on yedi : içimizden biriymiş gibi davranmayı seviyor

(başlangıç ve önceki bölüm )

dolmuşta babamın minimal ansiklopedisini yayınlayan dergiyi okumaya çalışıyordum ama dikkatimi toplayamıyordum. dikkatim benden önce büroya varmış, kahve suyu kaynatıyordu. beni bekliyor. büromda telefon melefon olmasın istedim... ama hayır, hiçbir gereksiz güç ya da kişi telefona dokunmamış! aslında sadece bir çekice ihtiyacım var, gerçekliğin çıkmış çivisi gibi duran bu boktan telefonu maddenin en sabit kafalı hali olan beton zemine çakmak için... elimde son model çekicimle, bir sabit telefondan gönderil(ebil)miş mesaja tekrar bakıyorum. çekiçli süper kahraman kimdir? şimşek thor mu? hayır; şaşkın minnet olacaktı doğru cevap!
internette her şeyi bulabilirsin yanlış kanısına rağmen telefon şirketinin web servisinden numaranın kime ait olduğuna bakıyorum ve “bir kullanıcı bulunamadı” yazısıyla karşılaşıyorum. bir çekiç darbesi de monitöre! elçiye dokunma ayıp!
numarayı tuşlamaktan başka bir seçenek yok. yine ne diyeceğimi bilmiyorum... oysa telefonu açacak kişi, kesin hazırlıklıdır... beni delirtmeyi amaçlayan gizli örgüt ayarlamıştır her şeyi... sırf gerginliğimi artırmak için hemen açmıyorlar telefonu....

“alo!”
“alo?”

sesim mi yankılandı? hayır benim sesim değil... hem vurgu da farklı sanki....

“ee... merabalar... ben müesser hanım için...”
“yanlış numara heralde....”

tabii... yanlış numara... ben de onu söylemek için aramıştım; o numaradan bir cep telefonuna mesaj gönderemezsiniz, bir yanlışlık var demek istiyordum ama neden çat diye kapatıyorsun, bekle biraz! çekicime sarılırsam hepiniz pişman olacaksınız; bunun farkında değilsiniz.
bu defa daha kesin ve mantıklı konuşmaya çalışacağıma yemin edip tekrar tuşluyorum.... daha uzun süre bekliyorum... ama telefonu bir kasaya kilitlemişler... kasayı da denize atmışlar... oradan geçen eski bir banka hırsızı olan meraklı dalgıç kasanın şifresini çözmeye çalışıyor... hava tüpü de bitmek üzere....

suyun altında nasıl duydun da açtın ha!

“iyi günler... neresi orası acaba?”
“siz nereyi aramıştınız?”

ben de böyle karşılık verirdim heralde... şimdi anlıyorum ne denli bir ukalalıktır bu! kendi kafamı kıracak değilim ama bir daha asla gereksiz sorular sormayacağım!

“aa... bende bir numara var da... ee... bu numara nereye ait diye...”
“buranın numarası ne?”

bana sormadı? hayır bana sormadı, yanında birileri var... hem bu başka biri; ilk konuştuğum kişi değil. sanki?

“ee..”
“nerede yazıyor? ha?”

kimle konuşuyor, ne diyor bu adam yahu?

“pardon?”
“bu, numara mı? alo?”
“ee... evet buradayım... neresi orası acaba?”
“istasyon burası da... galiba buranın numarası altı beş dört dokuz ee.. sekiz...”
“pardon beyefendi ben numarayı biliyorum... sadece nereye ait olduğunu...”
“istasyon... demir yolu...”
“istasyon mu? hangi istasyon?”
“büyük istasyon? buranın adı ne?”

yine başka birileriyle konuşuyor... uğultu var anlamıyorum....

“hangi semt beyefendi? alo?”
“alo! büyük, ne, ha, tamam, merkez istasyonmuş burası....”
“siz kimsiniz acaba?”
“ben? ben sırrı ateş? siz kimsiniz?”
“telefon size ait değil galiba?”
“heh hee...”

manyak! adresine bir çekiç göndereceğim, kafana indirirsin!

“alo?”
“yok bu şeyli telefon... ne diyorlardı?”

bu sakat adamın danışmanları mı var acaba?

“bu kartlı telefon.... devlete ait bu...”

ben tek bir söz bile söyleyemeyince küfredip kapattı gerzek... savunma sistemi küfürle çalışan bu adam, halka açık telefonun civarında boş boş dikilen biriydi büyük olasılıkla... çalan telefona uzun bir süre salak salak baktığından ve çevresindekilere ne yapması gerektiğini bilemeyen bakışlar gönderdiğinden eminim... sadece arama yapılabildiğini sandığı kartlı telefonun çalması onu şoke etmiştir her halde... cahil işte; o boktan aletlerle mesaj bile gönderebilen birileri olduğunu duysa heralde ağzı bir süre açık kalır... benim kadar soğukkanlı olabilse bu süre azalır tabii... ağzımı kapadım ve kapıyı açmaya yollandım ve hiç şaşırmadım. meraba şenay hanım! ben sizi arayacaktım ama şenay hanım? ne amaçla buraya kadar geldiniz ki! ben de, normal bir müşteri, beni maddi manevi her bakımdan kurtaracak biri geldi sonunda diye heyecanlanıvermiştim oysa...

“ee... hoş geldiniz, buyrun... ben sizi arayacaktım?”
“aslında evet ama yüz yüze konuşmamız daha iyi olur diye düşündüm...”
“anlıyorum...”

aslında güzel bir kadın... bana ne; çatlak işte!

“konuya hemen gireyim... ama önce, bir şeyler içer misiniz?”
“hayır teşekkür ederim.”
“mesajı gönderenin kim olduğu belli değil hanımefendi... bu arada mesaj bir kartlı telefondan gönderilmiş.”
“nasıl olur?”
“bilemiyorum... aslını soracak olursanız pek de merak etmiyorum...”
“neredeymiş bu kartlı telefon?”
“anladığım kadarıyla büyük tren garındaki telefonlardan biri...”
“peki ne zaman gönderilmiş?”

çok güzel... bu kadın çok zeki ya da ben doğru şeyleri merak edecek kadar akıllı değilim...

“ee... bakalım... bu telefonun müesser hanımın telefonuna çok benzediğini ama onun telefonu olmadığını söylemiştiniz değil mi?...”
“bilmiyorum aslında...”
“işte; sıfır altı elli, sıfır dokuz şubat... yani şubatın dokuzu... sabahın körü....”
“...”
“acaba akşam altı mı?”
“...”
“bu aletlere de güvenemiyor ki insan... 29 şubat olsaydı belki yılı tahmin edebilirdik ama...”
“sabah yediye on kala... bundan tam dört yıl önce...”
“nasıl anladınız?”
“müesser hanımın ölüm tarihi bu...”

ha, oradan anladınız! iğrenç! kadına biri arabasıyla olanca hızıyla bindirirken o sıralarda bir trenden inen ya da bir trene binmek üzere olan bir kişi, bir yabancı, bir yaratık her ne haltsa, ihtiyarın cep telefonuna, uygun olmayan bir aletten mesaj gönderebilmeyi başarır... bu mesajın kadın için çok önemi vardır... kadın belki de bu mesajı beklemiştir? ama mesajı okuyamaz çünkü ölmüştür... ölmüştür ama merak da etmektedir... belki de ihtiyacı vardır? ya da bir ölüyü diriltebilecek kadar önemli bir mesajdır? kadın bir yolunu bulur -mirveddin bey, merhabalar efendim- ve mesajı aramaya koyulur... mesajı bulur bulmaz da harekete geçer... minnet şüphelenmektedir...

“dört yıldır mutfak raflarında bir değişiklik olmadı mı yani? bu kadın birkaç tabak ya da içi geniş bir tencerenin peşinde değildi heralde? yani amacı ne; yemek mi yapmak?”
“dört yıl önce biz başka bir apartmanda oturuyorduk...”

minnet -kendimden hoşlanmamaya başladım- evli kadına şüpheyle bakar... pekala hanımefendi, isterseniz bu konuyu burada kapatalım... en azından benimle ilgili bölümünü kapatalım... ama siz kapatmak istemiyorsunuz ki!

“mesajı kimin gönderdiğini bilmemiz mümkün değil galiba?”
“bana pek olanaklı gelmiyor... yani dört yıl önce hayatına bir cep telefonu numarası olarak başlayıp, başına gelen çeşitli olaylardan sonra bir tren garında kartlı telefon numarasına dönüşen bir telefon hattından bahsetmek istemiyorum...”
“pardon?”
“anlamsız yani hanımefendi... tek bir avuntum var, o da buraya kadar zaten hemen her şeyin fazlasıyla anlamsız olması... ama anlam aramayı bir kenara bıraksak bile, yani birinin bu telefondan mesaj gönderebildiğini kabul etsek bile, aradan dört yıl geçmiş... kim öle kim kala... affedersiniz... saçmalıyorum...”
“dört yıl önce gönderilmemiştir belki?”
“belki de hiç gönderilmemiştir?”
“nasıl?”
“bilemiyorum kelimesini hayatımın hiçbir döneminde bu kadar yoğunlukta kullanmamıştım her halde... küçük bir ilkokul öğrencisiyken bile genellikle daha emindim olan bitenlerden...”
“size de sıkıntı veriyordur bunlar ancak müesser hanımın iletişim kurduğu tek insan sizsiniz...”
“tren garına gidip o telefonu bulsak bile elimize bir şey geçeceğini zannetmiyorum...”

istasyonun delisini arayan istasyonun yeni delisi olmak istemem... siyah takım elbiseli ya da üstü başı dökülen saçı sakalına karışmış bir adam, kartlı telefonun özel tuşlarına basarak mesaj gönderirken arkasında ben belireceğim öyle mi? dur bakalım! rafta ne vardı? bana yalan söyleme, başka kimlere mesaj gönderiyorsun buradan? sonra polisler alsınlar beni götürsünler: telefon kullanan birine saldıran bir deli yakaladık amirim... kim bu? minnet işte tanımadınız mı? geçenlerde de bir apartmanın önünde huzursuzluk çıkarmıştı... ha, evet... atın bunu kuyuya... ne kuyusu! biz senin gibi çatlakları kuyuya atıyoruz... kırk akıllı doktor çıkarmaya çalışıyor sonra... kuyuda minnet var yandan geç; olmaz öyle şey!

“sizce müesser hanıma ulaşmamız olanaklı değil mi?”
“hanımefendi, olanaksız olmasından daha doğal bir şey olmamalı diye düşünüyorum... hatta ulaşmaya çalışmamalıyız diye düşünüyorum... onun beni aradığı telefonun numarası aynı zamanda sizin telefonunuzun numarası... ben ne zaman arasam karşıma siz çıktınız... aslında bu durum da beni rahatsız ediyor...”
“...belki...”

kurcalamayın hanımefendi telefonunuzu... tamam benden daha zekisiniz gibi hissediyorum ama başıma iş açmanızı istemiyorum....

“başka bir numara daha mı var?”
“hayır ama...”

ne yaptığını tahmin edebiliyorum... tuşladığı numarayı biliyorum... elindeki telefondan mahalli baz istasyonuna, oradan ana merkeze ve uzaydaki uyduya hareket eden bir beklenti... uzaydaki zavallı teknoloji harikası uyduda biraz çatırdama, hafif titreme ve ne yapacağını bilememe ve ana merkeze doğru baştan atma... gözümün önüne geliyor bütün bu dalga yolculuğu... normal olarak merkezden baz istasyonuna oradan da karşımdaki telefona bir “saçmalamayın!” uyarısı gelmesi gerek... ama belki uyduyla merkez arasında, belki merkezle baz istasyonu arasında belki de hemen benim kapımın önünde, gizli güçlere sahip bir varlık müdahalede bulunuyor ve işleri karıştırıyor... son yirmi yılını telefon teknolojilerine adamış, bu işlerin kurdu olmuş biri gelse, hoş yirmi yıl boyunca telefonlarla alakadar olmaya bile gerek yok aslında, bir telefonla kendi numaranızı arayamazsınız, aptal mısınız siz, der ve gülerek uzaklaşır herhalde? ama bu kadının gözü dönmüş... benim gözüm haddinden fazla döndüğü için eski yerine geldi bile; sadece normal görünüyor... bekliyoruz... ama hanımefendi heyecanlanıyor... abuk sabuk bir şeyle yüz yüze gelmek istemiyor ve telefonu bana veriyor hayır neredeyse fırlatıyor!

“çalıyor!”

telefonu alıyorum ve ben sakinim işte hanımefendi siz de sakin olsanız ya, der gibi, demeye çalışır gibi bakıyorum yüzüne...

“aa..alo?”
“bir dakika...”

bu onun sesi!

“müesser hanım?”
“...kapatın siz, ben sizi ararım...”

içimizden biriymiş gibi davranmayı seviyor... numarayı kontrol edip aleti pis bir şeymiş gibi masamdaki gazetenin üstüne bırakıyorum... elim çekmecemde titreyen, şiddete susamış çekicime doğru gitmek istiyor.

“konuştu mu? ne dedi?”
“kapatın ben arayacağım, dedi... isterseniz siz konuşun...”

telefonu ona bir çiçekmiş gibi uzatıyorum... bir çiçekmiş gibi uzattığımı sadece ben biliyorum; bir şeyi çiçekmiş gibi nasıl uzatabilirim? ben bunu yapamam ama nazik ve görgüsü yüksek bir adam bunu yapabilir sanırım...

“hayır! ben konuşamam!”

telefonda ölülerle konuşabilmek için hızlandırılmış kursun ilk dersi: ahizeden ıslak bir dil çıkana kadar soğukkanlılığınızı kaybetmeyin...

“ama siz onu tanıyorsunuz ve anlaşmanız bu bakımdan daha kolay olacaktır...”
“ben konuşamam...”

konuşabilirsiniz, konuşamam, konuşabilirsiniz, konuşamam diye daha ne kadar konuşabiliriz? telefon çalana kadar. sonra ben telefonu üzerinize atar ve kaçarım... siz de çalan bir telefonun önünde diz çöker, salyalar çıkararak “alo...alo... hhıhhıhhııı....” diyerekten delirirsiniz... uzun sürmesi için çaba sarf edeceğim bir şehir turundan sonra, sizi büromdan almaları için hastaneyi ararım ve birileri gelip sizi akıl hastanesinin telekomünikasyon bozuklukları servisine kapatır... şu çekici de, telefon çalmadan çıkarsam çok iyi olacak yoksa şenay hanımla aramızdaki gerilim onun kocasını aldatmasıyla ve benim bir yasak ilişkiye girmemle sonuçlanacak diye korkmaya başladım. filmlerdeki gibi; telefon çalar ama çiftler buna aldırış etmek istemez, erkeğin aklı çalan telefondadır ama kadın onu engeller, bırak çalsın birazdan susar, der fısıltıyla... ama genellikle o telefon açılır ve adamın bir yerlere gitmesi gerektiğini söyleyen biriyle gönülsüzce bir konuşma gerçekleşir... hayır şenay hanım sizinle aramızda bir şey olmayacak, yani öyle bir şey...

evet bir telefon bağlantımız var galiba... müeşşer hanım, cehennemin dibinden arıyor... “merhabalar müeşşer hanım...”
“müesser olacaktı...yanlış yazılmış...”
“öyle mi... peki müesser hanım, nasıl, cehennemin dibi sıcak mı? bakın yanımızda gelininiz var... canlı yayında onunla yüzleşmek ister misiniz?”
“zaten ben de bu yüzden aramıştım... merhaba şenay... beni affet kızım!”
“bir dakika müesser hanım, önce şenay hanımdan bir şarkı alalım, lütfen hatta kalın...”

çalan telefona ve gözleri kocaman açılmış şenay hanıma bakıyorum. o gözlerini benden önce kocamanlaştırdığı için, sakin olmak zorunda hissediyorum kendimi...

“bence kendi telefonunuzu açmanız daha doğru...”
“lütfen! hemen cevap verin”

buna centilmenlik diyemeyiz...

“aa..alo?”
“anne? sen de kimsin!”

buna kara talih diyebiliriz... bu kadar klişe bir şey neden benim başıma geliyor? ben çekiyorum, mıknatısım ben, nerede çatlak varsa çekiyorum... telefonu kadına doğru neredeyse fırlatır gibi atmam da kabalık olarak değerlendirilebilir ama bu bazen de itmek istediğimdendir... gidin be!

“ee..oğlunuz..galiba...”
“alo? efendim çocuğum... ha, yok, ben iyiyim, hiç kimse değil, sen neredesin, tamam, ben seni almaya geleceğim, çekimler uzadı mı, tamam sorun değil, hayır hayır yok bir şey, tamam uzatma, hadi... iyi...”
“pardon...ama aslında...”
“önemli değil... sizin bir kusurunuz yok...”

‘iki yetişkinin bir ölüden telefon beklemesi’ isimli yağlıboya tabloya bakıyorum. merkezindeki telefonun tüm tabloya yaydığı gerginlik hissi fırça darbelerinden okunabiliyor... bu aptalca resmi kimin yaptığını bilmek istiyorum, bir imza arıyorum... bu sırada kapım çalınıyor. resmi bilinçaltımın çelik kasasına koymaya fırsat bulamıyorum ve kapıyı açmaya yollanıyorum. karşımda müesser hanım; bööö deyip kapıyı suratına çarpmak istiyor, çizgi film karakteri minnet... çizgi filmler için oldukça yaşlı hissettiğim için olsa gerek, alnımdan soğuk terler akıtarak titrediğim bir gerilim filmine zıplıyorum. ben oradan oraya duygu zıplamaları yaşarken kadın bana gülümsüyor. kelimelerin hiç birini ziyan etmek istemeyen biri gibi elimi kolumu sallayarak içeri davet ediyorum kadını... hem ne söyleyebilirim ki? dünya tarihinin en garip gelin kaynana karşılaşması büromda gerçekleşmek üzere; patlamış mısırımı kapıp uygun bir yere oturmam gerek belki ama benim de bu oyunda bir rolüm olabileceği aklıma geliyor ve şövalye zırhımı kuşanıp kadının ardından odaya giriyorum. şenay hanım, aman bana ne kim geldiyse geldi ama merak da ettim yahu, ifadesini, başını çevirip de müesser hanımı fark eder etmez kaybediyor ve yerine daha önce hiç görmediğim için tanımlayamayacağım bir ifade takınıp, çığlık atma ile şaşkınlıktan dilini yutma opsiyonlarının ikisini birden tercih ederek, en kibar şekliyle anlatmak gerekirse, böğürüyor... ben zırhımın üzerinden kıçımı kaşıyarak geviş getiriyormuş gibi yapıyorum, çünkü tek derdim soğukkanlı ve umursamaz biriymiş gibi görünmek; bununla beraber büyük olasılıkla hödük gibi göründüğümden eminim! müesser hanım ortamdaki en yaşlı ve en ölü kişi olduğundan önce ona konuşma hakkı veriyoruz... bizim her kelimemizin sonunda kocaman bir soru işareti bulunduğunu bildiğinden belki, müesser hanım bu hakkını zaman geçirmeden kullanıyor…

(devam edecek..az kaldı)