on dört : neye üzülüyor bu?

(başlangıç ve önceki bölüm )

kimsem olmadığı için... tek bir arkadaşım bile olmadığı için... ne yani kalkıp alt kattaki galericiye mi gideceğim? sizinle bir tek atalım bir yerlerde, ihtiyacım var konuşmaya? sanattan mı bahsedeceğiz? ne gerek var; tanrının ayakkabı numarasından konuşmak kadar yararlı olur bu; ne sanatı be adam; konuşmaya ihtiyacım var diyorum, tek derdin sanat mı senin! kavgaya başladık bile... bana sürekli “...yaav!” ile biten cümleler saplayacak... üstüm başım yaav’lanacak durduk yere! ama kimsem olmadığı için... tek bir arkadaşım olmadığı için!

en doğru hareket, işinin ehli, psikoloji biliminde insanı araç değil amaç olarak gören; gördüklerini kitaplarda, derslerde gördüklerine uydurmaya çalışmayan... eh, arkadaşım gibi olabilecek bir psikoloğa doğru bir hareket... en doğru hareket! en doğru hareketler bir yana bir dolu yarı doğru hatta doğruluğu sallantılı hareketi zamanında gerçekleştirmediğim için bu hallerdeyim! bir fıkra okusam gazetede, anlatacağım kimse yok! doki moki istemiyorum ben! dokiymiş... şimdi eğlenceli değil işte! hiç de eğlenceli değil doki! hep kahkah kihkih! gerçek dost, dertli olduğun zaman yanında olandır, hakikati, sakız kağıtlarında bile yazılı... aşk... ...dertli olduğunda yanında bulunmaktır! koca kafalı erkek bebek, koca kafalı dişi bebeğin döktüğü yaşlara mendil uzatıyor! birinin bana mendil uzatması ve benim, mendile ne gerek var, dinle beni diye lafa girip, tüm olan biteni anlatmaya ihtiyacım var! şimdi nerede doki? ama gevezeliğe, şamataya gelince doki’den fazla hoplayan zıplayan yok! doki’si batsın!

elbette, kimsem olmadığı için, tek bir arkadaşım olmadığı için kısadalga’yla buluşmaya karar verdim. sadece ben karar vermedim, o da karar verdi. düşündüm; olabildiğince iyimserce, soğukkanlılıkla... onunla aramızda geçenler güzel şeylerdi... değil miydi; güzeldi! fotoğraflar yalan söylemez... ama fotoğraflar geçmişin sönük anlarının kopyaları değil midir? bununla ilgilenmiyorum... hatırlıyorum ve hatırladıklarımı düşündüğümde onların güzel şeyler olduğunu fark ediyorum... düşünmeye devam ettim, onu tanıyor olmamı, onun beni tanıyor olmasını ve benimle dünyanın en dostane psikoloğundan daha içten konuşacağını... gerçi psikologlar dostun olmadığı için, seni tanımadığı için, daha isabetli, daha yararlı sorular sorarlar.... onlara her şeyi en baştan anlatman gerekir... bir şeyleri biliyor olduğunu kabul ederek lafa girmezsin, anlatırsın ve işte olayın özü de budur; aslında ona açıklama yaparken kendine açıklamalar yaparsın.... senin saçma sapan hayatın onun umurunda bile değildir ama ilgilendiğini varsayarsın ve detaylara girersin... pekala, psikolojiyle de ilgilenmiyorum... bir psikoloğa, “ölü bir kadınla cebelleşen bir adamın sarsılmış kişiliğini analiz denemesi” başlıklı bir makale yazdırtmayacağım... gitsin, şiddet filmlerinin yayınlandığı saatlerde erotik filmler yayınlanmasının körpe zihinlerde daha az zararlı bir tahribat yaratacağıyla ilgili bir makale yazsın... benim konuşmaya, belki kafamı dağıtmaya, aslında destek almaya ama en fazla, taşları yerine koyduracak açıklamalara ihtiyacım var... kimsem olmadığı, tek bir arkadaşım olmadığı için belki, işte bütün bu nedenleri de düşüncelerime ekleyince, aslında kısadalga’nın benim bir arkadaşım olduğunu ya da olması gerektiğini fark ettim... evet o benim arkadaşım, onun tüm dertlerini dinleyebilirim, onun için üzülebilirim, yeri geldiğinde de gazetede okuduğu fıkrayı anlatmasına katlanırım... katlanmam, bu benim için büyük bir zevk nedenidir, iki arkadaş gibi kahkah kihkih... iyi günde kötü günde yanında olurum... yok, abartmaya gerek yok, evlenmek istemiyorum, arkadaşım olmasını istiyorum... hayır, o zaten arkadaşım, arkadaşım olduğunu bilmesini istiyorum... eşek değil ya, biliyordur zaten!

sevgili arkadaşım yine gecikti ama! eh, arkadaşlar arasında olur böyle şeyler... olumlu bakmak gerek, işte bu da onun bir özelliği... biri sorsa, arkadaşın kısadalga’nın en büyük özelliği neydi, diye, yüzümde acıyla karışık bir gülümsemeyle, her zaman buluşmalara geç gelirdi rahmetli, derim... sonra gömeriz onu, ben yine yalnız kalırım! of, sıkıntıdan böyle katil oluyor demek insan!
olumlu bakmak gerek! üçe kadar saysam kapıdan girdiğini görüveririm... ama önce ikibine kadar saymak gerekebilir! olumlu bakamıyor muyum ben hiçbir şeye? ölümlü dünya dememeli, olumlu dünya demeli... bir kamyonetim olursa arkasına yazdırayım bunu! hah! işte geliyor... canım arkadaşım, ne kadar da özlemişim görmeyeli... yine kilo almış! aman aman!

“kusura bakma geciktim biraz...”
“yok canım... önemli değil... ne haber?”
“iyidir... senden n’aber?”
“iyidir demek isterdim ama inan iyi mi kötü mü bilemiyorum...”
“hadi ya! hayırdır? ne kadar da kalabalıkmış?”
“evet... kalabalık... aslında hiç farkında değildim...”
“ne içiyorsun?”
“daha bir şey sipariş etmedim... kahve içerim heralde...”
“ben de kahve istiyorum... çok yorucu bir gündü...”

sen yorucu gün görmemişsin sevgili arkadaşım! sen kendini toplayana, çevrede oturana kalkana alışana kadar bekleyeceğiz anlaşılan...

“pardon bakar mısınız?”
“buyrun... hoş geldiniz...”
“ee.. ben kahve istiyorum... sütü bol olsun lütfen...”

hayret; garsonun ömründen çalmadı!

“siz?”
“ben... de bir kahve alayım... sade...”

“ee? neymiş bana anlatacağın garip şey?”
“nereden başlayacağımı bilmiyorum aslında... başımdan garip şeyler geçiyor ve biriyle konuşmaya ihtiyacım vardı... seni bu yüzden aradım..”
“iyi yapmışsın... sevindim, yani benimle bir şeyler paylaşmak istemene...”

paylaşmak kelimesi bende her zaman kötü bir etki bırakıyor... filmlerde gördüğüm, bir araya gelip yapmacık yapmacık dertleşen alkoliklerin toplantı sahneleri dolanıyor aklımda... ama olumlu olacağım... nereden gönderildiği belli olmayan bir paketten çıkmış ama kendisi de aslında bir boş paket olan bu lafı kafama takmayacağım!

“sana bahsetmiştim geçen görüşmemizde, bayan müşterimden...”
“aa.. şu adile naşit’e benzeyen teyze mi?”
“e? evet... aslında... yani evet... işte onun arattığı şarj aleti...”
“bu arada ben evde baktım ama bulamadım...”
“ne? anlamadım?”
“şarj aletini bana da sormuştun ya?”
“ha! pardon, kafam karışık da biraz... bak unutmuşum; teşekkür ederim ilgilendiğin için... zaten aleti hiç zorlanmadan buldum... o tür şeylerden anlamadığım için zor bulunacağını düşünüyordum... her neyse, ben bu kadının verdiği adrese gittim ve kadının gelini ve torunu, müşterimin dört yıl önce ölmüş olduğunu söyledi...”
“hadi ya! nasıl yani?”
“yani... evet saçma sapan geliyor kulağa... benim müşterim dört yıl önce ölmüş!”
“olamaz ya; çok saçma... vardır bir iş...”
“bende öyle düşündüm... bu gün kadınla görüştüm..”
“o zaman sorun ne? ölmemiş demek ki?”
“...de, kadın da bana dört yıl önce öldüğünü söyledi...”
“kafa bulma benimle ya...”
“gerçekten aklım darmadağın... gıcık hayat diye bir televizyon dizisi var ya...”
“evet; çok severim ben... acayip komik bir dizi...”
“ben hiç seyretmedim... işte o dizide götlek diye bir çocuk varmış...”
“evet; daha bebekken başlamıştı diziye... daha doğrusu dizi o bebekken başlamıştı... çok şeker bi velet...”
“aslında ben ondan hiç hoşlanmıyorum... onun eşcinsel olduğunu biliyor muydun?”
“bacak kadar çocuk! hadi canım uyduruyorsun!”
“her neyse, konuyu dağıtmayım, o velet, müşterimin torunu...”
“hadi ya!”
“ben de bu gün öğrendim; kadın bana gazeteden kesilmiş bir haber gösterdi...”
“ne haberiymiş?”
“fotokopisini çektirmek isterdim ama o an aklım, kafamın içinde uçurtmalar uçuruyordu...”
“ne?”
“yani allak bullak olmuştum... her neyse; haberde özetle, ünlü televizyon dizisi oyuncusu küçük yıldız götlek’in çok sevdiği babaannesini bir trafik kazasında yitirdiği yer alıyordu!”
“hadi ya! yazıııık....”

neye üzülüyor bu şimdi? niye üzülüyor?

“kısadalga; ben bu haberi okurken babaannesi karşımda oturuyordu!”
“ah evet! ama olamaz?”
“bence de olamaz, ama oldu işte! haber dört yıl öncesinin ve kadının fotoğrafını da basmışlar!”
“olacak şey değil! hayalet mi yani şimdi o kadın? çok korkarım ben şimdi!”
“kadın ben ölü değilim, diyor... ama dört yıl önce öldüğünü kabul ediyor... ölümü bir hastalık olarak görüyor sanki...”
“atıyosun di mi?”
“atıyor olmayı çok isterdim... ne yapacağımı bilemiyorum... bir şey yapmam gerekiyor mu onu da bilemiyorum...”
“gazetecilere haber ver?”
“hayır, uğraşamam ben onlarla... hem bana ne!”
“e peki nasıl oluyormuş; kadın başka ne anlattı? ölmek nasıl bir şeymiş?”

yaşıyor gibi görünen, gözlerinden solucan sarkmayan, dostane görünüşlü bir ölüye, her halde ilk olarak, ölümden sonra hayat var mı, bir tünelden geçtiniz mi, yaşadıklarınız gözünüzün önüne geldi mi, cennet var mı, cehennem kalabalık mı, gibi, aslında hepsi, ölünce ne oluyor, sorusunun varyasyonu olan şeyler sorulur diye düşünülür... yani, sanırım düşünülür... ama yaşayan ya da yaşadığını iddia eden herhangi bir ölüyle karşılaşan herkes, cumhurbaşkanını tuvalette kıçını yıkarken görmüş gibi bakar ve aklına çok daha başka şeyler gelir... heralde? benim aklımın ucundan geçti mi acaba ölümden sonrasıyla ilgili bir şey? gaçmedi galiba... ama şimdi, sormadım ne bileyim, dersem, benim dengesiz ve anormal olduğumu tekrar düşünmeye başlayabilir... hayır, kesin olarak, benim dengesiz ve anormal biri olduğumu hatırlar... yanlış bildiği bir şeyi hatırlamasını istemiyorum!

“bilmiyor... ben de sordum... kendine geldiğinde cesediyle karşılaşmış... çok korkmuş ve olan biteni izlemiş... işte ambulans, polis, bağıran insanlar falan...”
“aynı şey filmi gibi...”
“hayalet... aslında bir sürü film gibi... benim aklıma ayrıca shining, k-pax, mullholland çıkmazı ve diğerleri geldi... diğerleri dediğim de bir film...”
“ya, bu halde bile nasıl espri yapmaya çabalıyorsun?”
“dalga geçemezsem kafayı yerim... her neyse, işte bir hayalet olduğuna inanmıyor... daha değişik bir şekilde de olsa, yaşadığına inanıyor ve durumunu fazla merak etmemeye çalışıyor... ...muş!”
“öyle canı istediğinde yok olabiliyor mu?”

bir gün önce olsa, gerçeklikte varlığı bulunmayan en azından gerçekliği ispatlanamamış bir varlık olan hayaletlerin, nasıl olur da kendine özgü davranışları, yani standartları olabilir, bilinmeyen bir şeyin bilinen özellikleri olması saçma değil mi, derdim... ama koca bir gün geçti ve ben şimdi bu konuda, bir gün önce ciddiye almayacağım, dikkat çekmeye çabalayan, dangalağın biri gibiyim! görünmez olabiliyor mu, duvarlardan, pencerelerden geçebiliyor mu, eşyaları anlamsızca hareket ettirebiliyor mu, sadece bir ya da iki sesli harfi kullanarak uzun süreli sesler çıkarabiliyor mu?

“ben ne bileyim! benim karşımda etli kanlı bir insan... kendisi dahil herkes dört yıl önce öldüğünü iddia etmese ortada hiçbir garip durum yok aslında... on adım atınca nefes nefese kalıyor ve ben buna inanamıyorum!”
“ee, senden niye istemiş şarj aletini?”
“ha, evet... o da garip bir durum... şarj aletiyle, tabii ki, telefonunu çalıştırdı ve bir mesaj okudu... güldü ve çantasına attı telefonu... kabalık yapmak istemediğimden mesajın içeriğini soramadım...”
“inanmıyorum sana!”
“ne bileyim soramadım işte... şey falan dedim, işte, önemli bir mesaj galiba, gibi bir şey... doğrudan soramadım...”
“bir işi yarım kalmış o yüzden öbür dünya ile bu dünya arasında kalmış... sen bu işin ne olduğunu öğrenebilirdin!”
“ne öbür dünyası ya? bu kadın hayalet gibi değil! senin benim gibi! nefes alıyor, su içmek istiyor, hapşırıyor ve büyük ihtimalle geğiriyordur da!”
“o mesajı okumalısın...”
“ne yapayım kadını bulup elinden telefonu mu kapayım! o kadar ölü değil ki, beni tutuklatabilir!”
“çok merak ettim... ne yazıyordu acaba?”
“ben de merak ediyorum... güldüğüne göre komik bir şey yazıyordu...”
“nasıl güldü?”
“ne demek nasıl güldü?”
“yani, hani olur ya, mimikleri nasıldı?”
“ne bileyim güldü işte....”
“yani bir espriye güler gibi mi yoksa hani şey olur ya, nasıl desem...”
“hıh hı, diye güldü...”
“o ne be?”
“yani, hıh hııııh hıı, şey gibi, demek öyleymiş, der gibi...”
“o kadar film izlemekle övünürsün ama rol yeteneğin sıfır!”
“sahnede değiliz?”
“tamam ukalalık yapma bence...”
“tamam ukalalık yapmayacağım ama sence ne yapmalı?”
“mesajı okumalısın...”
“senin için bunu yapmalı da, benim açımdan ne yapmalı?”
“senin açından da en mantıklısı bu...”
“yahu ben o mesajı umursamıyorum ki? saçma sapan bir şey yazıyordur... belki maç sonucu falandır? kadın, fanatiklik derecesinde desteklediği takımın o haftaki maç sonucunu alamadan ölmüştür; bu da içinde dert kalmıştır...”
“saçmalama... kesin çok önemli bir şey yazıyor; ben hissediyorum...”
“tamam, önemli bir şey yazdığını kabul edelim... kadının bu garip durumunu açıklayacak kadar önemli midir peki? ben kadının niye ya da nasıl öldüğüyle ilgilenmiyorum... herkes gibi öldükten sonra ebedi uykuya yatmak yerine neden ortalıkta dolandığını merak ediyorum!”
“öyle konuşma...”
“nasıl?”
“yani, belki şimdi bizi falan dinliyorsa hadi?”
“bak şimdi! ama ben bunları yüzüne de söylerim onun! ne olacak hem; kahvelerimiz havalanıp kafamızdan aşağı mı boşalacak?”
“sus ya... ben inanırım öyle şeylere...”
“nasıl inanırsın? yani öyle şeylerin ne olduğunu bile bilmiyoruz?”
“bilinmeyenlere inanırım... garip ve gizemli olaylara...”
“ben anlamadığım bilmediğim şeye inanmam....”
“o sensin...”
“zaten aslında inanırım derken, korkarım demek istiyorsun... karışıklık bundan kaynaklanıyor...”
“her ne haltsa... kadın nerede şimdi?”
“dışarda beni bekliyor...”
“ne!”
“şaka be... şaka yaptım... ne bileyim; büromdan beraber çıktık; o bir taksiye bindi...”
“o kadın ölü falan değil.”
“taksiye binebilmesinden mi anladın?”
“dalga geçme... ölü falan değil... rol yapıyor... hatta, evet ya, belki de götlek’in babaannesinin ikiz kardeşi ya da benzeri falandır?”
“şu veledin ismini kullansak diyorum? götlek diye isim mi olur yahu? nasıl bir televizyonculuk anlayışı bu!”
“sen duydun mu dediğimi?”
“sinan’ın babaannesinin ikizi?”
“sinan da kim?”
“götlek işte...”
“evet...ya da ona çok benzeyen biri?”
“amaç ne peki?”
“işte...”
“ne?”
“ne bileyim... ama o kadının hayalet olduğunu kabul etmektense bunu kabul etmek daha mantıklı....”
“benim de aklıma bir dolu senaryo geldi ve hemen hemen hepsi o kadar gerçekçiydi ki, yani filme çekilse en fazla belgesel olabilecek nitelikteydiler... ama kadının sinan’ın babaannesi olduğundan eminim...”
“nasıl eminsin? gazete haberinden mi?”
“hayır, yani o da var tabii, garip ama fotoğraftaki kıyafet ve saç şekli, şimdiki halinde de aynı... bunun bir zevksizlik ya da monotonluk olduğunu düşünebiliriz... kadının garip güçleri var, beni aradığı numarayı ben aradığımda karşıma gelini çıkıyor ve bu normalin dışında bir durum...”
“ne yani telefon hatları karışıyor diye mi eminsin?”
“dalga geçme lütfen... ben, bana yalan söylendiğini anlarım...”
“hayır anlamazsın!”
“bu kadar kesin karşı çıktığına göre bir bildiğin vardır; ama tamam, konumuzdan sapmayalım; normalde anlarım diyelim....”
“ya, bu normal bir durum mu?”
“değil... evet normal değil ama anormal olan tek şey kadının ölü olduğu iddiası... kalan her şey normal.... o bakımdan bana karşı davranışları...”
“ne yani şarj aleti arattırmak normal mi?”
“bu benim işim ama? yani ben dedektif ya da komisyoncu falan değilim ki? insanlar bana, garip isteklerle geliyor...”

o kadar da değil... sadece bir müşterim oldu ve o da ölü... galiba?

“ne gibi isteklermiş bunlar?”
“ee.. işte; akla ne gelirse ya da neyi kafaya takmışlarsa...”
“öyleyse...”
“...bana arattırıyorlar işte... zor bulunan şeyler genellikle... örneğin yıllar önce...”
“...benim de kafaya taktığım bir şey var!”
“...üretilmiş ya da... nasıl yani?”
“o mesajın ne olduğunu çok merak ediyorum...”
“saçmalama; ne diye bu kadar ilgileniyorsun anlamadım...”
“sana ne? senden bir şey bulmanı istiyorum işte... neyse parası...”
“hayır... bak, o kadınla daha fazla uğraşmak istemiyorum... torunlarıma anlatacağım gizemli bir anı olarak kalmasını istiyorum...”
“müşteri her zaman haklıdır...”
“bana yardım etmeni bekliyordum ama sen...”
“tamam işte yardım ediyorum... bence her şey o mesajda düğümleniyor...”
“kısadalga; ben bunu...”
“yaparsın yaparsın... bana güven...”
“nasıl olacak peki bu iş? mesajı okuyup not mu alacağım bir köşeye? telefonu getirmemi mi istersin?”
“mesajı merak ediyorum ben... nasıl olursa....”
“ee? hemen bir şey uydurabilirim sana?”
“bana yalan söylemezsin...”
“niye söylemeyim?”
“bunu hemen anlarım...”

minnet’in bazı özellikleri: yalan söyleyemez çünkü kısadalga anlar; yalan söylendiğini anlayamaz çünkü iyi niyetli.... bunları nereden biliyoruz? çünkü kısadalga bu konuda uzman!

“yalan uzmanı oldun başımıza!”
“bunun bir önemi yok... bana yalan söylemeyeceğini düşünüyorum...”
“çok güzel düşünüyorsun...”
“kısa sürede bulursun umarım...”
“kadın bir daha ölecek değil ya!”
“hayat bu belli olmaz? kim öle kim kala...”
“bak kısadalga; ben bu kadını ve onunla ilgili her şeyi aklımdan çıkarabilmek için seninle...”
“tamam ama! keyfi olarak müşteri kabul etmezsen seni tüketici hakları derneklerine şikayet ederim!”

bak sen! sanki kapımda kuyruklar oluşuyor da ben keyfi olarak müşteri kabul etmeyeceğim, ne demekse, hayır ben sizin isteğinizi yerine getirmeyeceğim, çünkü, aman size ne, canım istemiyor, sıradaki lütfen, ama sizin başınız kel?

“pekala; kabul ediyorum... ama senin telefonunu çaldırdığımda karşıma sen çıkacaksın! aksi taktirde anlaşmamız bozulur!”
“bu konuda endişen olmasın... ee? kadını nasıl bulacaksın peki? ”
“bilmiyorum...”
“arasana?”
“aramam... diyorum ya; onu aramak istediğimde gelini açıyor telefonu... onunla veya manyak oğluyla uğraşmayı göze alamam...”
“mesaj at?”
“nasıl bir mesaj önerirsin?”
“beni arar mısınız?”
“saçmalama lütfen! gelini açıyor diyorum sana...”
“iyi de; belki kadın da okuyordur.... mesajlarla ilgilenen birine benziyor?”
“beni arar mısınız?”
“işte onun gibi bir şey...”
“hadi gelini ararsa beni?”
“arasın... konuşursun...”
“sen bana bırak; ben bir yol bulurum ulaşmak için...”
“ölmeni bekleyemem!”
“çok komik... gerçekten...”

(bölüm on beş)