarlar? yalan söylemişsin kırk satır mı kırk katır mı? oldu; peki... olmadı tabii ki! büyük olasılıkla bir şey sormazlar; ilahi adalet gerçekleşmiş; dünyevi mahkeme kurallarına ne gerek var! savunma yapacak değilim; her şey zaten belli... tanrı’yı da kandırmak mümkün olamayacağına göre, başım önde, nereyi işaret edeceklerse o tarafa yürümeyi bekleyeceğim... gerçi cennet konusunda da pek ümitli değilim... adem’in şeytanın gazıyla kopardığı elma bilgiden başka bir şeyi temsil etmiyor... bilmek de bir şekilde dünyanın şimdiki keşmekeş halinin nedeni olduğuna göre, cennette bilgi sahibi olmak ya da bilgi geliştirmek mümkün olmayacak... yani salınacağız çayıra... eh; mevlam kayıra! karıştırmayalım, dağıtmayalım ama! pekala; işlemlerim bitince, yani “minnet efendi, böööyle böööyle haltlar karıştırdığın için bir süre şu kırmızı renkli, boynuzlu arkadaşlarla onbeş yirmi dakika zaman geçireceksin. hadi naş!” dendikten hemen sonra, doğal olarak en zavallı, en utangaç, en sinik halimle sağ elimin işaret parmağını hafiften kaldırıp, “ee... pardon... ben... bir şey sorabilir miyim acaba?” diyeceğim. elbette bakışlarım ayaklarıma dikilmiş halde... artık zamandı mekandı kimsenin pek umrunda olmadığından ve aslında doğru dürüst bir halt da karıştırmamış, yani ortalamanın oldukça üstünde biri olduğumdan, “du’ bakalım...” diye bakacaklar ve konuşmam için izin verecekler. ben de şu andan ta o zamana kadar hiçbir şekilde dillendirmediğim soruyu soracağım: “o kadının ne gibi bir torpili vardı da öldüğü halde ortalıkta dolaşabiliyordu, acaba zahmet olmazsa bana bunu açıklayabilir misiniz?” adam yerine koyup anlatırlarsa ne ala; yok “ne diyosun sen gülüm, hadi sık dişini, onbeş dakka alevle yağın bile akmaz...” derlerse, selam verip çekilirim huzurdan.

ama o zamana kadar: normal bir hayat için, tüm anormallikleri rafa kaldırıyorum; mutfaktaki üst rafa!

(devamı: ciddiye almıyorsun beni)