on altı : ciddiye almıyorsun beni

(başlangıç ve önceki bölüm )

bana en normal gelen yere gidiyorum...
kapıyı açan ablam beni görünce yüzümü buruşturmama neden olan bir sevinç çığlığı atıp boynuma sarılıyor. kendimi iyi hisseder gibiyim... annem ama daha çok anneannem, surat yapıyorlar bir süre... aramıyorum sormuyorum ya... haklı olabilirler... önemsemiyorum ve gönüllerini almaya yönelik yalakalıklar yapıyorum... babam çalışma odasında televizyon izliyormuş, canım hiç onunla karşılaşmak istemediğinden oturma odasına geçiyorum.
“anlat bakalım...” diyor ablam ve onun hayatına ne gibi heyecanlar katabileceğimi düşünüyorum...
“ne anlatayım ya... bildiğiniz gibi...”
“ne oldu o kızla?” diye soruyor annem... pis pis bakıyorum suratına.
“hangi kızla?”
“hangi kız? ne kızı?” diye soruyor anneannem...
abla gülüyor... salak!
“vardı ya... sevgilisi!” diye patlatıyor sonra...
“ya hep aynı şey... ayrıldık biz onunla, yıl oluyor...”
“gördüğümüz mü var!” diye sertleniyor anne...
“arıyorum ya işte arada...”
“hiç arama oğlum ne yapaca’n... işin gücün nasıl?” diyor anneanne... biraz sonra aynı soruyu bir daha soracak....
“işler iyi sayılır... babam nasıl?” diye soruyorum ablaya...
“dellenmezse iyi... geçen gün balkondan yengeç sarkıttı!”
“ne?”
“kocaman bir yengeç bulmuş nereden bulduysa, iple sarkıttı balkondan...”
“hadi ya! niye ki?”
“ne bileyim; birşeylere takmış yine... polis çağıracaklardı neredeyse... görsen; yoldan öylece yürüyen bir adamın kafasına çarptırdı... çok komikti...”
“hiç de komik değildi... sapıttı herif!” diyor annem... dilimi çıkarıyorum...
“sen nasılsın anneanne?”
“allaha şükür yavrum... dizlerim...”
“ara sıra yürüyün annemle... iyi gelir...”
“ne yürüyecekler...” diyor abla...
“sen de yürü; şişkolaşmışsın...”
“kes bee...”
“ne yapıyorsun? iş güç?” diye soruyor anneanne... anlat dur... yazayım vereyim ben sana... soracağın topu topu beş soru var zaten...
“iyi işte idare ediyoruz...” ben ve ortaklarım... ben ve tüm insanlık! öff... anneanne ya!
“aç mısın?” diye soruyor annem..
“yok aslında... anne ya, ben bu gece sizde kalacam...”
“salak mısın sen!” diyor ablam... salak mıyım; evet salak gibi hissediyorum kendimi... bu evden, babam hariç her şey sıradan diye kaçmıştım ama şimdi en çok ihtiyacım olan şey, sıradan bir ya da birkaç gün...
“niye ayrıldınız?” diye soruyor abla... annem de ilgileniyor bu soruyla... anneanne oturduğu yerde kımıldanıyor; sanki daha rahat bir şekilde oturayım artık, film başladı der gibi... ama yok size film falan...
“öyle gerekti...”
“bırak şimdi de anlat... pek iyiydiniz sanki?”
“sizin dizi film ihtiyacınızı karşılayacak değilim! ayrıldık işte...”
“ama niye?”
“sevmiyormuşuz birbirimizi...”
“bak sen şu işe!” diyor annem...
“yok mu sizin işiniz gücünüz... ben babamla konuşayım bir...” diyor ve ayrılıyorum yanlarından... arkamdan nasıl baktıklarını biliyorum... kafalarındaki bir aşk öyküsü şablonuna beni oturtmaya çalışıyorlar...
babam geldiğimi biliyor... sesimi duymamasına olanak yok... ama yanına oturduğumda yüzüme bakmıyor bile...
“dangalak bu adam...” diyor, izlediği programda konuşup duran birini elindeki kumandayla göstererek... laf olsun diye, ne diyor ki, diyecekken telefonum çalıyor. cebimden aleti çıkarırken babam her hareketimi dikkatle izliyor... elimdeki telefona sonra babamın yüzüne bakıyorum. gördüğü en iğrenç şey, elimdeki bu telefon... dikmiş gözlerini... gıcık ve tizden bir melodi, gözümden onun gözüne, onun gözünden telefona, telefonun ekranından burnuma çizilen doğrulardan oluşturulan şeytan üçgenine müzik oluyor... bu şekli kaç yıl koruyabiliriz acaba? bizi görmek için yurt dışından bilim adamları ve meraklı turistler eve akın eder mi? ablam kapı girişinde bilet keser...
şeytan üçgeninden yüzerek uzaklaşıyorum... dalgalar çalışma odasının dışına atıyor beni... ama şimdi alacakaranlık kuşağındayım... arayan tabii ki “geveze ihtiyar” ...ya da onun çatlak gelini?
“efendim?”
“sizinle konuşmam gerek...”
“ee? kim arıyordu?”
müesser hanımın gelini, ismi neydi, işte o arıyor... ama ağırdan almam gerek... alabiliyor muyum? ...ağırdan?
“ismim şenay... müesser hanımın geliniyim...”
“buyrun; nasıl yardımcı olabilirim size?”
kaç ton çekiyor?
“kaynanam bu gün eve geldi...”
“hay aksi? ölmemiş miydi müesser hanım? nasıl olur?”
o kadar ağırlaştıracağım ki soluksuz kalacaksın....
“o gün olanlar için üzgünüm... lütfen beni anlamaya çalışın... sadece sizin, bazı şeyleri açıklayabileceğinizi sanıyorum...”
“ben? ...sanmıyorum. aslında müesser hanımla artık hiçbir ilgim kalmadı ve açıklanacak bir şey yok....”
“sizin bir şeyler peşinde olduğunuzu zannetmiştim; gerçekten özür dilerim... ancak sabahtan beri kendimi toplayamıyorum ve sizden başka kimsenin bana yardımcı olamayacağını düşünüyorum....”
“hanımefendi, gerçekten size yardımcı olmak isterim ama...”
“kaynanam bu sabah eve geldi; hiç konuşmadı ve...”
“doğrudan mutfağa mı gitti?”
...sessizlik...
“alo?”
“nereden biliyorsunuz bunu!”
“tahmin ettim...”
“evet, hiçbir şey söylemeden mutfağa geçti... donup kaldım; inanın çok korktum... sonra yüzüme bile bakmadan çekip gitti...”
“konuşmadınız hiç yani?”
“hayır! yüzüme bile bakmadı...”
“peki eve nasıl girdi yani kapının içinden falan mı...”
“zil çaldı, gittim açtım... içeri dalıverdi...”
“apartmana rahatça girmiş demek ki...”
“kendimi çok kötü hissediyorum... kocama ve sinan’a bir şey sezdirmemeye çalışım ama gün boyunca ruh gibiydim...”
“ruh gibiydiniz ha?”
“lütfen bana yardım edin...”
“bakın; daha önce de belirttiğim gibi müesser hanımla işim kalmadı... yapabileceğim bir şey de yok sanırım... ama size samimiyetle şunu söyleyebilirim... müesser hanım benden telefonundaki mesajı okuyabilmek için şarj aleti arattırdı... bunu daha önce de anlatmaya çalışmıştım...”
“...gerçekten çok üzgünüm...”
“...her neyse... daha sonra mesajın içeriğini öğrendim... mutfakta en üst rafta, diye bir şey... bana gayet anlamsız geliyor. ancak anlaşılıyor ki, müesser hanımı harekete geçirmiş... yani mutfağınızda üst rafa... sahi ne vardı mutfakta üst rafta?”
“üst raf mı? peçeteler ve küçük havlular... anlamıyorum...”
“müesser hanımın ilgilendiği başka bir şey vardı galiba? onu huzurevine falan mı postalamayı düşünüyordunuz?”
“huzur evi mi? bu da nereden çıktı?”
kısadalga’ya karşı uydurmuştum yahu ben onu... hay aksi... bazen kendimi kontrol edemiyorum...
“yani acaba müesser hanımdan gizlediğiniz çok önemli bir şey...”
“hayır; yok öyle bir şey... müesser hanımdan neden bir şey gizleyelim? ayrıca asla onun huzur evine falan gitmesinden söz edilmedi... beraber yaşıyor olmaktan dolayı çok mutluyduk....”
“yüzüme bile bakmadı diyorsunuz?”
“evet! zaten korkutucu bir durum ama bu beni daha da korkuttu....”
belki sarılıp öpmeye kalksaydı çok daha korkutucu olurdu!
“tanımazlıktan mı geldi?”
“sanki ben orada değilmişim gibi...”
“anlıyorum... evet, size söyleyebileceklerim bu kadar...”
“peki ama kim göndermiş mesajı?”
çok güzel bir soru... bunu merak etmemiş olmam açıklanabilir gibi değil... sersemin biri miyim ben? mesajı kimin gönderdiğini nasıl olur da okumam? çok garip....
“ee.. inanın bilmiyorum... yani...”
“baksanız?”
“bakamam... evet bakamam çünkü telefon büromda... çok garip...”
“nedir garip olan?”
“ee.. hepsi... her şey çok garip ama... kimin gönderdiğine bakmış olmam gerekiyordu...”
“bunu yarın öğrenebilirsiniz herhalde?”
“evet... tabii yarın öğrenirim... galiba... telefon hala bürodaysa....”
“büromda dediniz...”
“büromda... ama orada bulamazsam hiç şaşırmayacağım... çok garip şeyler oluyor biliyorsunuz...”
“anlıyorum... lütfen yardımcı olun... olanlar için tekrar özür dilerim ama... anlayış gösterin ki birdenbire... yani...”
“tamam hanımefendi... sorun değil... ee... ben size bilgi vermeye çalışacağım... bu numarayı... ee.. arayabilirim değil mi?”
“tabii istediğiniz zaman arayabilirsiniz...”

telefonu cebime koymadan önce kapattım...böylece hem aradığım ve alıştığım normal yaşantının bir süre de olsa devamını hem de babamla aramdaki şeytan üçgeninin parçalanmasını sağladım... ama babam şeytani bir düzlemi hiçbir doğru kullanmadan da oluşturabilecek biri... tekrar yanına oturduğumda televizyondaki adamla işi bitmişti... şimdi öncelikle beni ve dangalaklığı aynı kaba koyacak ve kısa süre içinde, özene bezene ekleyecekleriyle sinir bozucu, bol acılı bir kavramsal çorba hazırlayacak...
“ben, ismimin her söylenişinde aynı tepkiyi vermem... neden biliyor musun?”
“hayır bilmiyorum baba...”
“çünkü özgür yaşamak, akıllıca seçimler yapmakla mümkündür...”
susuyorum... hep böyle olur... o bir şeyler söyler, ben susarım çünkü söyleyeceğim her şey onun çağrışımlarını besler ve bir ya da birkaç konunun daha aklına eklenmesine neden olur. susarsam, çağrışımları sadece kendi sözlerinden ya da benim yerime verebileceği cevaplardan beslenir ve aslında değişen pek bir şey olmaz... belki daha kısa sürer?
“sana biri her seslendiğinde ağzında salyanla dönüp bakarsan bunun sonu asla gelmez... bu cep telefonları da böyle... her ses çıkardığında hayatında bir mola veriyorsan, seni kontrol etmeye başlamış demektir...”
onun da cep telefonu var... hatta cep telefonları ilk defa piyasaya çıktığında zıplaya zıplaya alıvermişti kendine... özgürlük sınırları genişliyor diye söylevler vererek! çoğunlukla yanına bile almıyordu telefonu ama... istediğimde kullanabileceğim bir alet hepi topu; kalp pili değil ki yanımdan ayırmayım, diyordu... birisi aradığında canı konuşmak istiyorsa cevap veriyordu... hala da öyledir... evdekileri bu konuda eskiden beri deli eder... dibinde zırıldayan telefonu açmaz bazen, ablamın banyodan köpükleri küfürlerine karışmış halde çıkıp, telefona koşturmasına kahkahalarla güler örneğin... itfaiyeci misin sen, salak bir zil sesine uyup hayatını mahvediyorsun diye dalga geçer....
“sürpriz haber mi aldın ne oldu?”
“ee.. yok, işle ilgili bi’şey...”
“işle ilgili?”
“evet...”
yüzüne baktım şüpheyle... ona bahsetmek istiyorum ama korkuyorum da... yemeği bile yiyemeden evden kaçmama neden olabilir bir kamyon lafıyla.... cümlemin yarısına gelmeden gözünü televizyondan bana kaydırır ve öyle bir kilitlenir ki, uyuyana kadar rahatsız edici bakışlarından kurtulamam...
ama onunla konuşmalıyım... bana yardımı dokunabilir... yavaş yavaş girsem konuya? başka şeylerden bahsediyormuş gibi...
“baba... sence... ee..”
“ne!”
gevelememeliyim... nefret eder...
“ölüm hakkında ne düşünüyorsun?”
“kimin ölümü hakkında?”
evet... genelleme yapmamak gerek...
“yani, ölüm işte... ölmek ne demek?”
“sözlüğe bak...”
sallıyor beni... pekala, balıklama dalayım konuya....
“bir müşterim var... kendisi üç dört yıl önce ölmüş...”
“senin o işi kıvıramayacağını söylemiştim...”
“ne? nasıl yani?”
“aptal aptal konuşma...”
“gerçekten... bunu sana anlatmayı çok istiyorum... kadının biri; birkaç kere yüz yüze konuştuk ama üç dört yıl önce bir trafik kazası sonucu ölmüş... hayalet gibi değil ama sanki...”
“yaşıyor hala öyle mi?”
“evet!”
“ee?”
“ölen biri nasıl yaşama döner?”
“ölmek bir eylem çeşidi değildir... ölen biri yaşama dönemez...”
“ciddiye almıyorsun beni...”
“ciddiye alınsan ne olacak?”
“ben bana inanılmasıyla ilgilenmiyorum... ben ölmüş birinin hayatına nasıl devam edebildiğini merak ediyorum sadece...”
“niye?”
“çünkü... ilgimi çekiyor?”
“merak etmen gerektiği için mi merak ediyorsun?”
“sen merak etmez misin garip, olağan dışı bir şeyin iç yüzünü?”
“her garip şeyin iç yüzünü merak etmem... ömrümü harcayamam boktan şeylerle...”
“niye yengeç sallandırdın balkondan?”
işte baktı bana! çenesinin bağı çözülmek üzere...
“balkondan yengeç sallandırmamın amacını mı soruyorsun?”
“evet?”
“ha ha ha!”
çok eğlendi nedense... televizyonu da kapattığına göre tamamen benimle ilgilenmeye karar verdi...
“anlat bakalım...”
alay eden yüzüne baktım... derin bir nefes alıp başımdan geçen her şeyi bir defada anlatıverdim... konuşmasına fırsat vermedim ve gerçekten de hiçbir ayrıntıyı atlamadım. beni, dünyanın en sıradan belgeselini izler gibi dinlemiş olsa da anlatmak bana iyi gelmişti...
“ee? senin derdin ne?” diye sordu. tam ona göre bir tutum. yaşadıklarımın anlamını değersizleştirmeye çalışıyor; aslında önemli olan başka şeyler var ama ben fark edemiyorum. çünkü ben sapla samanı ayırt edemiyorum.
“daha bu gün bir gazetede ölümden sonra hayat öyküleri anlatan bir yazı dizisi okudum. insanlık düşünmeye başladığından beri bu tür sorularla cebelleşiyor. benim kişisel bir derdim yok, her normal insan kadar anlamaya çalışıyorum ya da açıklamaya?”
“bak sen! anlayıp açıkladığında öldükten sonra dirilebileceğini mi sanıyorsun?”
“bir fayda gözetmeden de bilmek isteyemez miyim?”
“sana anlatayım... ama anlattıklarımın üzerine tırmanıp da bayrak sallamaya kalkışma sakın!”
ağzımı açmıyorum....
“kalbin durdu ve ölmeye başladın diyelim; hayatın boyunca belki de hiç göremeyeceğin organların da yavaş yavaş işlevlerini yitirmeye ve birer et parçası olmaya başladılar... sen hiç böbreğini hissettin mi? ağrımasından bahsetmiyorum; sadece onun orada olduğunu bilirsin ama hakkında aslında hiçbir fikrin yoktur. günlük yaşantında onun işleyişini hissetmezsin bile! ama çok önemli şeylerin gerçekleşmesini sağlar; tıpkı diğer organların gibi. kalbin artık kan pompalayamadığında ise işlevlerini yerine getiremezler. düşün ki tüm organların için aynı şey gerçekleşiyor; hepsi yavaş yavaş hareketsizleşiyor. bu milyarlarca canlının başına gelen bir durum fakat önemli bir nokta var; yaşarken bile varlıklarını ve işleyişlerini hissetmediğin organlar ölürken, sen bu halin nasıl farkında olacaksın? tüm hissiyatların anlam kazandığı ve bildiğin her kavramın işlendiği yer neresi? diyelim ki beynin; o da ölüyor! böbreğinden gelen acı ya da kasılma belki de yanma sinyali beynine eskisi gibi gelemiyor çünkü bu sinyali alıp vermeyle, değerlendirmeyle ilgili birimler de eskisi gibi çalışamıyor. tüm bu fiziksel kargaşanın ötesinde bilincin de ağır ağır sönüyor. ablanın kafasını annenin bedeninde falan görmeye başlıyorsun? belki ta çocukluğundan bir detay parlıyor? her şey birbirine karışıyor; zamanı mekanı eskisi gibi algılayamadığın gibi her türlü kavram da eğilip bükülüyor. ben de bu sırada elimde kronometre senin fiziksel olarak tam bir et parçasına dönüşme süreni ölçüyorum; her türlü yaşam, falan filan sinyalini alabilecek alet edevat bipleyip duruyor... benim saatime göre kalbin duralı bir buçuk dakika olmuş ama bakalım darmadağın sistemin sana nasıl bir yanılsama yarattı? beynin kansız kalıp kururken, her saniye biraz daha işlevsizleşirken, belki de yüzyıllarca süren bir cehennem ya da cennet yaşantısı sunuyor olamaz mı sana? çok uzun sürmüş düşlerini hatırla; belki uyandığında kendini oldukça yorulmuş hissediyordun, anlatacak çok şeyin vardı ama bilim adamlarının kronometresine göre sadece iki dakika elli saniye düş görmüşsün? üstelik o sırada kalbin haşır haşır kan pompalıyordu; domuz kadar sağlıklıydın! işte ölüm böyle bir şeydir! biri gelip de tam zamanında kalp masajı ya da gerekli tıbbi müdahale neyse onu yaparsa, ve beynin veya nerenle düşünüyorsan oran, tabii diğer organların da, seni sakat bırakacak bir tahribata uğramamışsa, işte sadece o zaman ölümden sonrası hakkında konuşulabilir... gazetecilere, uzun ışıklı bir koridor vardı, smokinli bir adam bana elini uzattı, göğe doğru yükseliyordum ve bedenimi izliyordum gibi salak sepet birkaç hayallenmeden bahsedip ilk fırsatta tanrıyla aranda bir samimiyet olmasına çabalaman da bundan kaynaklanır...”
umarım uyurken üzerime bin tonluk bir mermer blok düşer de öyle ölürüm!
“senin kadına gelirsek; ölü olmadığı hayata dahil olmasından belli! üç beş sene önce ölümle sonuçlanan bir trafik kazası geçirdiği halde hayata dahil olabiliyorsa bir yolunu bulmuş demektir; abartılacak bir durum yok bence? bir süre sonra bir daha ölecektir. yine yolunu bulup varlık alanımıza dahil olmayı başarırsa, hiç şüphen olmasın, önünde sonunda bir daha ölecektir...”
“ama nasıl bir...”
“eğer seni rahatsız falan etmeye kalkarsa ya da işte gevezelik falan yapıp canını sıkarsa polis çağıracağını falan söyle... ya da benimle tanıştır... ben onun hakkından gelirim...”
“eminim bundan...”
“hah! şu yengeç meselesine gelirsek; sadece yengecin hayatına biraz heyecan katmak içindi. ama herkes kendi üstüne alındı...”
“ne yani; canlı mıydı?”
“tabii ki! hala da canlı!”
“yazık ya hayvana...”
“ne yazık olacak! kalın kafalı bir yengeç işte; boynuna ip bağlanmış ıslak dilli sersem bir köpeğin beni sürüklemesini gözümün önüne getiremiyorum!”
tamamen sıkıntıdan yapıyor bu tür dengesizlikleri ama resim yapmak, çiçek yetiştirmek falan kesmez onu. sıradan bir sıkıntısı olsun istemez!
babamla konuşmak beni gereksiz yere rahatlatıyor; anlattıklarının büyük bir bölümünü unutuyorum ama ondaki bu rahatlık duygusu her zaman olduğu gibi bende bir kogötünegitsin hissi uyandırıyor...
televizyonu açıyor ve ben gevşekleşmiş ifademle kanaldan kanala atlamasını, televizyona laf etmesini izliyorum, yemek hazır olana kadar…
“yemeğe çağırıyorlar galiba?”
“özlemişim annemin yemeklerini...”
“aferin sana!”
(devamı: on yedi)